“Bağdat’ta Şiilerin yaşadığı Sadriye bölgesinde akşam saatlerinde bomba yüklü bir kamyonun infilak etmesi sonucu 135 kişi öldü, 300 kişi de yaralandı.”
Hafta sonu haberlerinde geçen bu cümle yine bir intihar saldırısının kanlı bilânçosunu veriyordu. Bu satırları yazarken nasıl yutkunduğumu, kalbime damlayan gözyaşlarının akıttığı acı ve kederi tarif edemem.
Bu acı haberleri izleyen her insanın duyabileceği ıztırabı hissettim, yaşadım ve yazarken bari zalimlere olan tepkimizi dile getirelim diye düşündüm.
İnsanlık tarihinin en utanç verici sahneleri maneviyat şehri Bağdat’ta yaşanıyor. Abidevî şehir Bağdat, Kerbelâ’dan beter ciğersuz vak'aların yaşandığı bir ölü şehri oldu.
Ne zamana kadar bu vahşet seyredilerek geçiştirilecek?
İslâm dünyası, suskunluğunu ve sessizliğini ne zaman bozacak?
Saddam bahanesiyle oynanan oyun, şimdi hangi yalana sığınacak?
Bu haliyle, mızrak çuvala sığmıyor. Ancak binlerce insanın başı çuvala girdi.
Uluslar arası camia, sadece Ortadoğu turları yapmakla ve kukla rejimlerin sözüm ona siyasî temsilcileri ile görüşerek neyi halletti?
Dünya kamuoyu, kan gölüne dönmüş Irak’ı ne zamana kadar görmezlikten gelecek?
Bir tarih yok oluyor. Bir medeniyet çöküyor. Bir nesil katlediliyor. Bir ülke talan ediliyor. Batının pis ve vahşi eliyle... O canavar kan kusucunun bitmeyen iştahıyla...
Irak halkı, gözümün önünde gitmiyor. “Duâ etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor” demek yeterli mi? O konuda da rahat değilim.
Bu zulümler ve tırmanan iç savaş, bir uyanma ve toparlanma ile işgal kuvvetlerine karşı ortak hareketi doğursaydı, belki biraz teselli bulacaktım.
Ancak gel gör ki, mezhep ve ırk esasına dayalı husûmet tohumları maalesef yeşermeye başladı. Kardeş kardeşi vuruyor. İç çatışma gerginliği ile terör bütün ülkeyi sardı. Kim-kime, dumduma bir vaziyet.
Acı veren bir manzara. Hüznü derinleştiren bir fitne, ortalığı kasıp kavuruyor. Güdümlü bir hükümetin aymazlığıyla tamamen teslim alınmış ve silâhın gölgesinde korku duvarını aşmış ölümle yüz yüze bir toplumun felâketi yaşanıyor.
Anneler de, bebekler de, canlar da, cananlar da ecel terleri ile burun buruna. Hayatlarının baharında ölüm çığlıkları ile pençeleşen ve geleceğinin bütün ümitlerini kaybeden bir ülkenin insanlarını her gün televizyonda görmeye, gerçekten hiçbir vicdan dayanamaz.
Mazlûmluğun bu denli onurlu bir irtifada, en zalim ve en ağır bir zulme ve tecride maruz kaldığı bir yüzyıl savaşı, bir ülke kanı henüz kaydedilmedi.
Ülkenin üçte biri kayıp, ölü ya da göç etmiş veya ülkesini terk etmiş durumda. Taş üstünde taş kalmadı. Cenaze ambarına dönen ülkede, hâlâ Şiî-Sünnî, Kürt-Türk-Arap çatışmaları ile zalimlerin ekmeğine yağ sürmek, ayrı bir şuursuzluk ve ihanet.
Acıların bölgesi, zulümlerin platosu bu coğrafyada, akil insan ve basiretli siyasetçi kıtlığı ile maalesef bugünlere gelindi.
Irak’ın sükûneti sağlanmadıkça, hiçbir komşu rahat edemez. Batı dahil, kimse suskunluğuyla bir sonuca varamaz. Bu utancın altında kalırlar. ABD de rahat edemez. Mevcut savaş çetesi başkan ve ekibi de tepe taklak, tarihin en karanlık sayfasında yerlerini almaya hazırlanıyorlar.
İnsana ve cana kasteden bir medeniyetin kirli ve kanlı eli, İslâma uzandıkça, içimiz kanıyor ve bu kanayan yaranın bir şuura vesile olmasını temenni ederek, yaramızı manen sarmaya çalışıyoruz.
Daha fazla acı çekmeden, bu bölgede barışa giden bir huzur bekliyoruz. Öncelikle işgal kuvvetlerini defederek…
“Mazlûmların Allah’ı var ve bu zulüm yerde kalmayacak” inancıyla ve hesap günü ile ancak bir nebze teselli buluyoruz. Esas tesellimiz, zalimlerin çekilmesini ve mağlûbiyetini görmek olacak.
İnsanlık, sınavını kaybetme tehlikesi ile yüz yüze...
Umarız, sınavını verir.
06.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|