Demokratik cumhurî yönetimlerde, millete güvenmek, halkın iradesine saygı göstermek esastır.
Demokrasinin "olmazsa olmaz" şartlarının başında, yönetim kadrosunu hür iradenin tecellisine göre şekillendirmek gelir.
Bu hür iradeye ne ölçüde saygı duyulur ve gereğine uyulursa, bir ülkenin demokrasisi de o ölçüde gelişmiş, tekâmül etmiş demektir.
Türkiye'deki durum mâlûm... Bizdeki demokrasi, düşe kalka ve ne acıdır ki süngünün ya ucunda, ya da gölgesinde kalarak yoluna devam etti.
Süngüden kurtulma çabası içine düştüğü dönemlerde ise, maalesef bu kez ya medyanın taarruzuna, ya da yargının darbesine mâruz kaldı.
Bu realite, tam bir paradoks ve tenakuz hali teşkil ediyor.
Demokrasi adına cumhuriyet zemininde faaliyet gösteren bazı partilerin durumuna baktığımızda ise, bunların en az yukarıdaki tenakuzlar kadar dikkat çekici bir vaziyet arz ettiğini görmekteyiz.
Meselâ, en eskilerden biri halkçı geçindiği isminde de "halk" tâbiri yer aldığı halde, esasında halktan kopuktur. Dahası, halkın hür iradesine de inanmıyor, güvenmiyor. Bundan dolayı da, gerilimlerden, ihtilâl ve muhtıralardan medet umuyor. Onun en büyük işi, gücü, harcı budur.
Kezâ, ismi "İşçi Partisi" olduğu halde, gerçekte işçilerle ciddî bir münasebeti bulunmayan, onların desteğini yüzde bir oranında dahi alamayan en az elli yıllık partiler var bu ülkede.
Tuhaf ama bir başka gerçek de şudur ki: Bir kanlı terör örgütüyle münasebetini, yahut fikrî bağlantısını red veya inkâr edemediği halde, yirmi yıldır değiştirmek zorunda kaldığı belki bir düzineye yakın isminin hemen tamamında "demokrat" tâbirini kullanır durur. Artık, bu ne menem bir demokratlıksa...
Oysa, demokrat olan, hürriyetleri tehdit eden bir şiddet hareketini asla benimsemez, hatta karşısında durmayı en mühim ve öncelikli bir vazife addeder.
Aynı şekilde, "Halkçıyım" diyen de, "İşçilerin partisiyim" diyen de, almış olduğu isme yaraşır bir politik tavır sergilemeli ve ismiyle müsemma bir siyasî kulvarda yürümeli.
Böyle olmadığı ve bunu yapmadıkları takdirde, maskeli ve kamufleli bir yöntemle siyaset yapıyorlar demektir.
Bu da, demokrasinin ruhunu zedeleyen ve her türlü hastalığın mikrobunu içinde barındıran bir yapılanmaya götürür.
Oysa demokrasi, bu değil. Demokrasi, aynı zamanda açıklık ve şeffaflık rejimi demektir. Kimin ne gibi bir işi, gücü, harcı, zikri, fikri varsa, hepsini bu şeffaflığın içinde yapıp yürütmesi gerekir.
Yok, böyle yapmayıp da, sürekli şekilde örtülü, maskeli ve kapalı devre usûlü bir siyaset ahlâkı ile hareket ediliyorsa, buna asla itibar edilmez, itimat edilmez.
Zaten, millet de onlara itibar etmiyor ve destek de vermiyor. Esasında, onlar da bunu biliyor ve bildikleri için de, milletin hür iradesiyle yetinmeyip başka hesapların peşine düşüyor, başka beklentilerin içine giriyor.
Ancak, her şeye rağmen, demokrasi Türkiye'de giderek güç ve erdemlik kazanarak yoluna devam ediyor. Bu da, başka türlü hesap ve beklentiler içinde olanların hevesini kursaklarına hapsediyor.
Tarihin yorumu
12 Mayıs 1965
Bangladeş'te kasırga: 10 binden fazla ölü
Bugün Myanmar'da yaşanan ve on binlerce insanın hayatına mal olan kasırganın bir benzeri, bundan 43 sene evvel yine aynı ülkenin sınır komşusu olan Bangladeş'te meydana geldi.
O tarihte henüz Pakistan'a bağlı olan Bangladeş'te yaşanan bu kasırga felâketi, resmî rakamlara göre 10 binden fazla insanın ölümüne sebebiyet verdi.
Yüzde 85'i Müslüman olan ve nüfus yoğunluğu itibariyle dünyanın en kalabalık coğrafyası diye bilinen Bangladeş, Aralık 1971'de bağımsızlığını ilân ederek Pakistan'dan ayrıldı.
Hindistan'ın doğusunda, Myanmar'ın (eski Burma) batısında yer alan Bangladeş'in nüfusu, 150 milyon civarında olup Türkiye'nin yaklaşık iki katı kadardır.
12.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|