İnsan ilginç bir varlık. Çocukluktan itibaren sürekli bir şeyler elde etmek isteyen, sahiplenmek ya da hakimiyet kurmak isteyen bir varlık. İlk önce oyuncakları sadece onundur. Müdahaleyi reddeder. Annesi babası gibi sevdikleri de sadece onundur. Zaman gelir “Bu hayat benim, ben karar veririm” der.
Elbette “Benim hayatım” derken, “Senin hayatın değil” mânâsı vurgulanıyor. Bu ifadeler, hayatın ileri safhalarında bedel ödemek ya da ceza ve mükâfat gibi karşılıklar dikkate alınarak söyleniyorsa yerden göğe kadar haklı. Çünkü istisnalar hariç, ne bu dünyada ne de öbür dünyada kimsenin kimseye faydası yok. Herkes eninde sonunda yaptıkları ile tek başına yüz yüze geliyor ve gelecek.
Evet “bu hayat başkasının değil” ancak “ne kadarının bize ait” olduğunu iyi tesbit etmek gerekiyor. Şimdi Mesnevî-i Nuriye’den bir ifade aktaralım: “Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir.”
İnsan vücudunun içiyle, dışıyla, maddî ve manevî donanımıyla misilsiz bir san'at eseri olduğunda şüphe yok. Şüphe duymadığımız bir şey daha var ki o da; bu vücudumuzun bizim san'atımız olmadığı. İnsan ekseriyetle itiraf etmese de, kendisinde bir çok eksik ve kusur görür. Hikmetini bilmediğinden, şükürsüzlük ve kanaatsizlik gibi sebeplerin de etkisiyle ne kabullenir, ne de sorumluluk alır. Geriye bir çıkış yolu kalır; o da, bu vücudu bir şekilde bulmuş olmak. Evet insanların ekseriyeti vücudunu, sanki “yolda bulmuş, lakîta olarak temellük etmiş” gibi davranır.
Risâlede geçen lakîta, sözlükte, buluntu, sahipsiz ve bulanın sahip olduğu bir mal gibi mânâlara karşılık geliyor. Şimdi de Kasas Sûresi’ne göz atalım. Hz. Musa’yı (a.s.) annesi Nil nehrine bıraktığında: “Nihayet Firavun ailesi onu lakîta olarak (nehirden) aldı.” Malûm olduğu üzere, insanlar nazarında çok şey kayıptır, sahipsizdir ancak Âlemlerin Rabbinden habersiz bir yaprak bile kımıldayamaz. Yaprakların sahipsiz, hareketlerinin hikmetsiz olmadığı bir âlemde, nehirdeki Hz. Musa (a.s.) nasıl hikmetsiz ve sahipsiz olabilirdi. Firavun, Hz. Musa’yı (a.s.) buluntu olarak görse de, Asiye feraset sahibiydi.
Aslında Firavuna göre her şey bir tesadüf, her şey buluntu ve sahipsizdi. Dolayısıyla her şeyi gücüyle gasbediyordu. Ona göre çoluk-çocuğu, karısı, ordusu ve koca Mısır mülkü; hepsini bir şekilde ele geçirmişti, sahiplenmişti. Devlet onundu, mülk onundu, Hz. Musa’nın (a.s.) ikazına rağmen zulme ve ilahlık dâvâsına devam etti. Fakat en muhtaç olduğu bir zamanda, ne Kızıldeniz’e, ne suya ve ne de nefesine söz geçiremediğini, yani hiçbirinin sahibi ve hâkimi olmadığını gördü. Lakîta olarak gördüğü Hz. Musa’nın (a.s.) sahibinin Âlemlerin Rabbi olduğunu fark ettiğinde çok geç kalmıştı.
Evet bu vücut ve bu mülkün ne sahibiyiz, ne de sahiplenecek güce sahibiz. Öyleyse bizimle olan ilgisi nedir? Cevap için de yine Mesnevî-i Nuriye’den devam edelim: “O vücut, hâvî olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.”
Firavun şahsî hayatında kendi vücudu ve hayatı için “Benim” dedi, büyük dairede de devlet ve mülk için “Benim” diyerek hem kaldıramayacağı bir yükün altına girdi, hem de emanete hıyanet etti. Hem kendine, hem de memleketine zulmetti.
Evet sahip olduğumuz hiçbir şey; ne nehirde, ne de başka bir yerde bulunmuş lakîta değil, her biri paha biçilmez birer emanet.
13.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|