Bizi bir damla sudan yaratıp eşref-i mahlûkat hâline getiren Yaratıcı, dünya denilen bu misafirhanede, şu konak yerinde imtihana tâbi tutuyor.
Buraya göndermekten maksadı ise Kendisini tanımamız, bütün gönlümüzle inanıp emirleri istikametinde hareket etmemiz.
Demek insan bu dünyaya Yaratıcısının varlık ve birliğini, O'nun büyüklüğünü, isim ve sıfatlarını kavrayıp O'na olan imanı ile O'ndan not almak için gönderilmiştir.
Allah’ı tanımak, O'na iman etmek iki türlü olur. Biri, “Evet, bu kâinatın bir yaratıcısı var” deyip O'nun isim ve sıfatlarını Kendi tanıttığı şekilde öğrenmeden, bilgisizce kazanılan, anadan babadan edinilen bir iman. Biri de inandığı hakikatlerin aslı, esası, özü ve ruhunu bilerek bilinçli bir şekilde kazanılan iman.
Birincisi ufak bir şüphe rüzgârı karşısında sönebilen bir mum gibi iken, ikincisi dağlar gibi şüphelere karşı dahi dayanabilecek derecede güçlü bir imandır. Bu güçlü imana tahkîkî iman diyoruz.
Yirmi İkinci Söz’de (Sözler) bir şehre gelen çok miktardaki bir mal örneğiyle anlatılır bu iman çeşitleri. Büyük bir zâtın birbirinden farklı bir çok malı gelir şehre. Bu malların iki yolla onun malı olduğu bilinir. Bir çırpıda ve bilgisizce, “Bu kadar bol mal, ancak falan kimsenin olabilir. Başkası bu kadar mala sahip olamaz” tarzındaki bir anlayış. Fakat böyle bir kimsenin nezaretinde hırsızlıklar olabilir. İkinci yol ise her eşya, her denk üstünde yazıyı okuyup herbir top üstünde mührü gören, ancak onun olduğuna dair kesin kanaate ulaştıktan sonra “Bu mallar falanındır” diyen kimsenin takip ettiği yol.
Tevhidin iki çeşit olduğu hakkında verilen bu örneğe göre, birinci Tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğine inanma bilgisizce yapılan bir Tevhiddir ki, “Cenâb-ı Hak, birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bu kâinat O'nundur” şeklinde bir kanaate dayanır. İkinci Tevhid, Tevhid-i Hakikidir. Bu Tevhid, her şey üstünde Allah’ın varlık ve birliğinin, gücünün mührünü, san'atının damgasını, ilminin imzasını görebilmek; ortağı, dengi, benzeri olmadığını hiçbir şüphe ve tereddüde kapılmadan kabullenmektir.
Böyle bir örnekle konuya giren Bediüzzaman, aynı yerde Tevhid-i Hakikiyle ilgili On İki Lem’a tarzında tabiattan örnekler sunar. Bizzat görüp müşahede ettiğimiz, yaşadığımız çevremizden verilen bu örnekler ülfet perdelerini yırtıp îmanda öylesine terakkî ettirir ki, inançsız bir insan bile artık inkâr edemez hâle gelir. Aklı sönmeyen, kalbi ölmeyen herkes bütün bu işlerin tek bir yaratıcı tarafından yürütüldüğünü, Allah’ın hiçbir yardımcısı ve ortağı olmadığını anlamakta tereddüt etmez.
Özetle bu sözün özelliği kâinatı bir kitap gibi okutması ve bu okumalardan Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarına pencereler açması.
Nasıl mı açıyor? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.
21.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|