Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Zeynep GÜVENÇ

Eşyaların da bir dili olsa



Teknoloji o kadar ilerledi ki günün birinde bunu da yaparlar mı diye düşünmeden edemiyorum. İkinci, üçüncü, beşinci, hatta belki on beşinci el eşyaların sahibi olunca merakıma mucip oldu, dedim ki: kimbilir hangi memleketin insanları oturdu üzerinde bu koltukların, ne acılar ve mutluluklar yaşandı şu yemek masasında! Hele bi konuşsalar kimbilir neler anlatırlar. Onlar susuyorlar biz konuşuyoruz.

Bir kere girdim mi bu garip düşüncenin içine, vesvese de peşimi bırakmadı tabiî, başladım kuruntulanmaya. Eşyaların eski sahipleri üstüne alkollü birşey döktü mü? Evde köpek besliyorlarsa kesin necis bişey vardır bu koltukların üstünde, iyice dezenfekte etmeden oturmamak lâzım falan filan.

Bütün bunlar orta halli bir Türk ailesi için, uzaktan gazel okumak öyle değil mi? Ben Amerika’ya geleceğimi öğrendikten sonra burada yaşayan arkadaşlarıma hayatın nasıl olduğunu sormuştum, onlar da bana, “Yeni evlenip gelen biri olarak beklentilerini en aza indirmen gerek” dediler. Meselâ Türkiye’de olsa yeni yeni mobilyalar alırsın ve ilk kullanıcısı da sen olursun, ama burda göçebesin. Gurbette hayat her an eyalet değiştirme ya da Türkiye’ye kesin dönüş yapma riski taşıdığı için çoğu kimse yeni eşya almıyor. O kadar şaşırmıştım ki bu duruma “nasıl yani?” demiştim, giysi olsa ablandan kalır, küçülür giyersin, ilk senin olmaz ya da herhangi başka bir şey, ama yeni evlenip giderken evinin eşyası neden yeni olmasın ki?

İkinci el eşyaların öyle bir pazarı var ki hemen herkes o pazarda alış veriş yapabiliyor, internet siteleri garaj satışları, her şeyin çok uygun fiyata satıldığı bu pazar, benim için de gün geçtikçe sıradan hale gelmeye başladı.

Şimdi bu konuyu da nerden buldu, diyeceksiniz hemen söyleyeyim; biz yine taşınıyoruz ve eşyalarımızın bazılarını da bu sebeple satıyoruz. İnternete ilânımızı verdik. Eşyaları görmeye geldiler. Birgün Hintli, bir gün İspanyol… Sonunda zenci iki çocuklu bir aile eşyalarımızı satın aldı. Çok garip bir duygu hissettim. Bizim için çoktan eskimişler, onlar için artık yeni eşyalardı. Vakti zamanında bizim için de yeni olan eşyalardı üstelik bunlar. Dünyadaki yerini bir bebeğe teslim eden yaşlı bir dede misali, ilkbaharda açan yaprakların sonbaharda dökülmesi gibi mevsim değişikliği yaşıyorduk.

Aslında ömrümüz de öyle değil miydi? Bize ait olan ne vardı? Bazı olumsuzluk gibi görülen şeylerin, hayattaki çok önemli gerçekleri yüzüme vurmasıyla aklım başıma geldi.

Nasıl onlar senin değilse, ilk senin olan da sende kalmayacak, ne gerek var tasalanmaya? Aşağıdaki örnekte olduğu gibi.

Bir zamanlar çok zengin bir adam, şöyle bir vasiyette bulunmuş: “Ben ölüp yıkanınca, şu eski çoraplarımı ayağıma geçirin. Benim için çok önemli. Ben, mutlaka bunlarla gömülmek istiyorum. Göreyim sizi bakalım, bu çok önemli vasiyetimi yerine getirebilecek misiniz?” Vakti saati gelince her ölümlü gibi o zengin de vefat eder. Cenazesi yıkandıktan sonra, oğulları iki eski çorabı alıp getirirler ve “Hocam, babamızın vasiyeti var, şu eski çorapları, babamızın ayaklarına giydireceğiz.” derler. Cenazeyi yıkayan hocaefendi, bu istekleri kabul etmez. Israrlarını da reddeder. Bu sefer müftüye çıkarlar. O da, “Dinimizde böyle bir şey olmaz” diyerek kesip atar.

Onlar da ister istemez, babalarının bu önemli vasiyetinden vazgeçmek zorunda kalırlar. Cenazeyi kabre defnedip evlerine dönünce komşularından birisi, elinde bir mektupla gelir ve “Babanız, vefatından önce bana böyle bir mektup vermiş” ve “Bunu oğullarım benim cenazemi gömüp eve dönünce kendilerine verirsin, demişti.” der. Oğullar, merakla babalarının mektubunu açar ve ahiretten gelen bir mesaj gibi okumaya başlarlar: “Evlâtlarım, işte gördünüz ki o kadar zenginliğime rağmen dünyadan, bir çift eski çorabımı bile kabrime götüremedim. Kefenin cebi yok. Aklınızı başınıza alın... Ne yapacaksanız hayatta iken ahirete göndermeniz gerekenleri ihmal etmeden gönderin.

Aldanmakta fayda yok.” Bu mektup onlar için çok tesirli bir ders olur.*

Göçebeliğimizin farkına vardıkça yüceliriz. Kervansarayları saray sanmamak ve büyüsüne kapılmamak ümidiyle…

*Abdullah Aymaz “Çitlembik” s. 61

19.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (12.02.2007) - Şiddet

  (05.02.2007) - Aşûre Gününden kalanlar

  (29.01.2007) - Uyan ey gözlerim gafletten uyan!

  (22.01.2007) - Kırmızıda geç, yeşilde dur(!)

  (15.01.2007) - Doğru yolda sabit kalmak

  (08.01.2007) - Gurbette acı haber almak

  (01.01.2007) - Bayram mı, yılbaşı mı?

  (25.12.2006) - “Baby shower” ve “potluck”

  (18.12.2006) - Dizi dizi diziler

  (11.12.2006) - Sağlık çilesi

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004