Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Ay yükseldiği yerde parlar



Mevlâna, edebiyatımızın ve düşünce dünyamızın mehtabıydı.

San’at, ilk defa onunla tanıdı aşkın ışık hâlindeki in’ikasını. Şiir, ateşin şulelerini onun manzumelerinde gördü ve edebiyat onun terennümü sayesinde tebessüm etti.

Işık, şevk ve cezbenin insicamından müteşekkil o nûrânî parlaklık gözlere gülümseyip gönülleri aydınlatmaya başlamadan önce, âlem insan eli ile kana bulanan karanlık bir zamanda yaşıyordu.

O mehtap, 1207 yılının karışık ve kasvetli günlerinden birinde Belh’te doğdu. Padişah sarayından çoban çadırına kadar her mü’minin evinde her zaman ibadet iştiyakıyla icra edilen güzel bir âdet, o gün orada da huşu içinde yaşandı.

Annesi Mü’mine Hatunun müjdesi üzerine babası Bahaeddin Veled iki rekât şükür namazı kıldıktan sonra çocuğun sağ kulağına ezanla birlikte Muhammed adını, sol kulağına da okuduğu kametin ardından Celâleddin ismini fısıldadı.

Böylece, hilkatinden beri ruhlar âleminde ruhanî bir hayat yaşayan ışık endamlı ve sevimli bir ruh daha dünyaya gelip cesedine bürünmüş olarak yeni hayatına başladı.

Ailesinin hassasiyetine çevresindeki insanların itinası da eklenince Celâleddin mükemmel bir eğitim gördü ve daha beş yaşına gelmeden yetişkin insan hâlleri yaşamaya başladı.

Bir gün babasına, yalnız olduğu zamanlarda emsâlini hiçbir yerde görmediği nur yüzlü insanların yanına gelip kendisine çok farklı şeyler öğrettiklerini söyleyince evliyaullahın, oğluna gayb âlemini anlattıklarını anlayan babası çok sevindi ve Celâleddin’i “Hüdavendigâr” lâkabı ile çağırmaya başladı.

Harzem Sultanının, halkın kendisine gösterdiği ilgiden rahatsız olduğunu izhar etmesi üzerine “Yüce sultanımıza arz ederiz ki, bu fâni cihanın tâc ü tahtı ancak padişahlar içindir. Bize asker, hazine, saltanat gerekmez. Göç ise ancak gönül ehli ve Allah mahbubu dervişler olan bizlere yaraşır. İzin verilsin, gönül hoşluğu ile sefere çıkacağız” diyerek 1212 yılında ailesini ve bazı talebelerini de yanına alarak Belh’ten ayrıldı.

Göç kafilesinin ilk durağı Nişabur oldu. Onları karşılayan büyük mutasavvıf Feridüddin Attar henüz altı, yedi yaşlarında olan Celâleddin’e yakın ilgi gösterip Esrarnâme adlı mesnevîsini hediye etti. Uğurlarken de “Sübhanallah, bir derya bir ırmağın peşine düşmüş, gidiyor” diyerek takdir hislerini dile getirdi.

Göç güzergâhı üzerinde bulunan Bağdat’ta ve diğer konaklama merkezlerinde de zamanın meşhur âlimleri ile tanıştırılıp hepsinden itibar gören Mevlânâ, ruhunda hissettiği coşkun akışı mısralara dökmeye başladı:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş”

Bu coşkun akış ancak Mukaddes topraklarda sükûnet buldu. Aile büyükleri hac vazifelerini ifa ederken Mevlânâ “Peygamberimizin güzellik bağının bir köşesinde na’t söyleyen bir bülbül” hâlet-i ruhiyesine girerek şevkli anlar yaşadı.

Hicaz’dan sonra İslâmın ilk fetih ordularının gittiği yolu takip ederek önce Kudüs’e ardından Şam’a gelen kafile, her konaklama yerinde ilim ve zikir meclislerini ziyaret ederek Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde üzerinden Karaman’a geldi.

Şehri dolaşıp halkın hâlini gördükten sonra orada hizmet edebileceğine inanan Bahâeddin Veled, Karaman’da kalmaya karar verdi. Adına yaptırılan medresede halkı teskin, tenvir ve irşat çalışmalarına başladı. Yedi yıl gibi kısa bir zaman içinde Karaman’ı, devrin meşhur ilim, san’at merkezlerinden biri hâline getirdi.

Bu arada yirmi yaşlarına gelen ve ilim, edebiyat, tasavvuf, felsefe, san’at sahalarında hızla temayüz eden Celâleddin, bu çalışmaların yanı sıra o zamana kadar yazılmış Arapça ve Farsça birçok kitabı okudu, Yunanca’yı ve Lâtince’yi de öğrendi.

Bu sırada önce hanımı Mü’mine Hatun, ardından da büyük oğlu Muhammed Alâeddin’in vefatları, Bahâeddin Veled’i derin bir üzüntüye düşürdü ise de Celâleddin ve Gevher Hatunun izdivacından doğan Sultan Veled ve Alâeddin Muhammed onu biraz olsun tesellî etti.

Ne vefatların üzüntüsü, ne doğumların sevinci, Karaman’da devam eden hizmetleri engellemedi. Bu gayretli çalışma neticesinde yaşanan inkişaf çevre illere de yayılmaya başladı.

Devletin ancak din, ilim ve san’atla ayakta durabileceğini çok iyi bilen Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, devrin meşhur âlim, şair, san’atkâr ve mutasavvıflarını Konya’ya toplayıp bu idare merkezini bir ilim ve kültür deryası hâline getirmesine rağmen, Karaman’a kadar gelen Sultanü’l-Ulemâyı Konya’ya getirmemişti ama yine de sık sık devlet erkânından elçiler göndererek dâvete devam ediyordu.

Karaman’da çalışmalarının hedefine ulaştığını, ahalinin toprağa yerleşip sahip çıktığını, onları irşat ve gerektiğinde ikaz edecek kadar da âlim ve fâzıl insanın yetiştiğini gören Bahâeddin Veled, hizmet ve faaliyetlerini daha da genişletmek maksadıyla Alâeddin Keykubad’ın dâvetini kabul ederek Konya’ya hareket etti.

Bahâeddin Veled ve kafilesini teşkil eden gönül fedaileri de öyle bir kuvvete sahip oldukları için Belh’ten Konya’ya pek çok hükümdar, sultan, bey, eşraf tarafından alıkonulmak istenmesine rağmen oralarda kalmadılar ve gönül rızası için Konya’ya kadar geldiler.

Onun gelişini kendisi ve şehir için bir şeref sayan Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad ve saray heyeti, Sultanü’l-Ulemâyı şehrin dışında karşıladı. Sultan, atına bile binmedi ve onunla beraber şehre girdi.

“Bu dünyada ne kimseye uymuşluğumuz var

Ne şu atlas kubbe altında ev kurmuşluğumuz”

Bu mısralarla da ifade edildiği gibi şahsı için kimseden bir şey istemeyen bu insanları memnun etmenin yolu, şahıslarına verilecek şeyleri millet için istemelerinde idi.

Onun için, mutantan bir şekilde karşılanmasına ve her yerde olduğu gibi emrine saraylar tahsis edilmesine rağmen, Âlimler Sultanı yine eski âdetine riayet etti ve Altun-Abâ medresesine yerleşti.

Sahalarında deryalaşan bilgileri ile Konya’yı ummana çeviren âlimler, şairler, mutasavvıflar, san’atkârlar ve devlet ricâli, hiçbir büyüklük ve kibir hissi duymadan, Sultanü’l-Ulemânın etrafında toplandılar.

“Pek acayip bir şey bu:

Bir şehirde padişah bir tane olurdu,

Gökyüzünde ay bir tane.

Bu şehir padişahlarla dolu,

Gökyüzü aylarla, zuhallerle”

Mevlânâ’nın bu teşbihlerinde de ifadesini bulduğu gibi Konya, yalnız Anadolu’nun veya İslâm âleminin değil bütün cihanın gıpta ettiği bir ilim merkezi hâline geldi.

Bu merkezde Celâleddin, Arapça, Farsça ve Lâtince kaynaklar okuyup devrin meşhur âlimlerinden ders alırken, Bahâeddin Veled de camilerde vaaz edip medreselerde dersler vererek irşat vazifesine devam etti.

Sultanü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled, Konya’da iki yıl kadar bu şekilde hizmet ettikten sonra 1231 yılında Hakkın rahmetine kavuştu ve devlet adamları, âlimler, şairler, dervişler ve halktan müteşekkil kalabalığın iştirak ettiği bir merasimle defnedildi.

Aradan geçen zaman içinde, ateş böceğinden güneşe kadar gördüğü her parlaklıktan ışık içen, ilim öğrenen, fikir alan Mevlânâ, babasının vefatı ile hiç beklemediği bir anda binlerce insanın, etrafında toplanarak kendisinden ışık, şevk ve feyiz beklediğini görünce şaşırdı.

Çünkü o hep öğrenmeye alışmıştı. Daha gönlünde ummanlar dolusu bilgiyi alacak kadar boşlukların olduğunu hissediyordu. Kendisi dolmadan başkasını irşat etmeye çalışmanın, hizmeti istenilen hedefe ulaştıramayacağını düşünerek Karaman’a çekilerek hummalı bir şekilde çalışma içine girdi.

Bahâeddin Veled’in Konya’da başsız kalan binlerce talebesi ve müridi, sadakatle onun dönmesini beklerken, Âlimler Sultanının Belh’te bıraktığı talebesi Burhaneddin Muhakkik, gaybî bir emirle vazifelendirilmişçesine Horasan’dan Konya’ya geldi.

O sırada Celâleddin hâlâ Karaman’da idi. Burhaneddin Muhakkik onu Konya’ya çağırdı ve imtihan etti. Onun bütün ilimlerde erişilemez bir mükemmelliğe ulaştığını fakat hakikat ilminde biraz noksan olduğunu anlayınca, bir müddet Konya’da kalarak onu o sahada da yetiştirdi.

İlmi, İlâhî bir gaye için öğrenen her insan gibi onda da öğrenme azmi bitmiyor, anlatıldıkça daha fazlasını istiyordu. Her şeyi tam olarak öğrendiğine kanaat getirmeden de başkalarına faydalı olmak, çevresinde toplananları irşat etmek gibi bir çaba göstermiyordu.

Kendisi orada oldukça Mevlânâ’nın irşat vazifesine başlamayacağını anlayan Burhaneddin Muhakkik, ona hakikat ilminde de icazet verdikten sonra hizmetin mesuliyetini kendi üzerine almasını sağlamak için Konya’dan ayrıldı ve gerektiğinde yardım etmek maksadıyla Kayseri’ye yerleşti.

Onca insanı eğitme vazifesinin ağırlığını bir anda omuzlarında hisseden Mevlânâ, cemaatin manevî ihtiyaçlarını karşılayıp müşküllerini halletmesine rağmen, kendisini bu makama lâyık görmeyerek ilim öğrenmek için Şam’a ve Halep’e gitti.

Orada bulunan birçok âlimden dört sene kadar ders aldı. Tefsir, hadis, fıkıh, mantık, meânî, usûl, edebiyat, matematik, tıp ve fen gibi dinî ve fennî ilimleri öğrenip kitaba, sünnete uygun ibadet âdâbını bütün incelikleri ile kavrayarak mütekâmil bir mürşit oldu.

Şam’dan dönerken önce Kayseri’ye uğrayıp hocası Burhaneddin Muhakkik’i ziyaret ederek çalışmalarını anlattı, onun duâ ve himmetlerini aldıktan sonra Konya’ya geldi.

Bu sırada Celâleddin’in genç hanımı Gevher Hatun vefat etti. Bu hadisenin teessürü, içinde hayatı boyunca varlığını hissedeceği bir yara açmakla beraber, her İslâm mütefekkiri gibi o da şahsî acıları yüzünden hizmet şevkini bozmadı ve iştiyakla çalışmaya başladı.

Bu azim ve kararlılık onu da, Konya’yı da çok çabuk değiştirdi. Onun gelişi ile birlikte medreseler hareketlendi, camiler canlandı, tekkelerin ve zaviyelerin sayıları da müdavimleri de arttı.

Mevlânâ’nın rehberliğinde dinî, fikrî, ilmî, içtimaî sahalarda sağlanan bu hareketlenme, dünyevî işlerde de kendisini gösterince Konya’da, iki cihanı da ihata eden yepyeni bir hayat yaşanmaya başlandı.

Böylece, Horasan diyarında doğan ve hızla yükselen bu ay, doğduğu yerler kararmasına rağmen geldi; Anadolu’yu içine düştüğü karanlıktan kurtardı ve gönülleri mehtap parlaklığıyla aydınlattı.

Çünkü ay, doğduğu yerde değil yükseldiği yerde parlar.

17.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (10.12.2006) - İmam-ı Rabbânî’nin hatırasına

  (03.12.2006) - Bir sürgün yeri

  (26.11.2006) - Öğretmenler Günü komedisi

  (19.11.2006) - İstanbul’un hazireleri

  (12.11.2006) - Ebedî yaşama iştiyakı

  (05.11.2006) - Bir şairin çocukluk yılları

  (29.10.2006) - Taştaki tekâmül temayülü

  (22.10.2006) - Bayram sabahları

  (15.10.2006) - ‘Nur’un mânevî avukatı’

  (08.10.2006) - Ramazan ve san’at

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004