Kur’ân’ın kelimeleri ve sözleri, âyetleri ve tesbihleri her biri çok yönden insanın manevî duygularını nurlandırır ve onlara manevî gıda verir. Mânâlarının bilinmesi şart değildir. Dolayısıyla, “Lâfız, mânânın elbisesidir, her millet kendi dili ile o mânâlara elbise giydirse olmaz mı?” tarzındaki bir yaklaşım doğru değildir.
Kur’ân’ın kelimeleri din dilidir. Din diliyle ifade edilen Kur’ân âyetleri ve Peygamberimizin (a.s.m.) dilinden çıkan kelimeler cansız kelimeler ve vücuda giydirilen elbiseler gibi değildirler; bilâkis cesedin canlı olan derisi ve cildi gibidirler. Elbise değiştirilebilir ama cilt değiştirilirse vücuda zarar verir. Dolayısıyla namazda, ezanda ve İslâmî tâbirlerde olduğu gibi, o mübarek lâfızlar, sözler ve kelimeler ifade ettikleri örfî mânâlara âlem ve isim olmuşlardır. Arapça da “âlem” dediğimiz özel isimler değiştirilemezler.1
Örnek olarak, Fatiha Sûresi ve İhlâs Sûresi gibi sûreleri ele alacak olursak, bu sûrelerde geçen kelimeler tekrar ederek okundukça ruha lezzet, şevk ve feyiz verir. Mânâları anlaşılmazsa da insanın duyguları ondan gıdalarını alırlar. Okunması ile usanç vermezler. Ama onların tercümeleri okundukça usanç verir. Akıl mânâsını bir defa aldıktan sonra tekrarı usanç ve bıkkınlık vermektedir. Bunun içindir ki, Arefe gününde bin İhlâs okumak sünnettir ve bu sünneti küçük çocuklar bile usanmadan ve bıkmadan okumakta ve okudukça aklı anlamasa da ruhu ve duyguları gıdalarını aldıkları için, aşk ve şevkle okumaktadırlar.
Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamberimizden (a.s.m.) rivayet edilen duâların önemli bir özelliği ilâç gibi olmalarıdır. İlâç, alındığı zaman zevk vermese de, alındıkça insanın hastalıklarına şifa verdiği gibi, o ifadeler de akıl tarafından anlaşılmasa da, insan ruhuna, duygularına manevî gıda olurlar ve insanın psikolojik rahatsızlıklarına ve zamanla duygu ve düşüncelerine gıda olurlar. Zamanla, duâ ve zikirle meşgul olanların ahlâkları düzelmekte, kötü düşünce ve davranışlardan kurtarmaktadır. Bundan anlaşılmaktadır ki, Arapça ifadelerin “Kelâmullah” ve “Tekellüm-ü İlâhî” olduğunu bilmek ve hatırlamak daimî bir feyz vermektedir. Bu durum tercümelerinde asla bulunmamaktadır.
Bundan anlaşılmaktadır ki ezan, duâ, tesbih, zikir ve namazda okunan Fatiha, İhlâs Sûrelerinde ifadesini bulan hakikatlerin, bir başka dil ve kelimeler ile ifadesi çok zararlıdır. Çünkü, o hakikatlerin kaynağı olan İlâhî kelimeler ve Peygamberin (a.s.m.) ifadeleri kaybolduktan sonra, insanın kalp ve duygularının hisseleri kaybolmaktadır. Akıl ise, bir müddet sonra usanmakta ve duânın, zikrin ve ibadetin terkine sebep olmaktadır. Burada enteresan olan husus, Arapça ifadeler insan ruhuna nur verirken, tercümelerinin okunmasının insan ruhuna zulmet vermesidir. Bu durumu herkes tecrübe ile yaşayabilir.
Bir diğer önemli husus da, İlâhî kelimelerin ve Kur’ân ifadelerinin her harfinin en az on sevabı vardır. Bu sevap kişinin imanı ve ihlâsı, şevk ve gayreti ölçüsünde yetmiş, yedi yüz ve yedi bin olarak artmaktadır. Bu sevap, tercümelerinde bulunmamaktadır. Çünkü Peygamberimiz (a.s.m.) “Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa, her bir harfine karşılık on sevap verilir. Ben ‘Elif-Lâm-Mîm’ bir harf saymıyorum. Elif bir harf, Lâm bir harf, Mîm bir harftir”2 buyurdular.
Bir insan Kur’ân-ı Kerim’i Arapçasından okuduğu zaman, her harfinden en az on sevap alarak Kur’ân’ı hatmetmiş ve ibadet etmiş olur. Tercümesini okumak ise, insan aklına bilgi vermekle beraber, her harfine mukabil sevabı getirmez. Sadece ilim ile uğraşan bir talebenin aldığı malum sevabı almış olur. Peygamberimizin (a.s.m.) Kur’ân okumayı teşvik eden hadislerine bakıldığı zaman da Kur’ân-ı Kerim’in tercümelerini değil, orijinal olan “Vahiy Dili” ile okunmasının teşvik edildiği görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in ezberlenmesine ait bütün teşvikler Arapça olan “Vahiy Dili” ile ezberlenmesidir. Tercümelerin ezberlenmesi değildir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife demiştir ki: “Lâ ilâhe illallah tevhide alem ve isimdir.” Yani tevhid hakikatinin unvanıdır. Allah’ın birliğinin özel ismidir ve örfî mânâ ile Allah’ın bütün şirk çeşitlerinden uzak ve münezzeh olmasının ifadesidir. Sadece “Allah birdir” demek anlamında değildir. Sadece Allah’ın birliğini ifade edecek olsaydı, “Allah-u Ehad” demek yeterli olurdu. Aynen bunun gibi, “Sübhanallah” tesbihin, “Elhamdülillah” hamd çeşitlerinin ve “Allah-u Ekber” tekbirin alemi, özel unvanıdır. Sadece lügat mânâlarını ifade etmezler. Lügat mânâsından ziyade, “mânâ-i örfî-i şer’îsi”ne bakılır. Bu ise, tercüme ile ifade edilemez. İfade ettiği hakikatlerin iman ve izah ile anlaşılmasına bağlıdır. İfade ettiği hakikatler, kâinatın pek çok hakikati ile örtüşmektedir ki, bunlar iman ve ilim ile bilinmezse, o mübarek kelimelerin hakikati de anlaşılmaz ve mânâları da tam olarak ifade edilemezler.3
Bir diğer husus da, bu kelimelerin “şeâir-i İslâm” olmalarıdır. Yani, “Bismillah” ve “Sübhanallah” gibi ifadeler, İslâm alâmetidir. Hangi milletten olursa olsun, bu kelimeyi duyan anlar ki, o bir Müslümandır ve Allah’ı tesbih ve zikretmektedir.
Sonuç olarak, dinin zaruriyat denilen iman ve İslâm hakikatlerinin muhafızları olan “elfâz-ı kudsiye-i İlâhiye”nin (İlâhî kudsî lâfızlar) yerine hiçbir şey ikame edilemez, hiçbir tercüme onların yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Hakikatlerini anlamak da zor değildir. Her insan, onların kısa mânâlarını çabukça öğrenir ve bunun yeterli olmadığını da anlayarak hakikatlerini öğrenmek için mânâlarını ders alabilir. Böylece vahiy dilinin ne derece yüksek olduğunun idraki ile ibadetini daha şevkli olarak yapar.
Dipnotlar:
1- Mektubat, 28. Mektub, 8. Mesele
2- Tirmizî, Fezâil-i Kur’ân, 16
3- Mektubat
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|