Ulusalcı dalga, gündeme gelme telâşı yaşıyor. Kendinden söz ettirmenin bin bir yolunu bulma gayretinde, her defasında farklı figür ve söylemlerle dikkat çekmeye çalışıyor. Referans aldığı kesitler, millî mücadele döneminin olağanüstü ve özel şartları.
Güya ülke “işgal altında,” kuşatılmışlık söz konusu,” gaflet ve hiyanet” çemberini kırmaya çalışıyorlar. Bu ifadeleri siyasî terminolojiye kazandırma çabaları, çatışmacı bir üslûp ve gündemi gerdirici bir psikolojiyi beraberinde getiriyor.
Kendini ülkenin hakimi ve kurtarıcısı görmeye “adayan” bu sevgisi kendileri dışında kimseyle uzlaşmaya açık olmayan ve tepkiyi planlamaya çalışan ulusalcı dalga, denize attığı taşın etki alanı üzerinden oluşturduğu dalga boyu ile bir çalkantı yapma derdinde.
Olgunlaşan toplumun sağduyusu ve onun engin hoşgörü denizi böyle küçük suların akıntısına ve denizi etkileyecek kadar dalga boyu oluşturmasına müsaade etmemektedir.
Geçmişinde imparatorluk kültürü ve İslâm inancı olan bir toplum, etle tırnak gibi kaynaşmışken, millî iradenin maruz kaldığı açık kapalı darbeleri bertaraf etmeyi başarmışken, yeni bir dalgalanmaya açık değildir.
İlginç olanı, birbirine benzer onlarca derneğin son iki yılda gündeme oturma eylemleridir. Meselâ dört tane Kuvayi Milliye derneği var. Bunların 2005 ve 2006 model iki dernek başkanını 32. Gün adlı programda kısmen izleme imkânım oldu. Sadece televizyona çıkmanın avantajını kullanıyorlar. Dişe dokunur bir yaklaşım ve toplumu kaynaştıracak bir söylem bulamadım.
Daha ilginci, bildiğiniz gibi Kur’ân, silâh ve bayrak üzerine Mersin’de yapılan yemin töreni. Derneğin başkanı emekli bir asker. Şuyuu vukuundan beter, konuşması ise yaptığından beter bir tablo çiziyor.
Diğer ulusalcı dernekler de bundan geri kalmıyor. Çoğu asker emeklisi. Sivil hayatı tanzim etme meraklarını bir nebze anlayabilirim. Geçmişte üniformalarıyla ilgi duydukları toplumsal olaylara, şimdi serbestçe sivil örgütlenme ile katkı yapmak isteyebilirler.
Ancak garip olan, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde yaşanan kongre kavgaları da gösteriyor ki, kendi aralarında bile sakin bir toplantı yapamayan gergin halleri var.
Burada hassasiyetleri tahrik etmenin bir yolu olarak “kahramanlık” şovu yapılmıyorsa, daha sağlıklı ve sükûnet içinde kendi meramlarını ve görüşlerini başka düşüncelere de saygı duyarak ortaya koymalıdırlar.
Bunu başarmaları mümkün mü? Yapılanma, yaklaşım ve kökenleri itibariyle zor görünüyor. Demokratik farklılık içinde, meşrû zeminde kendilerini belirginleştirme hakları, her ülke vatandaşı için eşittir. Dikkat etmeleri gereken, kendilerini imtiyazlı görme halinden kurtulmalarıdır.
İmtiyazın tapusu millettedir. O, vekâletini kime verirse millî iradenin tecelli yeri orası olur. Bunun kurumsal değeri parlamentodur. Meşrû yürütme organı da hükümettir. Bunun da süreci partileşme ile seçim maratonunda halkın ayağına gidip onun rızasını almaktır.
Bu güne kadar Savaş Vural’tan, Yekta Göngür Özden’e kadar bir çok kişi, sivil bir oluşum kurmayı başaramadılar. Bir kısmı ise seçimlerde boyunun ölçüsünü aldı.
Emekli olmuş birkaç generalin daha böyle dernek furyasına katılıp ulusalcı dalgaya katkı yapma girişimleri, demokratik sistemin sınırları içinde kabul edilebilir. Ancak demokratik nizamı zorlama alışkanlıkları, eskisi gibi kolay olmayacaktır.
AB sürecinde; Türk-Kürt kardeşliği, azınlıkların rahat yaşaması ve ortak akılla düşünme iradesine muvaffak olmuş bir ülke özlemi daha önde. Bağımsızlık isteği, milletin kendi arzusudur. Bunu hiçbir güç kendine tahvil edemez.
Öyleyse, hazımsız insanların “güçbirliği,” “müdafa-i hukuk” kavramlarına sığınarak, gerginliği arttıran davranışları, sağduyu karşısında başarılı olamayacaktır. Herkese düşen, duyarlılıklarını itham ve hakaretten arındırarak, kendini medenice ortaya koymasıdır.
19.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|