|
|
M. Ali KAYA |
Din-vahiy dili ve Kur’ân’ın harfleri |
|
Kur’ân’ın kelimeleri ve sözleri, âyetleri ve tesbihleri her biri çok yönden insanın manevî duygularını nurlandırır ve onlara manevî gıda verir. Mânâlarının bilinmesi şart değildir. Dolayısıyla, “Lâfız, mânânın elbisesidir, her millet kendi dili ile o mânâlara elbise giydirse olmaz mı?” tarzındaki bir yaklaşım doğru değildir.
Kur’ân’ın kelimeleri din dilidir. Din diliyle ifade edilen Kur’ân âyetleri ve Peygamberimizin (a.s.m.) dilinden çıkan kelimeler cansız kelimeler ve vücuda giydirilen elbiseler gibi değildirler; bilâkis cesedin canlı olan derisi ve cildi gibidirler. Elbise değiştirilebilir ama cilt değiştirilirse vücuda zarar verir. Dolayısıyla namazda, ezanda ve İslâmî tâbirlerde olduğu gibi, o mübarek lâfızlar, sözler ve kelimeler ifade ettikleri örfî mânâlara âlem ve isim olmuşlardır. Arapça da “âlem” dediğimiz özel isimler değiştirilemezler.1
Örnek olarak, Fatiha Sûresi ve İhlâs Sûresi gibi sûreleri ele alacak olursak, bu sûrelerde geçen kelimeler tekrar ederek okundukça ruha lezzet, şevk ve feyiz verir. Mânâları anlaşılmazsa da insanın duyguları ondan gıdalarını alırlar. Okunması ile usanç vermezler. Ama onların tercümeleri okundukça usanç verir. Akıl mânâsını bir defa aldıktan sonra tekrarı usanç ve bıkkınlık vermektedir. Bunun içindir ki, Arefe gününde bin İhlâs okumak sünnettir ve bu sünneti küçük çocuklar bile usanmadan ve bıkmadan okumakta ve okudukça aklı anlamasa da ruhu ve duyguları gıdalarını aldıkları için, aşk ve şevkle okumaktadırlar.
Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamberimizden (a.s.m.) rivayet edilen duâların önemli bir özelliği ilâç gibi olmalarıdır. İlâç, alındığı zaman zevk vermese de, alındıkça insanın hastalıklarına şifa verdiği gibi, o ifadeler de akıl tarafından anlaşılmasa da, insan ruhuna, duygularına manevî gıda olurlar ve insanın psikolojik rahatsızlıklarına ve zamanla duygu ve düşüncelerine gıda olurlar. Zamanla, duâ ve zikirle meşgul olanların ahlâkları düzelmekte, kötü düşünce ve davranışlardan kurtarmaktadır. Bundan anlaşılmaktadır ki, Arapça ifadelerin “Kelâmullah” ve “Tekellüm-ü İlâhî” olduğunu bilmek ve hatırlamak daimî bir feyz vermektedir. Bu durum tercümelerinde asla bulunmamaktadır.
Bundan anlaşılmaktadır ki ezan, duâ, tesbih, zikir ve namazda okunan Fatiha, İhlâs Sûrelerinde ifadesini bulan hakikatlerin, bir başka dil ve kelimeler ile ifadesi çok zararlıdır. Çünkü, o hakikatlerin kaynağı olan İlâhî kelimeler ve Peygamberin (a.s.m.) ifadeleri kaybolduktan sonra, insanın kalp ve duygularının hisseleri kaybolmaktadır. Akıl ise, bir müddet sonra usanmakta ve duânın, zikrin ve ibadetin terkine sebep olmaktadır. Burada enteresan olan husus, Arapça ifadeler insan ruhuna nur verirken, tercümelerinin okunmasının insan ruhuna zulmet vermesidir. Bu durumu herkes tecrübe ile yaşayabilir.
Bir diğer önemli husus da, İlâhî kelimelerin ve Kur’ân ifadelerinin her harfinin en az on sevabı vardır. Bu sevap kişinin imanı ve ihlâsı, şevk ve gayreti ölçüsünde yetmiş, yedi yüz ve yedi bin olarak artmaktadır. Bu sevap, tercümelerinde bulunmamaktadır. Çünkü Peygamberimiz (a.s.m.) “Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa, her bir harfine karşılık on sevap verilir. Ben ‘Elif-Lâm-Mîm’ bir harf saymıyorum. Elif bir harf, Lâm bir harf, Mîm bir harftir”2 buyurdular.
Bir insan Kur’ân-ı Kerim’i Arapçasından okuduğu zaman, her harfinden en az on sevap alarak Kur’ân’ı hatmetmiş ve ibadet etmiş olur. Tercümesini okumak ise, insan aklına bilgi vermekle beraber, her harfine mukabil sevabı getirmez. Sadece ilim ile uğraşan bir talebenin aldığı malum sevabı almış olur. Peygamberimizin (a.s.m.) Kur’ân okumayı teşvik eden hadislerine bakıldığı zaman da Kur’ân-ı Kerim’in tercümelerini değil, orijinal olan “Vahiy Dili” ile okunmasının teşvik edildiği görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in ezberlenmesine ait bütün teşvikler Arapça olan “Vahiy Dili” ile ezberlenmesidir. Tercümelerin ezberlenmesi değildir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife demiştir ki: “Lâ ilâhe illallah tevhide alem ve isimdir.” Yani tevhid hakikatinin unvanıdır. Allah’ın birliğinin özel ismidir ve örfî mânâ ile Allah’ın bütün şirk çeşitlerinden uzak ve münezzeh olmasının ifadesidir. Sadece “Allah birdir” demek anlamında değildir. Sadece Allah’ın birliğini ifade edecek olsaydı, “Allah-u Ehad” demek yeterli olurdu. Aynen bunun gibi, “Sübhanallah” tesbihin, “Elhamdülillah” hamd çeşitlerinin ve “Allah-u Ekber” tekbirin alemi, özel unvanıdır. Sadece lügat mânâlarını ifade etmezler. Lügat mânâsından ziyade, “mânâ-i örfî-i şer’îsi”ne bakılır. Bu ise, tercüme ile ifade edilemez. İfade ettiği hakikatlerin iman ve izah ile anlaşılmasına bağlıdır. İfade ettiği hakikatler, kâinatın pek çok hakikati ile örtüşmektedir ki, bunlar iman ve ilim ile bilinmezse, o mübarek kelimelerin hakikati de anlaşılmaz ve mânâları da tam olarak ifade edilemezler.3
Bir diğer husus da, bu kelimelerin “şeâir-i İslâm” olmalarıdır. Yani, “Bismillah” ve “Sübhanallah” gibi ifadeler, İslâm alâmetidir. Hangi milletten olursa olsun, bu kelimeyi duyan anlar ki, o bir Müslümandır ve Allah’ı tesbih ve zikretmektedir.
Sonuç olarak, dinin zaruriyat denilen iman ve İslâm hakikatlerinin muhafızları olan “elfâz-ı kudsiye-i İlâhiye”nin (İlâhî kudsî lâfızlar) yerine hiçbir şey ikame edilemez, hiçbir tercüme onların yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Hakikatlerini anlamak da zor değildir. Her insan, onların kısa mânâlarını çabukça öğrenir ve bunun yeterli olmadığını da anlayarak hakikatlerini öğrenmek için mânâlarını ders alabilir. Böylece vahiy dilinin ne derece yüksek olduğunun idraki ile ibadetini daha şevkli olarak yapar.
Dipnotlar:
1- Mektubat, 28. Mektub, 8. Mesele
2- Tirmizî, Fezâil-i Kur’ân, 16
3- Mektubat
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ecel cellâdı peşimizde |
|
Cellât lafını duyunca irkilmeyen kimse yoktur. Tarihte suçlu, suçsuz nice insan cellâdın elinde hayatını noktalamıştır. Suçsuz mânen mükâfatlandırılırken, suçlu da cezasını çekmiş olur.
Bizim de başımızda bir cellâdın sürekli dolaştığını hiç düşünüyor muyuz?
Ecel gizli bir cellât değil midir? “Ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar, fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir” (Sözler, s. 134) cümlesi de bunu anlatmıyor mu?
Şöyle bir düşünelim: Cellat eline kılıcı almış, her an bizi ahirete gönderecekmişcesine bekliyor.
Öyle değil mi? Ecel cellâdı hayatımıza son vermek için emir bekliyor. Onun içindir ki Allah Resûlü (asm), “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokça hatırlayın” buyurmuştur.
Dört halife de ölüm vakti olan ecele karşı ümmeti uyarmışlardır. İlk halife Hz. Ebû Bekir (r.a.), “Sabah-akşam ne zaman geleceği belli olmayan ecelinizin peşinden koşmaktasınız, ömrünüzü faydalı işlerde değerlendiriniz. Bu sizin için bir fırsattır” diyordu.
Hz. Osman da (r.a.) halife olur olmaz yaptığı konuşmada, dünyanın faniliğinden söz ediyor, ömrün azalmakta olduğunu hatırlatıyor, ahirete en iyi bir şekilde hazırlanmak gerektiğinden söz ediyordu.
Hz. Ali de (r.a.)bir konuşmasında, ölümden kurtuluş yoluna koşmak, kabrin karanlık ve yalnızlığına karşı tedbir almak gerektiğine dikkat çekiyordu.
Ölüm ve ötesine göz yummak büyük bir gaflettir. Gerçek istikbal odur. Dün ve bugün gibi mutlaka başımıza gelecek. Tehlikelerinden korunmak hazırlıkla mümkündür.
Yine Hz. Ali (r.a.) peşinden ecel gelen arzu ve isteklerin peşinden koştuğumuza dikkat çekip, dizginlenmediğinde insanı pişmanlığa sevk edeceğini hatırlatıyor.
Elbet arzu ve isteklerimiz olacak. İnsanın ihtiyaçları sonsuza kadar uzanır. Birine kavuşsa, diğeri çıkar. Bu doyumsuzluk, aslında insanın bu dünyanın adamı olmadığını, sonsuz bir âlem için yaratıldığını gösterir. Bütün gayretler o saadeti kazanmak için olmalı değil mi?
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnetin hayatımızdaki önemi |
|
Mehmet Şenyiğit: “Sünnetin hayatımızdaki önemi nedir? Peygamberimizin (asm) yasak koyma, yani haram kılma yetkisi var mı? Meselâ erkeklerin ipek ve altın takma yasağı gibi. Ama sadece Kur’ân’ın haram kılması gerekmez mi? Genişçe cevap verirseniz memnun olurum.”
Sünnet hayatımızın biricik gayesidir, hedefidir, incisidir. Hayat biçimimizdir, tercih kodumuzdur, davranış modülümüzdür, hayat tarzımızdır, Allah’ın önümüze koyduğu tek modeldir. Benliğimizi ve varlıkları kullanma kılavuzumuzdur. Bu kılavuzu yazan, benliğimizi ve varlıkları Yaratan’dan başkası değildir. Sünnet dediğimiz şey, Allah’ın vahiyle bildirdiği her şeydir. Allah’ın yoludur. Allah’ın marziyat (razı olduğu ameller) dairesidir. Sınırsız bir davranış armonisinden, Allah’ın emrettiği ve razı olduğu davranış türüdür. Allah’ın bizde görmek istediği hayat kurallarıdır, hayat modelidir.
Şimdi moda çağındayız. Her giyim tarzını bir moda rüzgârı belirlemiyor mu? Yetki kimde olursa olsun, o moda rüzgârının dışına çıkamıyoruz. Giyim tarzımızı o rüzgârdan aldığımız emirle belirliyoruz. O rüzgâr keyfimizi yönlendiriyor, zevkimizi yönlendiriyor. Allah’ın razı olduğu biçim mi, değil mi diye çoğu zaman sormuyoruz bile. O modeli alıp başımıza geçiriyoruz. Öyle benimsiyoruz ki o biçimi: Başka türlüsünü ayıpsıyoruz.
İşte sünnet bize bir model sunuyor. Tasarımı bizzat Allah tarafından yapılmış bir model. Bu modeli yaşadığımız zaman Allah’ın rızasını, muhabbetini, sevgisini, mağfiretini kazanma yoluna giriyoruz. Bakınız şu Âl-i İmran Sûresine, Cenâb-ı Allah ne buyuruyor: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1
Sünnet, Kur’ân’ın hayata geçirilmiş biçimidir, Kur’ân’ın yaşanmış halidir. Ve en büyük emirlerinden en küçüğüne kadar vahiyden ibarettir. Sünnet vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü Necm Sûresinde Cenab-ı Allah Peygamber Efendimiz (asm) için, “O kendi keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler”2 buyurmuştur. Diğer yandan Haşir Sûresinde Cenâb-ı Allah: “Peygamber size ne emretmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’tan korkun”3 diyor. Öte yandan Âl-i İmran Sûresinde yine Cenab-ı Allah, “Allah’a ve Resûlüne itaat edin”4 diye emrediyor. Keza Nisa Sûresinde Cenâb-ı Allah: “Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaştırlar”5 buyuruyor.
Kur’ân’da bir çelişki yok. Kur’ân bütün sûreleriyle bizi Hazret-i Peygambere uymaya dâvet ediyor. Biz hâlâ yetki peşindeyiz!—Sizi tenzih ediyorum—O (asm) bir şeyi haram kılmışsa, o şeyi haram kılan Allah’tır ve o şey haramdır. Kur’ân’da açıkça geçmiyorsa da, bir işaret muhakkak vardır. Çünkü o (asm) Kur’ân’dan başka bir şeyi yaşamadı. İpek ve altın konusunda Kur’ân’da şu âyet vardır: “Kadınlara, evlâtlara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüş yığınlarına, binmek için nişanlanmış atlara, davarlara ve ekinlere karşı nefsin isteklerine muhabbet, insanlara güzel gösterildi. Bütün bunlar dünya hayatının gelip geçici nimetleridir. Sonunda varılacak yerin güzeli ise Allah’ın katındadır. De ki: ‘Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?’ Takva sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklar.”6
Demek daha hayırlı olana rağbetimizi artırmak için Peygamber Efendimiz (asm), yine vahye dayanarak yasaklıyor. Olay budur. O bu yetkiyi kendi başına kullanmıyor: O kendisine vahyolunanı söylüyor.
Bir takım haramların Kur’ân’a açıktan girmemiş olmasında da elbette hikmetler vardır: Öncelikle bu, Allah’ın şefkatini ve merhametini yansıtıyor. Çünkü Kur’ân’a girmiş bir haramı işlememiz, bizi Allah’ın gazabına daha çabuk götürür. Kur’ân’a girmemişse eğer, bizim için af yolu daha yakın demektir. Çünkü Kur’ân kebair denilen büyük günahları açıktan haber veriyor. Kebairden olmayan küçük günahları ise Peygamber Efendimiz (asm) haber veriyor ve sakındırıyor. Küçük günahlar, Kur’ân’a girmeyen günahlardır. Cenâb-ı Allah bizi cümlesinden sakındırsın. Âmin.
Duâ
Allah’ım! Sünneti anlamamızı, sünneti algılamamızı, sünneti önemsememizi, sünneti yaşamamızı kolaylaştır. Zihnimizi aç. Gözümüze gönlümüze basiret ver. Kulağımıza işitme gücü ver. Gönlümüze sünnet sevgisi koy. Bize Seni (cc) sevdir. Bize Habibini (asm) sevdir. Bize sevdiklerini sevdir. Bize yerdiklerini yerdir. Bizi kulluğuna kabul et.
Âmin. Âmin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 31; 2- Necm Sûresi: 3, 4; 3- Haşir Sûresi: 7; 4- Âl-i İmran Sûresi: 32; 5- Nisa Sûresi: 69; 6- Âl-i İmran Sûresi: 14, 15.
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hayatımızın kaçınılmaz gerçekleri ve imân |
|
Tuhaf değil mi? Basit olayları, çanak-çömlek, folklar gibi eski zaman köşelerinde kalmış konuları, falan şairin aşk-meşk şiirini ince detaylarına kadar merak edip incelerken; hayatı kale almaz, ruhumuza, duygularımıza özen göstermez olduk. Buyurun, kendimize “Hayatım hakkında ne biliyorum?” sorusunu yöneltirsek, kaçımızın “kem, küm”ün ötesinde dişe dokunur bir cevabı vardır? Oysa, bunlardan önce, Rabbimizin antika bir san'atı olan yaratılışımıza ve hayata değişik açılardan bakıp derinlerine inebilmeli; bizi bekleyen olayların sırrını çözüp endişelerimizi giderecek derin anlamlar çıkarabilmeliyiz. Şöyle ki:
“Genel” ve “özel” olmak üzere iki yönlü bir hayat sürdürmekteyiz. Genel, dış âlem; özel ise, iç âlemimizle ilgili. Ve bunlar helezonik daireler gibi birbirine geçmiştir. Gerek iç, derûnî, özel; gerekse afâkî, yâni dış dünyamızda enteresan işler dönmektedir. Hayat bezinde tarağımız olmadığından kahir ekseriyetinden ne haberimiz var, ne de tasarruf edebiliyor, yâni etkileyebiliyor, ne yönlendirebiliyor ve ne de kontrol etme imkânına sahibiz. Ancak, imanlı duruş, bakış, niyet, yaklaşımımızla “iyi” veya “kötü”, “güzel” veya “çirkin”leştiririz.
Varlık ve eşyaya göre de birkaç yönlü temel duruşumuz, bakışımız var. Bunlar; nefsimiz, cesedimiz, insaniyetimiz, ömrümüz-yaşayışımız, vücûdumuz, belâ ve musîbetler, dünyada kalma süremiz ve peşinde koşuşturduğumuz lezzetler… Bunların imânla ilişkisine gelince:
* Bedenimiz (cesedimiz): Gençken latîf, cevval, enerjik, zarif ve güzeldir. Öyle ki, belki bir gül goncası gibidir. Fakat, kışın, ihtiyarlığa adım atmaya başladığımız andan itibaren kurumaya, uyuşmaya, solmaya yüz tutmuştur.
Göz göre göre gençliğimiz elden giderken, onu ne tutabiliyor, ne solmasını engelleyebiliyoruz. Ne de ölümün keşif kolları olan saçlarımızın aklaşmasını;—kendimizi aldatarak boyatmanın dışında—durdurabiliyoruz.
* Ya, en çok değer verdiğimiz hayatımız ve nefsî cihetimiz? Diğer bir ifadeyle hayvaniyet cephemizin de sonu ölüm ve batmak değil mi? Zevâli, yok oluşu durdurmak kaldırmak ne mümkün? Karanlıklara doğru devam edegelen yolculuğu durdurabilene aşkolsun! Henüz mezar kapısına kilit vuracak teknolojik bir babayiğit çıkmadı! Çıkacağa da benzemiyor.
* İnsaniyetimiz ise; sonsuzluk ile yokluk arasında tereddüt çizgisinde. Eğer, sonsuz olana zikirle, fikirle ve şükürle teslim olabilirsek ancak Ona dayanarak muhafaza edip sonsuzluğa aday olabiliriz. Aksi halde; o da mahvolacak.
Bu dehşetli akıbetten ne ile ve nasıl kurtulabiliriz? İlâçlarla mı, teknoloji ile mi, fen ilimleriyle mi, mal-mülk-makam mevki ile mi? Yoksa hem dünya, hem de sonsuz hayatı kuşatan iman hakikatleriyle mi? Öyle ise, onlardan önce ve çok iman hakikatleri peşinde koşuşturmamız gerekmez mi?
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Bir diyardan bir diyara |
|
Öyle nurânî bir cemaatın içindeyiz ki, öyle bir gönül dostlarının içindeyiz ki, öyle vefakâr şahsiyetlerin içindeyiz ki, dursan da durdurmuyorlar, koşmasan da koşturuyorlar, konuşmasan da konuşturuyorlar, yazmasan da yazdırıyorlar. Şükründen, deruhtesinden aciz olduğumuz bu teveccühün, inancımızdan ve müjdeciliğimizden dolayı olduğunun idraki içinde, geçtiğimiz haftayı tamamen dolu geçirdik.
Uğrama ve konuşma fırsatı bulduğumuz Nevşehir, Ürgüp, Kayseri, Başdere, Aksaray, Denizli ve İstanbul. Bu mekânlar her cihetle makalelere sığmaz, bazı yerlerde geniş zaman ve mekân bulduk, bazı beldelerde kısa mesafeli olduk. Bunların içerisinde, insanlara ve yeni nesillere örnek olacak ve şevke ve müjdelere vesile olacak bir iki çalışmamızla makalemi noktalamak istiyorum.
Birincisi, Nevşehir’in iş adamlarından Sn. Hüsameddin Karataş’ın kerimesi Nurgül kardeşimin “Dedeman Oteli”ndeki, eski ve yeni milletvekillerinin, siyasî parti il başkanlarının ve güzide davetlilerin katıldığı düğününde “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı konuşmam idi. Konuşmamın özetinde; küçük aile hayatından yedi milyarlık dünya aile hayatında, sosyal ve içtimaî alanda gelişen hadiseler ve çıkış yollarını; ayrıca Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “merhamet ve muhabbet”in nasıl bir denge unsuru olduğu ve buna muhtaç olduğumuzu rakamlarla ve misallerle anlatmaya çalıştım.
Hukukçu Sn. Ömer Peker ve Sn. A. Kaval Beylerle çıktığımız bu güzergâhta Nevşehir Yeni Asya Vakfında ve her zaman bizi bağrına basan Kayseri Yeni Asya Vakfında umuma hitaben “Risâle-i Nur Külliyatından bugüne bakan müjdeler, işaretler; Tiflis, Bakü, Ceyhan boru hattının nerelere baktığı, âlem-i İslâmın durumu, İttihad-ı İslâmın önemi” ve emsâli hususlar üzerinde durduk. Beni yalnız bırakmayan arkadaşlarıma ve o güzel diyarlarda bize sahip çıkan can dostlarına binler teşekkürler.
Üç aylar bereket ayı, her cihetle Müslümanlar için manevî bir pazar ve bitmez tükenmez bir hazine. Çok sevdiğim ve askerliğimin bir kısmını yaptığım Denizli hizmet erbablarından, “Buraya gelir misiniz? Regaib gün ve gecesinde beraber olalım” diye, günler öncesinden dâvet aldım. Denizli’ye yabancı değilim, konferans verdiğim büyük salonlarından mezarlığına kadar bilirim. Fakat bu sefer fazla kaldım, görmek ve görüşmek imkânlarım daha çoktu. Muhterem Emin Çapan ve muhterem Mehmed Cebe kardeşlerimin durdurmadan beni koşturmaları bunlara vesile oldu. Kaldığım müddet çok dolu geçti, çok duygulandım.
Denizli her cihetle istikbale emin adımlarla yürüyor. 1943 yılları ile 2006 yılı kıyaslanırsa bilinir. Maziyi bilemeyenler şevke ve müjdeye medar olamazlar, hatta şükür bile edemezler. Denizli’yi, Hz. Allah nazardan ve kem gözlü insanlardan korusun. Fatih Kur’ân Kursundan Yeni Asya hanımlar topluluğuna ve “Bizim iller radyosu”ndaki canlı yayından, tarihî Denizli mezarlığına kadar çok anlamlı mesajlar aldık ve vermeye çalıştık. Bütün Denizliler adına Regaib kandili sabahında muhterem Emin Beyle kabrini ziyaret ettiğimiz merhum muallim Hasan Feyzi Yüreğil Ağabeyin kabrinde yanık ve yaşlı gözlerle okuduğum “İnşirah Sûresi”ndeki müjdelerin artık bu vatanda tecellî ettiğini mânen söyledik.
Regaib Gecesi Denizli’deki hizmetin son durak yeriydi. Vakıf binası tıklım tıklım dolu idi. Sabahı tatil günü olmamasına rağmen arkadaşlarımızın iştirakları bizlere şevk verdi. Bizler de dilimizin döndüğü kadar “Regaib Gecesi”nin kelime mânâsından, ispat cihetine, sevap cihetine, sosyal hayata bakış cihetine ve hepsinin sebeb-i vucudu olan sevgililer sevgilisi Hz. Muhammed (asm) Efendimizden örnekler sunarak anlatmaya çalıştım.
Bizleri dâvet eden, durmadan koşturan, her cihetle bizlerle alâkadar olan, bu diyarların gönül insanlarını, hepsini bu makaleme almam mümkün değil. Onlar ancak kalb deryamıza, gönül soframıza sığarlar. Tek endişem acaba vazifemizi yaptık mı? Onlara binler teşekkür ve onlara binler tebrik. Diğer kısımlarını ayrı makalede işleyeceğim, inşaallah.
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
En güzel eleştiri |
|
Yıllardır gazetemizde ve bazı dergilerde yazı yazıyorum. İnsan emek verdiği yazılarının nasıl etki ettiğini bilmek istiyor. Yani olumsuz dahi olsa eleştiri almak yazarlar için önemlidir.
Unutamadığım bir hatıra var ki benim için çok güzel bir nevî eleştiri oldu. Sohbetlerden tanıdığım bir öğrenci arkadaşım gıyabımda beni İslâmî sitelere üye yapmıştı. Bu sitelerde görevli kişiler beğendikleri yazıları üyelerin adreslerine gönderiyorlardı.
Bana her gün birçok güzel yazı geliyordu. Hatta posta kapasitesi dolduğu için bazı yazıları okuyamayacak kadar zorlanıyordum.
Bir gün namaz hakkında yayınlanmış bir yazım posta ile bana geldi. Fakat yazı üzerinde güzel değişiklikler vardı. Örneğin bazı kelimeler önemli görüldüğü için kırmızıya boyanmıştı.
Her ne kadar yazının kaynağı belirtilmemiş olsa da yazının imza kısmında ismimin baş harfleri yazıyordu. Bu kadarı yeterli görülmüştü.
Bu olay benim özellikle Risâle kaynaklı yazıları yazma şevkimi arttırdı. Okuyucuları bilmem ama bazı yazılar benim de çok hoşuma gider. Bu yazılar özellikle iman ve namaz ile ilgili olan yazılardı.
Genellikle Risâle okuduktan sonra yazı yazma isteği doğar. Hem gemilerde çalışmak, hem de yazı yazmak öyle kolay bir iş değildir. Bir yazıyı okumak belki on dakikayı alır. Ama yazması en az bir saattir. Bazen tashihlerle iki saati de bulduğu olur.
Bir de kaptanlık mesleği çok mesuliyetli bir iştir. Gemide her ne olursa olsun hesabını kaptandan sorarlar.
Bazı limanlarda bırakın gittiğiniz ülkeyi gezmeyi, görmeyi, beş dakikalık boş vaktiniz bile olmaz. Zaten yazıların nerdeyse tamamını seyir esnasında yazabiliyorum.
Günümüzde liman otoritelerinin denetimleri o kadar çoğalmıştır ki köprü üstündeki bir cihazdan tutunda mutfaktaki buzdolabına kadar her şey kontrol edilmektedir. Eğer şahsî çıkar temin etmek isteyen ve bu maksatla kusur arayan bir ülkenin memurlarına çatmışsanız işiniz gayet güçtür.
Bazen o ülkenin bayrağı eskimiş diye sorun bile çıkarırlar. Ama her durumda da kaptan işleri çözmek durumundadır. Gerekirse küçük hediyelerle, bazen sert bir şekilde karşı çıkarak liman otoriteleri ikna edilir.
Çok şükür bu güne kadar yukarıda bahsettiğim nedenlerle gemim tutuklu olarak kalmadı. Ama denizcilik mesleğinde her türlü iş, insanın başına gelebilir.
Posta ile veya internetten eleştiri yapmak zor gelebilir. Hiç olmazsa okuyucularımdan, namazlarında bir-iki defa duâ etmelerini bekliyorum. Ama bir öğretmen ağabeyimin yaptığı gibi olmasın sakın. Ona ne zaman bana duâ et desem “Ben umumi dua ederim, öyle şahsen dua edemem” der.
Şahsa duâ niçin olmasın ki; hem de makbul bir şekilde duâ olur. Zira birisinin gıyabında yapılan duâ samimi olan bir duâdır. Allah rızasından başka hiçbir amaç gözetilmez. Hal böyle olunca diğer duâların da kabulüne vesile olur. Benden söylemesi…
04.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|