Türkiye yeni bir 28 Şubat sürecine mi girdi, yoksa zaten bitmemiş ve devam etmekte olan 28 Şubat, AKP hakkında açılan kapatma dâvâsıyla birlikte, eski filmlerin yeni ve benzer versiyonlarını mı vizyona koyuyor?
Gerçi iki soru da aynı kapıya çıkıyor.
Gelişmeler, bazı konularda, evvelce kalınan yerden devam edilmekte olduğunu gösteriyor.
28 Şubat’ta, cemaat de, tarikat da denilemeyecek ucube bir oluşumun önde gelen ismi, soru işaretli bir şahsın kendisine tahsis ettiği evde uygunsuz bir vaziyette basılarak “bitirilmişti.”
Aradan on yılı aşkın bir süre geçti; aynı akıbet bu defa o evin sahibi olan şahsın başına geldi.
Eşzamanlı olarak, Türkiye’yi tesettür defileleri ile tanıştıran firma sahibinin “üç eşli” olması ile ilgili olarak yoğun bir kampanya yürütüldü.
Ve onun şahsında, belirli şartların yerine getirilmesi kaydıyla İslâmın taaddüd-i zevcata, dörde kadar evliliğe izin vermesiyle dalga geçildi.
Ama bu yapılırken, her zaman olduğu gibi, laikçi cenahta çok daha uç boyutlardaki müptezel örneklerle yaşanan ahlâkî tefessüh ve çürümüşlük, inanılmaz demagojilerle örtbas edildi.
Veya kendileri öyle zannediyorlar.
Çünkü televizyonların magazin programları, hattâ iyice magazinleşen haber bültenleri ile gazetelerin sırf magazin ve sosyete haberlerine ayrılan sayfalarında, bu tefessüh örnekleri olanca iğrençliği ile detaylı bir şekilde sergileniyor.
Kendi durumları böyle olduğu halde, vurmak için seçtikleri hedeflerin çok iyi tesbit edilmiş olması ve suçlananların kendilerini savunmaya çalışırken düştükleri üslûp ve söylem hataları da, saldıranların işini kolaylaştırır gibi göründü.
Ama nihaî planda şahısları yıpratarak İslâma leke sürme taktiğinin hiçbir zaman işe yaramayacağı ve başarıya ulaşamayacağı ayrı bir vâkıa.
Çünkü İslâmın hakikatleri şahıslarla kaim değil. Ve şahsî hatalar asla İslâma mal edilemez.
Ne var ki, “İslâm adına mücadele” iddiasıyla sahneye çıkan kimi isimlerin bu tür hata ve suiistimalleri nazara verilmek suretiyle, zaten doğru İslâmı öğrenmekten mahrum bırakılan genç nesillerin olumsuz yönlendirilmesi amaçlanıyor.
Ama hedefler bununla bitmiyor.
Olay, aleni yanlışları ve şaibeli ilişkileriyle bilinen birtakım menfî ve münferit örneklerin üzerine gidilmesiyle sınırlı değil. Bunların yanında, kendi anlayışı ve tarzıyla dine hizmet verme gayreti içinde olan kim varsa, bir kulp takılarak bir plan dahilinde hepsi yıpratılmak isteniyor.
2006 Eylül’ündeki karanlık cami cinayeti ve provokasyonundan sonra faaliyetlerine ciddî anlamda ket vurulan, ardından cemaatin önde gelenlerinden birinin şahsî hayatına dair rahatsız edici ayrıntıların deşifre edilmesiyle iç bünyesi biraz daha kurcalanan İsmail Ağa cemaatinin, son günlerde yine bir medya provokasyonuyla yeniden hedefe konulması bunun dikkat çekip düşündüren en taze örneklerinden biri.
Bediüzzaman’ın, Denizli hapsinde talebelerine yazdığı mektuplardan birinde, tarikat ehline ve bilhassa Nakşilere yönelik hücumlarda kullanılan dağıtma yöntemleri olarak sıraladığı;
“* Ürkütmek ve korkutmak,
“* O mesleğin su-i istimalâtını (istismar edilip kötüye kullanıldığını) göstermek,
“* O mesleğin erkânlarının (önde gelenlerinin) ve mensuplarının kusurlarını teşhir,
“* Materyalist felsefenin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve lezzetli zehirleriyle ifsad,
“* Aralarındaki tesanüdü kırmak,
“* Üstadlarını ihanetlerle çürütmek,
“* Mesleklerini fen ve felsefenin bazı düsturlarıyla gözden düşürmek (Tarihçe, s. 373-4)” taktikleri bazan münavebeli, bazan iç içe geçmiş olarak şimdi de gündemde ve tedavülde.
Tecrübelerle de sabit ki, bu saldırılar ancak Risale-i Nur’da verilen hizmet ölçü ve prensipleriyle boşa çıkarılarak etkisiz hale getirilebilir.
Yaşananlardan çıkarılacak en önemli ders bu.
13.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|