Ramazan orucunun en önemli hususiyetlerinden birisi de, kişinin şahsî ve içtimaî hayatında çok önemli olan “ben” kavramını yerli yerine oturtmasıdır. Gerçekte bir yandan iç dünyamıza, öbür yandan da dünya coğrafyasına ve tarihe bakılsa görülecektir ki, bunca keşmekeşin ve kargaşanın kaynağında benlik vardır, enaniyet vardır ve bu duygunun nefsin kontrolüne verilmesi gibi suiistimalleri vardır.
Benlik ve enaniyet ile kendisini üstün ve imtiyazlı gören kişi, kendisini dünyanın merkezinde gördüğü için tüm menfaatlerin kendisine dönük olması gerektiğini, kendisinin kural ve kanun koyucu olduğunu, her şeyi sadece kendisinin ve kendisi gibilerin bildiğini, hâkimiyetin kendilerinde olması gerektiğini kabul eder. İnsanları tabakalara ayırıp ‘diğerleri’ dediklerinin hak ve hukukunu, rey ve görüşlerini hiçe sayan bir anlayışa sahiptir. Gücü her şeyin anahtarı olarak kabul eden bu anlayış meşrû ya da gayr-ı meşrû her yola başvurmaktan çekinmez.
İnsanlık tarihi nemrutlarla, firavunlarla doludur. Günümüz ya da modern insan da tarih olduğunda ileriki nesiller, bu günün kan dökücülerini, hak-hukuk dinlemeyen sadece elindeki silâha güvenen diktatörlerini nasıl anlatacaklar, bilemiyoruz. Ancak hepsinde de ortak nokta “ben ve enaniyet” duygularının zirveye çıkmış olmasıdır. Hepsinde de şu koca âlemi, ‘ben’ diyen insan ile birlikte yoktan var eden ve sayısız nimetlerle ayakta kalmasını sağlayan Âlemlerin Rabbine karşı “Ben benim, sen sensin” diyerek tüm benliğini saran ve iç dünyasındaki hâkimiyeti ele geçiren ve Rabbinin mülkünde şirk dâvâ eden ve kendisini Rabbinden bağımsız gören bir nefis vardır.
Halbuki Ramazan orucu, kişinin güç ve kuvvetinin kaynağının kendisi olmadığını, memleketi hatta dünyayı yönetmeye ve terbiye etmeye kalkışan insanın her bir zerresinin Âlemlerin Rabbinin rububiyetine, yönetimine ve ihtiyaçlarının teminine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır, açlık vasıtasıyla dem ve damarlarında hissettirir. Ramazan Risâlesi’nde nakledilen hadiste olduğu gibi, insan nefsi ancak açlık ile yere serilir, toprak seviyesine iner, Rabbine karşı: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben ise senin âciz bir kulunum” der. Evet aç insan çok olduğu gibi, kuru ekmeğe muhtaç olmayan da çok insan vardır. Ancak hakikî rızık vericinin bahşettiği o nimete muhtaç olduğumuzda, onun yerini tutacak elimizde ne bir imkân, ne de bir sihirli formül vardır. İnsanın gücü, kudreti, tankı, topu, aklı ve ilmi o bir kuru ekmeğin verdiği güç ve kuvveti sağlayacak imkâna sahip değildir. Âlemlerin Rabbinin toprağına ve tezgâhına müracaat etmeden, Onun rahmet hazinelerinin kapısını çalmadan yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Eskiler demişler ya: “Allah, açlıkla terbiye etmesin!” Açlığın terbiyesi acı olmakla birlikte kesindir. İsrailoğulları bir lokma için Firavuna kul ve köle oldular. Halbuki en büyük sebep ve vasıta kabul edilen orduların, hazinelerin ve Nil nehrinin sahibi Firavun Kızıldeniz’de bir nefes havaya muhtaç kalmıştı. İsrailoğulları bin bir musibetten sonra, gökten yağan “kudret helvasıyla” Âlemlerin Rabbine şerefli birer kul oldular. Ancak ibadetteki noksanlık ve ihmal, mânâyı kavrayamamak ve ülfet, gökten yağan helvaya karşı bile nankörlüğe sebep olmuştur. Gerçekte topraktan çıkan rızık da, en az gökten yağan helva kadar mu’cizedir. Biz de aynı şekilde mucizelerle besleniyoruz. Nankörlük ve kıymetini takdir edememek gibi aynı tehlikeler daha şiddetli olarak bizler için de geçerlidir. İşte oruç bu ülfeti ve alışkanlığı kırarak, gafletimizle rutin hale getirdiğimiz nimetlendirme hadisesinin üstündeki perdeyi yırtar atar; Âlemlerin Rabbiyle aramızdaki bağı ortaya çıkarır, âciz nefsimize ya da insanlara değil, Allah’a kul olmamızı sağlar.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifte buyurmuştur ki: “Ölmeden evvel, ölünüz.” Yani hâdiselerin gerisinde değil ilerisinde olmak, proaktif olmak gerekiyor. Oruç tutmak da bunun cüzlerinden biri olabilir. İnsanın güç ve kuvvetini damarlarından çekilip alındığı, bir lokma gıdaya, bir yudum suya ve bir nefes sıhhate muhtaç olduğu ölüm ânında “Musa’nın (a.s.) Rabbine iman ettim” diyen Firavun gibi, nefis de Rabbine karşı “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben ise senin âciz bir kulunum” diyecektir. Ancak çoğu insan için bu itiraf ve ikrar, artık geç kalmış bir pişmanlıktan öteye geçemeyecektir.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|