Geride bıraktığımız seçim sonuçlarıyla beraber gündeme oturan “göbeğini kaşıyan adam” aşağılamasından, “ayaklar-başlar” karmaşasına kadar öyle kavram saptırmalarıyla, öyle kafa bulandırma yarışıyla karşı karşıyayız ki… Kimin neyi neden söylediği belli değil…
Ama belli olan bir şey var.
Bu ülkenin gerçek kültürüne kim sahip çıkıyor, kim gerçekten dinî (elbette İslâm dini) literatürden beslenerek konuşup yazıyorsa, belirli kaynaklar tarafından hedefe konuluyor…
Hoş “İslâm-cı” sıfatını kimselere vermeyen kimileri de yedikleri herzelerle bir tutam sakız isteyenlere kenger tarlası bağışlıyorlar ama… Konumuz o kirlilik değil…
Dertleşmeye başladığımızda, kaynaklarımızdan yeterince istifade edemediğimizden girer, çarpıtılan bilgilerden çıkarız…
Bugün sizlere bir çarpıtma gerçeğini aktarmak istiyorum.
Sevgili dostum Mustafa Doğan, kısa bir süre önce yer sergilerinden birinde birkaç kitap görüp aldığını anlatmıştı. Birkaç gün sonra da heyecanla, içlerinden bir kitabı öncelikle bitirdiğini ve çok önemli bilgiler öğrendiğini anlattı…
“Ehli Beyt ve 12 İmam “isimli bu kitap, Yakup Kenan Necef Zade imzasıyla, Neşriyat Yurdu Yeni Şark Maarif Kütüphanesi M. Hüseyin Tutya tarafından 1966’da yayınlanmış…
Yazar, “69 yıllık ömrümün tecrübelerimin mahsulü” dediği ve “Allah’ın huzuruna da bu kitabımla çıkacağım” dediği kitabının sonlarına doğru, “Çok ince üç nokta” başlıklı bölümde üzerinde samimiyetle durmamız gereken iki olay naklediyor bizlere.
İbretlik bu iki olayın anlatımıyla baş başa bırakıyorum sizleri… Kaynaklara inmenin, titiz olmanın, her olayda ve daima “Müslüman feraseti” ile hareket etmemiz gerektiğini hatırlatan anlatımla baş başa bırakıyorum sizleri… Buyurun:
“Aziz yurttaşlarım ve sevgili dindaşlarım,
Bizzat şahit olduğum ve karşılaştığım iki acı müşahedeyi buraya nakletmeden geçemiyeceğim:
1 — Bu yılın ilkbaharında Safiye Ünüvar adında ve Sultan Reşat zamanında Dolmabahçe Sarayı’nda hanedana mensup kız çocuklarına ders veren bir bayan öğretmen ‘Saray hâtıralarım’ adlı bir kitap çıkardı.
Kitabı basan Cağaloğlu Yayınevi. Bu bayan öğretmen merhum Sultan Reşat’ın kendisine verdiği hediyelerin resmini de bastırmış. Onlardan biri çerçeveli bir levha ve şu yazı :
‘Taleb-el ilm farizetün alâ küllü müslimün ve müslime.’ (Bütün Müslüman erkek ve kadınlara ilmi öğrenmek farzdır.)
Fakat ne görsem beğenirsiniz? Nasıl tercüme edilmiş bilir misiniz’? Levhanın altında şu cümle var :
‘Bütün Müslüman erkek ve kadınlara din ilmini öğrenmek farzdır.’
‘Din’ kelimesi burada fazlalık. Vakıa Îslâm dininde ilim de var ve Müslümanlık yalnız oruç tutmak, namaz kılmaktan ibaret değildir. Yani din ilmini öğrenmekle insan ilim de öğrenir. İlk nazil olan âyet de ilme verilen önemi belirtiyor.
Ne de olsa bu çevirme yanlış. Tam ve doğru bir tercüme değil. Kitabı yazan bayan öğretmenin belki de bundan haberi yok.
Bastıranı bir ahbabım tanıyormuş. Onunla haber yolladım. ‘Niçin böyle yanlış tercüme edilmiş?’ dedim. Bastıranın şu aşağıdaki cevabı bu yanlışlığın kasten yapıldığını ispat ediyor: ‘Evet ben de biliyorum. Fakat İslâmiyeti kötülemek için kasten böyle yaptım. Okuyan Müslümanlığın bir yobazlık ve gericilik olduğunu sansın diye!’
Ey benim değerli okuyucularım;
Şimdi sorarım size: Bu mudur İslâmiyet, bu mudur Müslümanlık?
Demek ki hadîsi tahrif eden bir ilerici ve bizler gerici.
Tevekkeli şair şu güzel sözü boşuna söylememiş:
‘Ey hired bahş-i asfiya-i ibâd
Ne tuhaf bendeler yaratmadasın.’
İşte bizde Laizizm’in yanlış anlaşılmasının ve yanlış tatbik edilmesinin kötü sonuçları.
2—Yine bu yıl Haziran ayının son günlerinde 20 yıllık dost, ahbap ve arkadaşlarımı dünya gözü ile bir daha görmek ve 20 senelik hasreti gidermek için İzmir’e gittim ve Basmahane istasyonunun karşısındaki otellerden birinde bir aile dostumuzun misafiri olarak bir kaç gün kaldım.
İzmir’e vardığım akşam bindiğim vasıta geç kalmış, yatsı namazının vakti geçmiş ve Basmahane Cami’inin kapısı kapanmıştı.
Otelin İdare Müdüründen, odamda namaz kılmak üzere seccade gibi bir şey istedim. ‘Bizde böyle bir şey arama, yok!’ dedi.
Kendisine şu sözleri söyledim :
‘Ben bir kaç yıl önce tedavi için ve yatmak üzere İstanbul’daki Alman Hastahanesi’nde tahsis edilen odaya girdiğim zaman namaz kılmam için Alman hemşireden seccade gibi bir şey istedim; hemen getirdiler.
Orası bir Hıristiyan sağlık müessesesi olduğu hâlde hemen arzumu yerine getirdiler. Burası bir Müslüman memleketi, Müslüman şehri ve bir Müslüman, Türk oteli. Burada böyle bir şey niçin bulundur muyorsunuz?’
Ertesi gün tam öğle vakti otelin kapısının önünde duruyordum. Ezan okunmaya başladı. Tam ‘Hayye alel felâh’ derken otelin îdare müdürüne dedim ki :
‘Eğer biz Türkler ve Müslümanlar yalnız ezandaki bu (Hayye alel felâh) sözünün anlamına tam mânasiyle nüfuz ve hulûl ederek o anlamı kavrayıp vazifemizi yapsak memleketlerimiz dünyanın en ma’mur ülkeleri ve milletlerimiz de cihanın en bahtiyar ulusları olurlar.’
Otelde 5 gün kaldım. Son kaldığım gün orayı temizlemeye gelen köylü kadına bu olayı anlattım, bana şu cevabı verdi:
‘Bana söyleseydiniz ben hemen gider, namaz kılacağınız şeyi bulup getirir ve verirdim.’
Eh, şimdi o saf, temiz, dindar Anadolu köylü kadın gerici ve otelci ilerici öyle mi?
Alman hemşireye de ‘gâvur’ diyeceğiz değil mi?
Heyhat!”
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|