AKP’ye açılan kapatma dâvâsıyla ülkenin üzerine çöken kasvet, her geçen gün dal budak salarak daha da yaygınlaşıyor.
Bütün detaylarıyla düşünülüp planlandığı aşikâr bir strateji çerçevesinde ilk adım olarak dâvânın açılması, AKP’yi bunaltmaya başladı bile.
22 Temmuz sonrasının coşku ve heyecanı, yerini, yavaş yavaş iç hesaplaşmayı beraberinde getirecek gibi görünen bir sorgulamaya bırakıyor.
Kimileri “Gül cumhurbaşkanlığında bu kadar ısrar etmeseydi iş bu noktaya gelmezdi” derken, bazıları şu aşamada pek fazla açığa vurmasa dahi alttan alta sorumluluğu Erdoğan’a yüklüyor.
Altı yıldır görmediğimiz bir şekilde AKP içinden özeleştiri sesleri yükselmeye devam ediyor.
İngiltere Kraliçesinin ziyaretinde ortaya çıkan görüntülerden hareketle, Gül’le Erdoğan’ın eşleri arasındaki mesafenin giderek açıldığı senaryoları geliştirilerek, bu da bir başka “fitne sokma” tezgâhının malzemesi olarak kullanılıyor.
Bir diğer fitnenin işareti de, AKP kapatılır ve iddianamede adı geçenlere siyaset yasağı getirilirse AKP’nin Meclis grubunda vereceği 40 civarındaki fireye, bir de takriben aynı sayıdaki vekilin kopma yoluyla partiden ayrılarak eklenebileceği yolunda sürdürülen spekülasyonlar.
Aykırı seslerin yükselmeye başlaması boşuna değil. Hepsi bu yöndeki hazırlıkların habercisi.
Derken Çalışma Bakanı, Erdoğan’ın 3 Kasım’dan hemen sonra “Hızımıza ayak uyduramayanlar gidecek” diye uyardığı bürokrasinin, aradan beş buçuk sene geçtikten sonra, bugün de hâlâ ayak diremekte olduğundan yakınıyor.
İşin enteresan tarafı, karşıtlarının AKP’ye yönelttiği suçlamaların başında “dinci kadrolaşma” gelirken, AKP taraftarları tam tersine iktidarın kadrolaşamamasından şikâyet ediyorlar.
Bu bağlamda bir diğer ilginç olay, AKP’nin yaptığı “kadrolaşma”da, kendi imajı ve söylemleriyle görünüşte çelişen isimleri yükseltmesi.
28 Şubat sürecinde Yeni Asya ile çok uğraşan, suç duyurularında bulunan, resmî ilânımızı kestiren, F tipi cezaevinin mucidi olarak iştihar bulmuş bir Adalet Bakanlığı bürokratının, AKP döneminde önce Yargıtay üyeliğiyle ödüllendirilip, yakın zaman önce de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğine getirilmiş olması bunun tipik ve düşündürücü örneklerinden biri.
Yalnız başına bu örnek bile, herşeye rağmen AKP’ye hüsnüzanla bakmak isteyenlerin işini fevkalâde zorlaştırıyor. Zira makul bir izahı yok.
Ve bu olayın, kapatma dâvâsıyla da ilgisi bulunmuyor. Çünkü söz konusu yüksek yargı bürokratının AKP eliyle yükseltiliş süreci geçen dönemde başlamıştı, şimdi en üst noktaya geldi.
Gelelim, dâvâ sürecinin diğer yansımalarına.
Bu süreç öncelikle AKP’yi tahrip ediyor. Ama ilginç bir şekilde, başka alanlarda da yıpranmalara yol açıyor. Anayasa Mahkemesinin, dâvâyı kabul kararını son derece tarihî bir iş yapıyor edasıyla açıklamış olan Başkanvekili Osman Paksüt’le ilgili tartışmalar bunun tipik bir örneği.
“İki aydır takip ediliyor ve dinleniyorum” iddiasıyla gündeme oturması Paksüt’ü zora soktu.
Ardından, yine Paksüt’ün partiden ihraç edilen AKP eski milletvekili ve Erdoğan’ın ilk özel kalem müdürü Turhan Çömez’le bir araya geldiğine ilişkin haberler de işin tuzu biberi oldu.
Paksüt şahsına odaklanan bu çeşit haberlerle kendisinin ve mahkemenin dâvâ sürecinde baskı altına alınmak istendiği yönünde beyanlarda bulunuyor. Olabilir. Ancak “izlenme” iddiasını gündeme taşıma tarzıyla buna kendisi yol açtı.
Bu kritik süreçte Çömez gibi bir isimle buluşması da “Biz ailecek görüşürüz” izahıyla geçiştirilebilecek çok sıradan bir hadise olmasa gerek.
Peki, Paksüt’ün yine bugünlerde Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olarak bilinen AKP’li Egemen Bağış’la da bir “aile buluşması” çerçevesinde bir araya gelmesinin nasıl bir izahı olabilir?
Bir yüksek mahkeme üyesinin siyasetçilerle bu kadar samimî ve içli dışlı olması normal mi?
20.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|