Hukuk devletinden uzaklaşmanın en açık göstergelerinden biri hukuk dışılığa dayalı yapılanmaların ve hareketlerin rahatlıkla kendilerine yaşama alanları açabilmesidir. Hukuk dışılığın zamanla kanıksanır olması ölümcül sosyal hastalıkların habercisidir. Bu, öylesine bir hastalıktır ki toplumu içten içe kemirir, toplumu her şeye göz yuman, vurdumduymaz yığınlar haline getirir. Bu vurdumduymazlık ve görmezden gelmecilik, toplumu kökünden sarsan olaylar karşısında bir duruş sergileyemeyiş, temelinde, bir iktidar boşluğundan ziyade imanî-ahlâkî bir zafiyete işaret etmektedir.
Ergenekon, eski Türklerin sıkışıp kaldıkları dağlardan çıkış destanıdır ve bağımsızlık anlayışının sembolüdür. Son aylarda ise derin bir çeteleşmenin, devlet içinde devletleşmenin, hukuksuzluğun adı olmuştur. “Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasredenler”in sayısının hızla arttığı, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” düşüncesine sahip olanların yok denecek kadar azaldığı toplumsal bir yapı böylesine organizasyonları her zaman içinde barındırır. Böylesi durumlarda yapılacak iş adaleti üreten bir hukuk devletine sığınmaktır ki insanların hukuksuzluğu benimsediği bir ortamda bu da zordur. Asıl sorun, gerçek bir yüzleşmeyle Ergenekon, vb. yapılanmaların asıl sebebinin iç dünyamızda gizli olduğu gerçeğini kabullenemeyişimizdir. İç dünyamızı şekillendiren “esfel-i safilîn-a’lâ-yı illiyyîn” arasındaki dinamikleri “a’lâ-yı illiyyîn” tarafına yönlendirmedikçe, duruşumuzu “emr-i bil maruf–nehy-i anil münker” ilkeleri çerçevesinde belirlemedikçe çeşitli zorbalıklarla hakkımızın gaspına razı olmaktan başka bir çaremiz de kalmayacaktır.
Problemli olan hak, hürriyet, adalet anlayışımızı sosyal statülerimize de aksettirme gibi önemli bir hastalığımız var. İç dünyamızdan başlayarak toplum içinde sahip olduğumuz her statüde, içselleştiremediğimiz bu kavramları, imanî-ahlâkî ölçülerle uyuşmayacak bir tarzda başkaları üzerinde baskı aracı olarak kullanabiliyoruz.
Meselâ, babanın mutlak otoriter; eş ve çocukların mutlak itaatkâr olduğu anlayışını gurur sebebi bir “güç”le özdeşleştirmiş toplumsal bir yapımız var. Okulda müdür, şirkette patron, sınıfta öğretmen bu anlayışı devam ettirir çoğu kez. Toplumsal tabakanın her mevkiînde, kendi gücü ve mevkiî oranında bu anlayışı devam ettirenlere rastlanır. Otoriter bir devlet algısını aslında iç dünyamızda çoktan benimsemişizdir de yılan henüz bize dokunmadığı için bin yıl yaşamaya devam etmektedir. Dolayısıyla her müstebit yapıyı kendi ellerimizle inşa ederiz farkında olmadan. Bizim gibi düşünmeyeni, hayatı bizim gibi algılamayanı, bizim gibi giyinmeyeni, bizim tuttuğumuz takımı tutmayanı ötekileştirme, dışlama, suçlama, kodum mu oturtturma eğilimlerini hayatımızın bir köşesine öylesine yerleştirmişizdir ki bu anlayışın yaygınlaşmasının bir eseri olan Ergenekonlar hayatımızı alt üst etmeye başladığında çaresiz feryatlarımızın neden duyulamadığını merak eder dururuz.
“Kimselerin benim adıma benim yaşadığım bir toplumu şekillendirme, bana kendi dünya görüşlerine göre bir hayat tarzını belirleme, beni bir piyon gibi kullanma, beni modern kölecikler haline getirme, beni işe yaramaz yığınlar gibi görme hakkı yok” diyorsanız, bunların yaşandığı yerlerde imanî-ahlâkî bir duruş sergilemeniz gerekmektedir. Bu duruş şekliniz toplumun Ergenekonlaşmasının ya da Ergenekonlaşmamasının yönünü belirleyecektir.
Yaratıcı-kul ilişkilerini zedelediğimizde, “emri bil maruf nehyi anil münker”i görmezden geldiğimizde ve bu adam sendeciliklerle büyük gruplar oluşturduğumuzda kendi Ergenekon’umuzu doğurduğumuzun da farkına varıyor muyuz? Çocuğumuza söz hakkı tanımadığımızda, aile üyelerimizin yaşama alanlarını kendi doğrularımızla belirlediğimizde, duygularımızı nefsanî-şeytanî çetelerin emrine vererek hareket ettiğimizde Ergenekon’un kaçıncı kişisi oluyoruz? İçimizdeki Ergenekon’un “bir numara”sı değil mi?
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|