Osmanlının baş tâcı İstanbul, yangınlarıyla da meşhur bir şehir. Geçmişte, en küçük bir yangın, daracık sokaklarda, birbirine bitişik ahşap evler sayesinde hızla genişleyerek pek çok can ve mal kaybına sebep olmuş… Tarihte şehrin büyük bir bölümünün yeniden yapılanmasına sebep olan yangınlar bile var.
Geçenlerde okuduğum bir kaynak, İstanbul yangınlarına farklı bir açıdan bakmamı sağladı. Tek suçlu bitişik nizam evler ve o dönem teknolojisi değildi. Tulumbacılar da suçluydu…
Üstün Dökmen Hoca, yeni çıkan kitabında tanımladığı sendroma “Tulumbacı sendromu” adını veriyor. Sendromu anlatırken Osmanlının itfaiye ekiplerine de atıfta bulunuyor.
Efendim, tulumbacılar yangını söndürmeye giderken, kendileri gibi aynı yangını söndürmeye giden başka bir tulumbacı grubu onları geçerse, durup kavga etmeye başlarlarmış. Kazanan taraf, kaybeden tarafın da tulumbasını alıp kendi mahallesine geri dönermiş…
Bu arada yangın mahallini sormaya gerek var mı?
İşte Dökmen Hocanın, belli bir amaca yönelmişken, amaçtan sapma şeklinde tanımladığı sendromun adı tarihteki bu gerçeğe dayanıyor.
Bediüzzaman Hazretlerinden
konuyla ilgili bir nükte…
Bediüzzaman Said Nursî, 1952'de Eşref Edip ile yaptığı çok hikmetler ihtiva eden sohbetinde iman hizmetinin önemini vurgularken, aynı zamanda bu sendromun belirtilerini de tanımlamış bence…
Aşağıdaki satırları okuyup, kararı siz verin… “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında, bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.."
(Detaylı bilgi için bakınız: Bediüzzaman
Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 543.)
Bir tutam da tarih bilgisi…
Tulumbacılar, yangın çıkınca etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı dönemi teşkilâtı. 1720 senesine kadar İstanbul'da çıkan yangınları, yeniçeriler kanca, balta, su kovası vesâire gibi itfâiye âletleriyle söndürürlerdi. Gerektiğinde yeniçerilere acemi ocağı efradı da yardım ederdi. Yangın söndüren yeniçerilerle acemilerin gayretlerine mükâfat olarak ikrâmiye verilir; içlerinde iyi hizmeti görülenler terfi ettirilirdi. Yangın söndürme levazımâtı ilk zamanlarda bedesten dellâlında durur ve yangın olduğu vakit gelişi güzel kim isterse bunları alıp, yangın söndürmeye giderdi. Zaman zaman kargaşaya ve çapulculuğa sebep olan bu hizmet, Yavuz Sultan Selim Han zamanında kaldırılarak tamâmen yeniçeri ocağına verildi. Bu usûl tulumbacı ocağının kuruluşuna kadar devam etti.
Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vâsıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleriyle yangın yerine koşarlardı. Yangına koşar adım gidildiğinden neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalmaması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi. Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamânın imkânları nispetinde yangını söndürmeye çalışırdı. Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde "Haaayt... Karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider. Kasımpaşa'nın yiğitleri bunlar!" gibi naralar atarlardı…
www.turkcebilgi.com'dan..
Merkezi boş bırakmak…
Otelleşen evler…
Modern (!) hayat tarzı, insanı özellikle de kadınları evinden dışarı çıkmaya dâvet ediyor. Tüketimi merkeze alan bir hayat modeli, her gün daha cazibelisi eklenen alış veriş, eğlence mağazalarını da adeta hayatın "kıble"si durumuna getiriyor.
İnsanlar, kadınıyla erkeğiyle, "Çalış, tüket, lüks yaşa! Çalış, tüket…" formülüyle özellikle metropollerde sabah karanlığından, akşam karanlığına köleler gibi koşturup duruyorlar. Kim demiş kölelik kalkalı asırlar oldu diye! Bu köleliğin asırlar öncesindeki kölelikten farkı, bilerek, severek, gönüllü olarak kabullenme olsa gerek …
Merkezi ev olan hayat biçimi yavaş ve derinden kayıp, merkez nokta ev dışına taşmakta. Evler bir nevî otelleşmekte…
Showroom evler…
Peki çalışmayıp evde olan "cins-i lâtif", merkezin öneminin, kıymetinin ne derece farkında? TV karşısında saatlerce, o kanaldan bu kanala geçerken, eşinin dişini tırnağına takarak kazandıklarını hemen her yıl (showroom-sergi salonu misâli) evinde yaptığı dekorasyon değişikliklerine ve gardrob muhtevasını yenilemeye harcarken, altın ve gümüş günlerinde gününü gün ederken merkezin ehemmiyetinin ne derece bilincinde?
Merkezî nokta, o tarz hayatlarda da kaymaya başlamamış mı?
Sersem komutan…
Merkezi zayıf bırakan komutanın hikâyesini bilirsiniz.
Düşman kimi cephelerde kendisine katıldığı halde, merkez kuvvetlerini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıflatan ve neticede az bir düşman askerine yenilen sersem komutan örneği, bizden çok da uzak değil. Sabır, şükür, kanaat, iktisat, Sünnet-i Seniyyeye tâbî olmaya çalışma gibi manevî destekleri önemsemeyip türlü çeşit hazların peşinde sağa sola dağıtan günümüz insanı, kendi merkezinden sağlığından, evinden ve ailesinden vurulmakta…
Eve dönüş çalışmaları
Oysa ki, evimizin, ailemizin sığınağımız ve hayatımızın merkezi olduğunun bilincine varıp merkezin kıymetini bilmemiz, boş bırakmamamız gerekiyor.
Kaliteli ve donanımlı bir insan olabilmenin yolu, her dem iç dünyamızdaki manevî bataryalarımızı tefekkürle zinetlendirdiğimiz imanî değerlerle yenileyip, tazeleyebilmekten geçmekte… Ancak o zaman eşimizi, çocuklarımızı içimizden yansıyan iman nurlarıyla aydınlatabiliriz…
Netice-i kelâm: Kadın ister çalışsın, ister çalışmasın hayatının sabit noktası imandan kaynaklanan bir bağ ile "gönüllü köle"si olduğu evi, eşi ve çocukları olmalı. Sair vazifeler sonradan gelmeli.
Batı kaynaklı haberlerde de zaten bu gerçeği görmek mümkün. Nisa taifesi, fıtratının sesini dinleyerek yavaş yavaş ev merkezli hayatın kıymetini anlayıp, yuvalarına dönmekte…
"Ne diyelim, darısı başımıza" desem kızar mısınız?
Not:
Bizim Aile dergisinin Ocak sayısı için "Çalışan Kadın" konusunu dosya olarak hazırlama aşamalarında arkadaşlarımla münâzarâsını yaptığımız meselelerden bir tanesini sizinle de paylaşmak istedim. "Kadın çalışsın, çalışmasın!" konusundaki sığ tartışmalar bir tarafa, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Merkeziniz, yani kalbiniz, aileniz, eviniz ne âlemde? Dahiliye Nezareti, yani İçişleri Bakanlığı vazifelerinde bir aksayış var mı, her şey yolunda mı gidiyor?
17.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|