Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Tesettür-gösteri birbirine ters...

Bu hafta yıllardır gündemden düşmeyen muhafazakârlaşma tartışmasını konuşacağız. İslâmî kimliğiyle de bilinen aynı zamanda hukukçu olan yazar Sibel Eraslan toplumun tüketim çılgınlığı içinde olduğunu söylüyor. Muhafazakâr değerlerin yozlaştığını belirten Eraslan “Kalkınma, sosyal adaleti öngörmüyorsa sahici değildir. Ahlâkî konularda atılması gereken adımlar var. İdarecilerin bu konularda bize örnek olması gerekiyor. Kazancın tek gaye olduğu, İngilizce’den ‘win win’den çevrilen ‘kazan kazan’ sloganının sık sık tekrarlanması da beni açıkçası yoruyor, yorgun düşürüyor” diyor.

Toplumun muhafazakârlaştığı yönünde bir iddia varsa da bunun karşısında muhafazakârların kültürel açıdan bozulduğunu ifade eden görüş de var. Sizce durum nedir?

Bence 1980 tarihinden sonrasında toplumumuz ciddî bir dönüşüm yaşadı. Darbeyle birlikte baskıcı bir döneme girdik ardından tam aksi liberal bir dönem başladı. O dönemde yakılan değişimin ışığıyla Özal’la birlikte siyasî yelpaze sağ-sol kutuplaşmasından bir nev'î savrularak sağcılaşmayı tercih etti.

Devlet mi?

Devlet değil, ancak devletin içindeki merkez kuvvetlerden sivil yaşama alanlarına kadar yaşanan bir ucu günümüzün egocu bireyciliğine dayanan bir tekilleşme çığırı açıldı. Ama ana değişim kararı merkezden verilmişti. Bu merkez elbette kendinden menkul değil, uluslar arası güçlerin de Türkiye üzerinde biçtiği bir rol vardı ve 80 sonrası sadece Türkiye için değil Doğu Bloku açısından da sancılı bir liberal rüzgâr demek anlamındaydı. İçerden ve dışardan yapılan bu müdahalelerle 12 Eylül sonrası dünyevileşme eğilimi olarak karşımıza çıktı. Meselâ Özal dönemiyle birlikte medyada ilk kez “köşe dönme” ifadeleri yer almaya başladı. Aşırı liberalleşme gibi menfi tarafların yanı sıra yavaş yavaş toparlanan yeni Anadolu işgücünü, yerli sermayeyi, işadamlarını da aynı dönemde görüyoruz. Yani 1983 ile 1994 arası yerli sermayenin kendine yer edinme aşamasıydı. 1994’te ise politik mühendislerin öngöremediği şaşırtıcı bir patlamayla Refah Partisi İstanbul ve Ankara başta olmak üzere Türkiye’deki bir çok belediye başkanlığı seçimlerini kazandı. Özal döneminde inançlı ve yerli değerler üzerinden konuşan insanların siyasette görünmeye başladığına şahit olduk. Yani hem dünyada, hem de ülkemizde soğuk savaş dönemi kutupluluk anlayışı yavaş yavaş değişim aksına girmişti diyebiliriz. Zamanın ruhu dediğimiz şey, ibreleri sağ ve liberal olarak ayarlıyordu, daha fazla hürriyet ve daha fazla tüketim…

Peki sağcılaşmadan neyi kastediyorsunuz?

Daha liberal, demokratik değerleri öne çıkaran, daha yerli değerlere atıf yapan, ekonomiyi, zengin olmayı, refahı önceleyen, ilkin kalkınmacı hemen ardından kuralsız rekabete dönüşücü siyasî ve ekonomik duruş… 1980’lerde başlayan ekonomik, siyasî süreç 2000’lerde kendini sivil toplum örgütü ve medya gücü olarak da organize edince, yerleşik elit-orta sınıf algısı altüst olmaya başladı. Son zamanlarda “hayat tarzı” üzerinden devam eden tartışmanın altında da bu var bence: Eski merkez ve dar çevre, yeni girişimcileri ve yeni simaları istemiyor kariyer paylaşım masasında. Türkiye’nin son yirmi sekiz yıllık sürecinde adım adım gelişen, organize olmuş, kendine güvenen, profil olarak daha çok gençlerden oluşan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapıyı şu partiden veya bu partiden diye adlandırmanın imkânsızlığından dolayı sağ deyimini tercih ediyorum. Yerli değerleri önemseyen ve evrensele atıf yapan muhafazakârlaşmayla karşı karşıyayız bugün.

Muhafazakârların evrensele atıf yapmasını nasıl açıklayabiliriz?

Deneyimlerle oldu bu… Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatma dâvâlarında meselâ önemli bir dil farkı vardır. İslâmî kesimin çoğunluğuna yakın kısmı AB’ye karşıydı, haçlı ittifakı olarak bakıyordu AB’ye. Ama kapatma dâvâları ve başörtü yasaklarının Strasbourg’a taşınan kısmıyla yeni bir dille tanıştık. Özellikle FP kapatma dâvâsında yapılan savunma çok ciddî bir hukuk manifestosuydu, ister istemez bu savunma dili, AB’nin Strazburg Kriterleri üzerinden yapılanan yeni politik bir söyleme dönüştü. RP’den FP'ye geçişte önemli bir tecrübe yaşandı. Uluslar arası hukuka atıf önem kazandı. Leyla Şahin dâvâsında da bunu açıkça gördük, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Danıştay’ın doğal bir uzantısı şeklinde görülmeye başlandı her ne kadar menfi kararlar çıksa da bu böyle…

AB’ye olan şüphecilik nasıl ortadan kalktı?

28 Şubat 1997 döneminde büyük bir toplumsal baskıyla karşı karşıya kaldık. Seçimi kazanmış iktidar, baskılar sonucu yönetimden ayrılırken seçimi kaybetmiş hatta parlamentoda olmayan partiler hükümet kurdu. O dönemde büyük bir hukuksuzlukla karşı karşıyaydık. 3500 öğretmen hakkında soruşturma açıldı. İstanbul Hukuk Bürosu’nun tesbit ettiği kadarıyla 97-2002 arasında 30 bin civarında derdest dâvâ vardı başörtüsü sebebiyle eğitim ve istihdam hakkı gaspedilenlerin açtığı… 4 bin civarında lise veya üniversite öğrencisi okullarını bırakmak zorunda kaldı. İnsanlar fişlendi. Batı çalışma Grubu gibi yasadışı bir oluşum ülkenin kaderine el koydu.

Demin yerel değerleri önemseyen evrensele atıf yapan genç kuşaktan bahsettiniz. Gençlerin peki evrensele açılmada etkisi nedir?

Yirmi yılda o kadar çok şey değişti ki çocuklarımız artık yeryüzü insanı. Özellikle internet ve İngilizce üzerinden ciddî bir küreselleşme szökonusu. Bizler globalizm hakkında olumlu ya da olumsuz tartışmalarımızı yapa duralım. Çocuklarımız hergün okula gitmeden önce internetten Tibet’te ismini bilmediğim bir dağın üzerinde yaşayan kartalın yumurtasının çatlayıp çatlamadığını gözetliyorlar. ABD ve Afrika bir arada. Belli bir yaşın konuşma dili steno benzeri kısaltılmış bir İngilizce. Eskiden Fransızca ve Almanca da vardı. Ama giderek tek dil, tek müzik, tek komedi şeklinde pervasız bir aynılaştırma mitinin içine hapsolduk. Dünya bir taraftan küreselleşirken, küçülürken, iç baskılar bizi dışarı açıyor, dışarıyı zorluyor. Eskiden mütedeyyin bir ailenin kızının Van’dan İstanbul’a okumaya gelmesi ciddî bir sorunken, şimdiki kızlarımız Van’dan Kanada’ya okumaya veya iş bulmaya gidiyorlar. Kastamonu’dan Çin’e gitmiş kızlar tanıyorum ben, hasta bakarak üniversite okuyorlar Çin’de, anneleri okuma yazma bilmiyor aynı kızların, devasa bir yarık veya şoktur bu aynı zamanda, ama göğüslemek düşüyor bize…

Muhafazakârların kamusal alanlarda görülmeye başlaması toplumun dindarlaştığını mı gösterir?

Bizim toplumumuz dinî referanslarından asla kopmuş bir toplum değildi ki. Ezanın yasaklatıldığı günlerde bile bu böyleydi, inanç geleneği çok kuvvetli bir toplum yapımız var. Sömürgeleşmemiş üç İslâm ülkesi var, Türkiye, İran ve Afganistan ne yazık ki Afganistan 79’dan beri işgal altında. Ama ülkemizdeki kadim inanç kültürü her türlü baskıya ve değişime rağmen kendini hissettirecek bir moral gücü her zaman bulmuştur.

Muhafazakâr iktidarın dindar insanları liberalleştirdiği konusundaki fikriniz ne? Kimisi toplum böyle olduğundan hükümet liberal politika izliyor, diyor. Kimisi de hükümet toplumdaki yozlaşma artıyor, diyor. Sizce hangisi?

Tek başına siyasal aktörlerin bu değişimi yönettiğini söyleyemeyiz. Toplumun en alt katmanındaki tekstil atölyesinde çalışan bir kız, işporta tezgâhında çalışan bir baba, bir öğretmen, bir işçi...bu insanların değer yargıları da toplumsal değişimi etkiliyor. Yani gidişli gelişli bir ilişki bu, politikalardan topluma, toplumdan izlenen politikalara doğru akordeon etkisi dediğimiz bir şey var ve fakat Türkiye’deki değişim beni ürkütüyor.

Nesi?

Tamamen tüketim ve kuralsız tüketim üzerine bina edilen sert kapitalizm düşüncesini merkeze alan yaşam tarzlarımızla ürkütücüyüz. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, bırakınız yıksınlar, bırakınız sahip olsunlar” gibi tamamen güdülerin tatminine yönelik bu yeni merkantalist çığır beni açıkçası korkutuyor. Kontrolsüz devam eden bu tüketim çılgınlığı sonuçta bir toplumu yok olmaya kadar götürebilir. Ahlâkî değerlerin yozlaşması ve bunun üzerine bir türlü inşa edilemeyen edebî, sanatsal, kültürel, siyasal, bilimsel yoksunluk facia...

Siz toplumsal ve kültürel değerlerin yok olduğunu söylüyorsunuz?

İnsanlar her şeyi parayla ölçmeye başladılar çünkü. Her şeyin bir fiyatı var ve her şey satın alınabilinir oluyor gözlerimizde. Bunun karşısında sizin kültürel, bilimsel çalışmalarınız veya idealizminiz değer taşımıyor ve insanlar bu gibi şeylere zaman ayırmıyor. İnsanları kuralsızca kazanmaya, harcamaya, tüketmeye yönelten bu çılgın akım karşısında sükûnete ve sekinete davet etmek kolay değil.

Peki çıkış yolu nedir?

Kültürel yozlaşmada şu öncülük etmiştir veya şu ardıldır demek yerine sorunları ortaya koymak gerekir. Değerlerimize dönüş, siyasal partilerden değil toplumdan ve fertlerden başlayacak. Çocuğum yozlaşmadan büyürse başarılı olacağım diyen bir anne meselâ temel taşıdır bu müsbet aydınlanmanın. İyiliğin sesi kısık ve mütevazidir. O tek kişilik iyilik sesinden dönüşebilir toplum ancak! Bu durumda insan tekinin Yaratıcıyla olan dikey muhasebesini çok önemsiyorum. Biz gençken önce toplumu değiştirelim derdik, şimdi ise tek bir insanı ve onun vicdanını imanî hakikatlere açmasını önemsiyorum.

Özalla başlayan iktidarın anlayışında hiç mi sorun yok sizce?

Öncelikle şunu söylemek gerekir. AKP’ye karşı başlatılan antidemokratik ve hukuk dışı baskıların karşısındayız. Bunun için AKP’li olmaya gerek yok. Kalbinde Türkiye için iyi bir his taşıyan her insanın isteği budur: Bu hukuksuz süreç son bulmalı. Bunun yanında iktisadî kalkınmanın neredeyse tel gerçek olarak ileri sürülüyor oluşunu cidden eleştiriyorum. Kalkınma, sosyal adaleti öngörmüyorsa sahici değildir. Ahlâkî konularda atılması gereken adımlar var. İdarecilerin bu konularda bize örnek olması gerekiyor. Kazancın tek gaye olduğu sık sık “kazan kazan” sloganının İngilizceden “win win” diye tekrarlanması da beni açıkçası yoruyor, yorgun düşürüyor.

Muhafazakârlarla liberaller arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Ben liberal değilim ancak mesleğim gereği hukuku ve demokrasiyi önceleyen, önemseyen bir dilim var. Liberallik eğer değer yargısı konusunda nötrlüğü hatta karşıtlığı ya da bütün değerlerin birbiriyle çatışmasını anlatıyorsa liberal olamam. Çünkü benim inançlarımla temellenen değer yargılarım var. Sosyal adalet kavramı inancımın temelini yapılandırıyor, ama bir liberal için sosyal adalet yüktür, bağnazlıktır.

Başbakan’ın TESEV’in başkanı Can Paker’in evinde liberal gazetecilerle görüşmesini nasıl değerlendirdiniz?

Başbakan şayet bu ülkenin başbakanıysa bu ülkedeki tüm kuruluşlarla elbette görüşecektir. Sizin de söylediğiniz gibi bu görüşmeyi bazıları için önemli kılan masada sadece liberal gazetecilerin olmasıydı. Benim soru işaretlerimse daha başka...

Nedir o soru işaretleri?

Benim soru işaretim Can Paker’in başkanı olduğu TESEV’in Goerge Soros'la olduğu iddia edilen bağlantısı. Bu konuda insanlarda su-i tefehhüm var. Bu güne kadar açıkça böyle bir bağlantımız yok denilmedi. Soros başka ülkelerde marjinal gurupları merkeze çekmeye çalışırken Türkiye’de Soros’un istekleri merkezde olan liberaller tarafından seslendiriliyor.

Sizin bu görüşmede itiraz ettiğiniz konu var mı?

Can Paker’in yemek sonrası medyadaki konuşmalarında Türkiye’yi sınıflara ayırarak değerlendirmesini doğru bulmadığımı yazdım da köşe yazımda. Batıcılığı yemekte içki içildiğine vurgu yaparak açıklamasını meselâ yüzeysel ve kategorik buldum. Can Paker konuşmasında elit ve kitle ayrımı yapıyor. Elit kimdir? Masaya davet eden midir? Şayet böyleyse masaya davet edilen olarak Başbakanımız kitlenin temsilcisi oluyor. Cidden merak ediyorum elit nedir, nerde yaşar ve niçin elittir? Elit ülkenin sahibi midir? Seçimlere girip kazanmış mıdır? Emekli midir, para biriktirerek mi elit olmuştur? Ona halka “kitle” diye hitap etme gücünü veren nedir? Elit, ülkenin derin ve görünmez gücü müdür? Elitin ne olduğunu öğrenmek istiyorum? Bu elit kesim gücü nerden alıyor?

Sizce elit ülkenin sahibi gibi mi davranıyor?

Yaşadığımız kapatma dâvâsı da bu değil mi? Bu ülkenin sahibi biziz, neyin doğru olduğunu ancak biz biliriz. Siz ne yaparsanız yapın; istediğiniz okulu bitirin, istediğiniz ekonomik ve siyasî güce sahip olun ülkeyi biz yönetiriz anlayışı… Bu ülke “Seçimleri yüzde doksanla da kazansanız fark etmez” diyebilen savcıların halkına “topyekûn savaş” açabilen medyaların, vatandaşına “yarasalar” diye hitap edebilen politikacıların, “Şayet örtülüler üniversitelere girmeye kalkarsa kapıları kilitler onları içeri almayız” diyebilen sözde akademisyenlerin ülkesi maalesef….

TESETTÜRLE ŞOV BİRBİRİNE TERS

Muhafazakâr kadınların giyimi konusunda da tartışmalar yaşanıyor. Giyim nedir sizce?

İnsanların medeniyet tarihi, giyinme tarihidir. Çıplaklık doğduğumuz andan itibaren telâfi etmeye çalıştığımız adeta bir travmadır. Giyinerek toplumsallaşırız, medenileşiriz. Dolayısıyla giyimle medeniyet arasındaki bağı kurmamız gerekiyor. Bu bağı kurmak konusunda çok imkâna sahip değiliz. Bugün meselâ İstanbul hanımefendisi dediğimizde aklımıza kolayca bir figür, fotoğraf gelemiyor. Her şey prefabrik, herkes bir örnek giyiniyor.

Tekbir firmasının defilesini nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu bir bağ arayışı mı?

Kadınların giyimini hiçbir firma tam anlamıyla belirleyemez. Kıyafeti öncelikle o bölgedeki kadınlar belirler. Klimatif (iklim) şartlar, âdetler, alışkanlıklar, ekonomik güç, etkileşimlerle şekillenir kadın giysileri. Aynı zamanda kadın giysisini bir politikacı da belirleyemez.

İletişim çağında bir firmanın kadın giysisi üzerinde etkisinin olmadığını söyleyebilir miyiz?

Kadınların giyimindeki renk, model, tarz seçimleri günümüzde artık küresel albümlerden ilham alıyor. İnsanlar birbirine benzemek istiyorlar, sevdikleri kişilere benzemek istiyorlar. Bu istekler çok insanî fakat bunun üzerinden oburca kazanç sağlayıp üstüne üstlük bunu kutsalla ilişkilendirmek çok kötü... Din alış verişi gibi...

Tekbir olayı böyle bir olay mı?

Bence sorun firmanın kıyafet satıyor oluşu değil. Tekbir isminin kullanılmasında. Tekbir ismi dışında giyimi çağrıştıran başka isim de bulunabilirdi ve biz o zaman bu konuyu daha serinkanlı bir biçimde tartışıyor olabilirdik. “Tekbir”i ve kutsalı ürettiğimiz mala indirgemek, bize kazanç sağlayan bir malın ismi haline getirmek o değerin içkin anlamlarını boşaltmak anlamına gelir. Firma sahibinin çok eşlilik konusunda yaptığı açıklamaları kırıcı ve galiz buluyorum.

Peki tesettür ve defileyi bağdaştırıyor musunuz?

Tesettürle gösteri, şov birbirine ters kavramlar. Tesettür sadece başın örtünmesi anlamına gelmediği gibi nefis tezkiyesini de işaret eder, Batınî hakikatlere bir dokunuştur. Defile ise göstermeyi, sergilemeyi, gözükmeyi önceleyen bir durum. Tesettür nefis muhasebesi, içe dönüşü, hakikat arayışını anlatır. Tesettür meydan okurcasına insanların nazarlarını çekmek değildir.

PARÇASI BENDEN

Dergâh yayınları’ndan çıkan “Parçası Benden” adlı yeni öykü kitabımda ana tema “parçalanma” üzerinden seyrediyor… 1995 yılında Bosna-Srebrenica’daki toplu katliâmlarda bedeni parçalanmış Boşnak bir müzisyenin dört parça halindeki hikâyesi…

Hasan Hüseyin KEMAL

12.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (08.05.2008) - Dernekler, okullar kadar etkili

  (05.05.2008) - Derin devlet herkesi kullanır

  (28.04.2008) - Bediüzzaman Said Nursî, dini devlete muhtaç görmüyor

  (23.04.2008) - “Zübeyir Gündüzalp” kitabının yazarı İbrahim Kaygusuz: Hafız Ali, Hoca Sabri, Hulusi Efendileri de y

  (21.04.2008) - İstanbul, depremde su sıkıntısı çekebilir

  (20.04.2008) - AB için kararlı adımlar atılmalı

  (15.04.2008) - ‘Said Nursî'nin fikirleri çok orijinal’

  (14.04.2008) - Demokrasi yolundan dönüş yok

  (13.04.2008) - Tekstil sektöründe kan kaybı devam ediyor

  (12.04.2008) - Hasan Yalçın: Zübeyir Ağabey yap demez, yapardı

 

Bütün haberler