Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Yasemin GÜLEÇYÜZ

Karanlığı sorgulamak…



Televizyonun yaygınlaşmadığı 1970’li yıllarda çocukluğumuzun kahramanlarındandı Sezercik… Uyuşturucu, polisle silahlı çatışma derken, geçtiğimiz günlerde “Sezercik bu hale nasıl geldi?” başlıklı haberler sıkça yer aldı basında…

Aynı günlerde, bu tabloyu sorgulayan gözü yaşlı, kalbi yaralı biri daha vardı.. Katledilen Ermeni gazeteci Hrant Dink’in, inançlı bir insan olduğu her halinden anlaşılan eşi Rachel Dink… Eşine veda konuşmasında “Bir bebekten bir katil ortaya çıkartan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diyordu titreyen sesiyle.

Suçluların anneleriyse şaşkındı. Çakır gözlerinden sarışın çilli yüzüne dökülen gözyaşlarını oyalı yazmasıyla silen Karadenizli anne, tüm safiyetiyle ağlayarak konuşuyordu mikrofonlara: “Oğlum öyle şeyler yapacak biri deyil. Onlari tanimazuk, etmezuk…”

“Çocuklar bu hale nasıl geldi?” sorusunun cevabı Rachel Dink’in konuşmasında saklı.

Biraz da sözlü tarih konuşsun…

Ailelerde nesilden nesile aktarılan sözlü tarihin, resmî tarihten çok daha gerçekçi ve samîmî olduğunu düşünürüm nedense… Dedelerin ve ninelerin hayat hikâyelerini dinlemek en cazip filmden bile daha çekicidir her zaman… Bilmem bu fikre katılır mısınız?

Dinlediğiniz her bir hikâye, sorduğunuz her bir soru aile ağacınızın köklerine, belki ülke tarihine ait bir keşfe götürür sizi. Yaşınız ilerledikçe bakarsınız ki, tatlı sohbetlerini dinlediğiniz kişiler teker teker gidiyor sonsuzluk âlemine. Ve siz anlatıyorsunuz onlardan duyduklarınızı küçüklerinize…

Rahmetli babamın aktardığı aile öykülerinden bir tanesi de memleketimiz olan Eğin’deki Ermenilerle ilgiliydi. Daha çok sanat ve ticaretle uğraşan Ermenilerle komşuluk ilişkileri Birinci Cihan Harbi yıllarında bozulmuştu. Savaş kargaşası, bozgun, tehcir olayları yaşanırken hem Müslümanların, hem Ermenilerin birbirlerine zarar verdikleri dönemler oluyordu. Ne İsa’yı, ne Musa’yı tanıyan ve ortamı fırsat bilen çeteler de ayrı bir problemdi…

İşte o kara günlerde, İstanbul medreselerinden mezun hocalar, Müslüman halkı devamlı ikazlarıyla yönlendiriyorlardı: “Ermenilerin kadınlarına, çocuklarına, acizlerine dokunmayacaksınız. Kat’iyyen caiz değildir…”

Ah, o Fırat Nehri, dili olsa da konuşsa! Anlatsa bir bir yaşananları…

6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da özellikle Ermeni ve Rumlara karşı yapılan yağma olaylarında dedemin, babaannemin hassasiyetinde Birinci Cihan Harbinde Eğin’de yaşananların büyük payı vardı… Dedem 6-7 Eylül’de kendilerine sığınan Rum-Ermeni komşularını “Beni çiğnerseniz alabilirsiniz…” diyerek yağmacılara teslim etmemişti… Yaşananlar inancına tersti çünkü.

İnsanın inandıklarını hayatına aksettirme çabası, aynı zamanda kendine duyduğu saygının bir göstergesi değil mi?

İmtihan dünyası işte…

Eksilerimiz, artılarımız…

Lavaboda ellerimizi yıkarken, arkadaşım takıntılarından bahsediyor …

Yemekten önce, yemekten sonra, otobüsten inip eve geldiğinde ellerini devamlı yıkadığını ve bu alışkanlığı anne babasına borçlu olduğunu söylüyor. “Ellerimin derileri artık isyanlarda” diyor gülerek. “Düzenlilik takıntım da var üstelik. Çalışıp bitirdiğim tüm dosyalarımı masamın üstünden kaldırırım. Başkalarının da düzenli olmasını beklerim. Bu halimden zaman zaman kendim de rahatsız oluyorum, iletişimimi engelliyor” diyor… Gülümseyerek dinliyorum. Aşırıya kaçmadığı müddetçe elleri sıkça yıkamanın sıhhî bir alışkanlık olduğunu, hele ortak kullanım alanlarından istifade ediyorsak bilhassa dikkat etmemiz gerektiğini belirtiyorum… “Ben de dağınıklığın içinde kendine göre bir düzeni olanlardanım” diyorum gülerek… “Sende Rabbimizin Münazzım ve Kuddüs isimleri azamî derecede tecellî etmiş demek ki, ne güzel! Allah bana da nasip etsin” diye de ekliyorum…

“Yok canım ben o kadar değerli, kutsal değilim ki. Hiç böyle düşünmemiştim” diyor telâşla çıkarken...

Arkasından bakarken, söylediklerini düşünüyorum. Tüm kâinatın merkezinde yer alan insan, kendisinin ne kadar değerli olduğunun farkında mı?

Şeyh Galip’in asırlar öncesinden kulaklarıma fısıldadığı dizeleri hatırlıyorum:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen…”

04.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (28.01.2007) - Annemarie Schimmel’den “İslâm’da kadın” üzerine notlar...

  (21.01.2007) - Matematik ve sonsuzluk…

  (31.12.2006) - Saff-ı evveller

  (24.12.2006) - Ne olmuş bu kadınlara?

  (17.12.2006) - Tulumbacı sendromu

  (10.12.2006) - Zaman nehri…

  (03.12.2006) - Papa’nın hatırlattıkları...

  (26.11.2006) - Ağaçlar meyveleriyle bilinir

  (19.11.2006) - Memleketimden insan manzaraları

  (12.11.2006) - Modern hayattan çoban-kurt-kuzu hikâyeleri...

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004