‘Bu kadarı da olmaz’ denilen hadiselere şahitlik etmeye başladık. Türkiye’deki ‘yasakçı’lar, artık Avrupalı siyasetçileri de ‘mürteci’ ilân etmeye başladılar. Bu yaklaşımlarında kendi bakış açılarıyla ‘haklı’ da olabilir. Fakat bu tavır, ne Türkiye, ne de dünya gerçekleriyle uyuşmaz ve örtüşmez; bari bu bilinsin.
Türkiye, dünya ile entegre olmaya başladıkça; dünya siyasetçileri de Türkiye’de yaşanan haksızlıklara şahit olmaya başladı. Bu güne kadar ‘kapalı devre’ uygulanan yasaklar, artık dünyanın da gündeminde. Avrupa Birliği yolunda ilerlemeye karar veren bir ülkenin idarecileri, “Ben ne dersem o olur” anlayışını terk etmek durumunda. Bunu bildikleri için, doğruyu söyleyenleri ‘onuncu köy’e kovmaya çalışıyorlar. Neymiş, ‘kimse bizim iç işlerimize karışamaz’mış! Tabiî ki kimse kimsenin ‘iç işi’ne karışamaz, ama artık dünya ‘küçük bir köy’ gibi oldu ve bazı konular ‘iç iş’ olmaktan çıktı. Meselâ, kasırganın vurduğu Myanmar’daki cuntacılar, “Kimse bizim işimize karışmasın” diyebilir mi? Belki der, ama bu söz dünya nezdinde taraftar bulabilir mi? “İnsanlık” bir kişi ya da bir ülke meselesi değil, dünyanın meselesidir. İlâve olarak, AB’ye üyelik yolunda ilerleyen Türkiye’ye; üye olmak istediği ‘kurum’ olan AB yöneticilerinin söz söyleme hakkı doğar. Bu bakımdan, AB yöneticilerine itiraz edenlerin taraftar bulması mümkün görünmüyor.
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve AB Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in gerek Türkiye ziyaretleri sırasında ve gerek başka mekânlarda seslendirdikleri ‘doğrular’ bizdeki ‘yasakçılar’ı tam anlamıyla çileden çıkardı. Son sözlerini, en önce söyleyerek; bu iki isim başta olmak üzere onlar gibi düşünen AB yöneticilerini bir anlamda ‘mürteci/gerici’ ilân ettiler.
Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz ‘aydın’ların bu itirazını ibret ile seyrediyoruz. Akılları sıra AB yöneticilerini “gerçekleri bilmemek”le suçluyorlar. Oysa asıl gerçekleri bilmeyen kendileri! Yaptıkları icraatlar ve savundukları fikirler; ‘suları tersine akıtma’ gayretinden başka ne ile izah edilebilir? 2008 yılında hâlâ ‘kamusal alan’a sığınıp, başörtüsü yasağını savunuyorlar. Savundukları yanlış elbette bununla sınırlı değil, fakat bu çarpıcı bir örnek. Bütün dünya hak, hukuk ve adalet noktasında ilerlerken bizdeki yasakçılar Türkiye’nin yerinde saymasını ya da ‘geriye’ gitmesini istiyorlar. Bu tavırlarıyla asıl “gerici”nin kendileri olduğunun da farkında değiller...
Yanlışlarında o kadar ileri gidiyorlar ki, Barroso’nun “Laiklik zorla dayatılamaz” sözüne bile itiraz ediyorlar. “Laiklik dayatılmasaydı demokrasi olmazdı” diye yazıyorlar. (Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 10 Mayıs 2008) Aslında burada “laikliğin” dayatıldığını itiraf etmiş oluyorlar. Peki, laiklik dayatıldı da demokrasi oldu mu? Olmuş olsaydı bugün bu tartışmalar yaşanır mıydı? Ayrıca, aynı gün, aynı gazetenin 3 yazarının (M. Y. Yılmaz, O. Ekşi, Y. Doğan) AB yöneticilerini ‘toptan’ eleştirmeleri tesadüf olabilir mi?
Demokrasilerde kararı millet verir. Hiç kimse ‘dayatarak’ işini yürüteceğini düşünmesin. Yürütülebilseydi, bu güne kadar dayatılan konularda yol alınırdı.
Milletimiz, hem de 2008 yılında; ‘dayatmalar’ı savunan ‘büyük gazete yazarları’nı ibretle ve hayretle izliyor...
12.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|