Felsefî bir tarikat
Chicago Üniversitesi’nde bulunduğu dönemde çok sayıda öğrenci yetiştiren Strauss’un öğrencileri ile ilişkisinin bir tür şeyh-mürit ilişkisi olduğu söylenmektedir. Gizlilik ve elitism üzerine kurulu bir tarikat olarak işleyen bu grubun bir gün gelip Amerika’nın kaderine yön vereceğine o zamanlar hiç kimse ihtimal vermemiştir. Ancak Leo Strauss’un fikirleri tam bir siyasî proje gibidir. Hem iktidar reçetesi olarak algılanır hem de felsefi cazibesi olan fikirlerdir. Ayrıca havassa has, yani elitlere özgü gizli kapaklı hakikatlerden bahsettiği için takipçileri içeride farklı şeylere inanırlar ve dışarıda farklı görünürler.
Leo Strauss’a göre bir toplumda üç grup insan vardır: Bilge insanlar (filozoflar), beyler (yöneticiler) ve halk (kitleler). Eski dilde bunlar sırasıyla hukema, umera ve avamdır. Bunların ilişkisi son derece ilginçtir. Hakikati bilen ve ondan zevk alan filozof hakikati kendine saklar ve iktidara direkt talip olmaz. Şan şöhret ve kahramanlık peşinde olan beyler filozofların (bilge adamın) oyuncağı gibidir. Filozof devlet yöneticisini yönlendirerek kendi iktidarını ve fikirlerini tahakkuk ettirir. Yığınlarla direkt muhatap olunmaz ve onlara hakikat verilmez. Onlar asil (soylu) yalanlarla yönlendirilir, adam gibi bir arada yaşamaları sağlanır. Avamı bir arada tutmak ve onlara sahte bir anlam duygusu aşılamak için filozof çeşitli araçlar kullanmak zorundadır. Bu araçların başında din gelir. Filozof için her türlü araç mübahtır. Galeyan hissi, savaş durumu, dinî duygular, cemaat hissi insanların idaresi ve devletin bekası için gerekli araçlardır. Filozofun kendisi dine inanmasa da avamda dini teşvik etmelidir. Ancak hakikatin künhüne sadece havass vakıf olmalıdır.
Liberalizmin günahı
Leo Strauss’un bu görüşlerinin liberalizm karşıtlığı ile çok yakın bir ilişkisi bulunuyor. Çünkü liberalizm avam-havass (elit ve yığınlar) ayırımını lağvettiği gibi hakikatin herkesçe ulaşılabilir birşey olduğuna inanır. Kökeni Aydınlanmaya dayanan liberalizm insanlara sorgulamayı ve hakikati bulmayı teşvik eder. Eşitlik ve akılcılık fikirleri avamı hakikati aramaya teşvik eder. Halbuki hakikat tehlikelidir. Avam hakikati bulduğunda (yani Tanrı’nın yokluğunu keşfettiğinde) düzen kaybolur.
Hem liberalizmin hem de demokrasinin (insanların eşitliği ve yönetimde eşit söz hakkı anlayışlarının) düşmanı olan Leo Strauss, hem hakikati küçük bir sınıfa mahsus tutar hem de toplumun selâmeti için yalanlarla kitlelerin yönetilmesi gerektiğini salık verir. Liberalizm ve demokrasinin ikisine de düşman olmasına rağmen demokrasiyi liberalizme tercih eder. Çünkü liberalizm herkese eşitlik verirken, demokrasi sadece bir toplumun içindekilere eşitlik verir.
Strauss’a göre dünyadaki en büyük tahakküm liberalizmin tahakkümüdür. Devleti ve hükümranlığı inkâr etmek ve silmek suretiyle insanların elini kolunu bağlayan bir sistemdir. Liberalizmin bütün dünyayı yutmasına (her tarafı yekpare eşit ve kanuna tabi kılmasına) müsaade etmemek lâzımdır. Zira Weimar Cumhuriyeti liberalizmin hakim olduğu bir devletti. Neticede Nazizmin iktidarına yolaçtı. Dünyadaki en önemli proje liberalizme karşı mücadele vermektir. Bu alandaki engellerden biri de uluslar arası kurumlar ve antlaşmalardır. Çünkü bunlar liberalizmin ürünü olan kurumlardır. Leo Strauss ve takipçileri uluslar arası antlaşmalara tabi olmamayı ve Birleşmiş Milletler gibi Siyaseti yok eden kural ve prosedürlerden Amerikan devletini kurtarmak gerektiğine inanıyorlar.
Nazizm’den hoşlanmasa da Strauss’un önerdiği şey alternatif bir faşizmdir. Liberalizme karşı yürütülecek savaşta her yol mübahtır. Kanunlarda (anayasada) delik açmak için olağanüstü hal ilânı (11 Eylül) ve hükümranlığı hakim kılmak gerekir. Soylu yalanlar yoluyla toplumda hem istisnaî durumlar oluşturmak hem de duyguları tahrik etmek gerekir. Liberalizme karşı yürütülecek savaş için gerekli şeylerin başında “savaşlar” gelmektedir. Ayrıca dinin siyasete sokulması ve siyasî dilin dinî temalarla yeniden canlandırılması gerekmektedir. Demokrasiye karşı olunsa bile liberalizme karşı savaşta demokrasi bir söylem olarak kullanılmalıdır.
Müritler ve Amerikan siyase
Strauss’tan ders alan öğrencileri Ronald Reagan iktidara geldiğinde Washington’a akın etmeye başladılar. Amerika’nın hakim liberal medyasında gittikçe seslerini yükselten ve düşünce kuruluşları (think tank) kurarak karar alma mekanizmalarını etkilemeye çalıştılar (örnekler: American Enterprise Institute, Project for A New American Century). Meselâ, Irving Kristol, NeoConservatism: Autobiography of an Idea (1995) isimli kitabında mensubu olduğu bu tarikat ve düşünce akımını savunur. Sadece kamuoyu oluşturmak ve siyaseti etkilemekle sınırlı kalmak istemeyen bu tarikatın mensupları daha sonra Amerikan devletinin stratejik pozisyonlarına girerek siyaseti direkt olarak üretmek yoluna girdiler. Yukarıda ortaya konan fikirlere bağlı bu grubun klasik anlamda muhafazakârlıkla hiç bir ilgisi bulunmuyor. Yeni-Muhafazakârlar olarak anılan bu ekip aslında devrimcidir. Demokrasi ve liberalizm karşıtı bir ekiptir.
Reagan döneminde Sovyetlere “şer imparatorluğu” denmesini sağlayan onlardır. Clinton döneminde güçlerini arttıran ancak istedikleri etkinliği gösteremeyen bu ekip için George W. Bush iktidarı büyük bir fırsat oldu. Bu grubun pekçok ünlü üyesini burada zikretmeye gerek yok. Ancak fikirlerinin nasıl Amerika’nın iç ve dış siyasetinde kendisini ortaya koyduğunu birkaç örnekle göstermek gerekiyor. Carl Schmitt’ten etkilenen bu ekip dost-düşman karşıtlığının lüzumuna inanır. Ve düşmanı tasvir ederken özenle seçilmiş dini kelimeler kullanır (örnek: şer ekseni). Neo-con düşünce Schmitt’in önerdiği üzere hükümranlık için ‘savaş’ın gerekliliğine inanır. Dahası bu savaşın sonu olmayan, ebedî bir savaş olmasını ister. Düşman yoksa savaş da, Siyaset de yoktur. O yüzden, bir düşman yok olup teslim olursa siyaset yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelir ve liberalizmin küresel hakimiyeti tamamlanmış olur. Bunu önlemek için sürekli yeni düşmanlar bulmalı ya da yeni bir “sürekli düşman” bulunmalıdır. Neoconların komünizmden sonra tesbit ettikleri ve dahası teşvik ettikleri yeni düşman “İslâm”dır. Ancak İslâmın kendisini düşman olarak sunmak uygun olmayacağı için düşmanın adı “terör” olarak konmuştur. Terör ve savaş Amerikan siyasetine “terör ile savaş” şeklinde Schmitt’ci bir kavramsallaştırma ile dahil edilmiştir. Yani terör Amerika’nın yeni düşmanıdır. Savaş Amerika’nın surekli olarak kullanmak zorunda olduğu var olma şeklidir. Bugün seçilmiş olan düşman terördür. Ve terör ile savaş ne bir zaman ne de bir yerle sınırlıdır. Küreselleşme çağının mükemmel düşmanıdır “terör”. Neoconların Amerikan devletinin bekası ve liberalizmin yok edilmesi için gerekli gördükleri ‘savaş’ın yeni hedefi, Amerikan imparatorluğunun yeni ‘öteki’sidir. Neoconlar siyasetin dilini de değiştirmeye çalışmışlardır. George Bush’un kullandığı kelimeler özenle seçilmiş kelimelerdir. Meselâ “başkomutan”, “karar verici” gibi sıfatların kullanılması bir tesadüf değildir. Rejim değişikliği kavramı da yine Strauss’un The City and Man isimli kitabında kullandığı bir kelimedir ve özel anlamlar yüklüdür.
Özetlemek gerekirse ortada inanması gerçekten güç bir hikâye var. Bunun gerçek olması Amerika’yı tanıyanlar ve tarihini bilenler için dehşet verici bir durum. Bugün Carl Schmitt’ten etkilenen Leo Strauss’un müritlerinden (Straussians) oluşan bir ekip Amerika’yı yönetiyor. Asıl yalanlar (kitle imha silâhları), uluslararası antlaşma ve kurallardan muafiyet (tektaraflılık), dinin kullanılması (Hıristiyan kıyametçilerinin desteklenmesi), olağanüstü hal ilânı (9/11), panik ve sürekli savaş gibi tercihler ve yönelimler çok açık Strausscu yönelimlerdir.
İnsanların merak ettiği bir soru şudur: Nasıl oluyor da bir kısmı Yahudi olan Strausscular bir gün bütün Yahudilerin yok olacağına inanan Hıristiyan evanjeliklere destek veriyor? İki sebep olduğu söylenebilir. İlki bu insanlar dini kullanıyorlar ve hem din hem de galeyan/panik hissini en iyi veren Hıristiyan grupları kullanıyorlar. İkinci olarak da bu tarikatın mensupları Allah’a inanmayan ancak dışarıya bunu yansıtmayan insanlar oldukları için hangi dine destek verdiklerinin fazla önemi yok. Eski anti-semitizme müracaat etmeyecekleri garantisini aldıktan sonra Hıristiyan fundamentalizmini kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Strauss’cular liberalizme (yani eşitlik ve çokkültürlülük fikrine) karşı yürüttükleri savaşta hem Amerika’yı hem de dünyayı büyük bir felâkete sürüklüyorlar, sürüklemiş bulunuyorlar. Şiddeti estetize eden (örnekler: Abu Ghraib, Guantanamo), saf siyasalı, yani kanundan muaf keyfi muameleyi yücelten, dünyayı dost-düşman ayrımına tabi tutan (“ya bizdensiz ya da bize karşı”), Amerikan devletinin emperyal davranış içerisine girerek keyfi savaşlar başlatmasını (robust internationalism) öneren bu siyaset felsefesi bütün bir insanlık için büyük bir tehdit oluşturuyor. Çünkü, Nazizmin bütün günahını liberalizmin üstüne atan ve en az Nazizm kadar tehlikeli ve tahripkâr bir totaliter dünya görüşünü savunan Strausscuların projesi kelimenin tam anlamıyla meşrûiyeti ve iyi niyeti kendilerinden menkul bir yeni kuşak bir faşizmden başka birşey değildir.
(Köprü dergisi, Bahar/2006
sayısından alınmıştır)
—Son—
|