Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Allah cennet karşılığında mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır”1 buyurur. Bu âyetin devamında “Allah yolunda savaşırlar, ölürler ve öldürürler. Allah’ın bu vaadi, Tevrat, İncil ve Kur’ân’da hak olarak yaptığı vaadidir. Allah’tan çok kim vaadini yerine getirebilir. Öyle ise Allah’ın bu vaadinden dolayı sevinin ve birbirinizi müjdeleyin. İşte büyük başarı ve kurtuluş budur” buyrulmaktadır.
Âyet-i Kerime’nin nüzul sebebi şudur: II. Akabe Biatında Ensardan yetmiş kişi biat için Peygamberimiz (asm) ile buluştular. Ensarın sözcüsü olan Abdullah bin Revaha (ra) Peygamberimize (asm) “Bizden ne istiyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz (asm) cevaben: “Allah’a ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi ona şirk koşmamanızı, kendinizi ve malınızı nasıl koruyorsanız beni de öyle korumanızı istiyorum” buyurdu. “Bunu yaparsak karşılığında ne vardır?” dedi. Peygamberimiz (asm) “Cennet” buyurdu. Onlar da “Bu ne güzel alışveriş. Biz bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasına müsaade ederiz” dediler ve biat ettiler. Bunun üzerine mezkûr âyet nazil oldu.2 Tabiî ki o zaman henüz güç kullanımına ve silahlı savaşa müsaade edilmemişti. Yüce Allah Müslümanları gelecekte silahlı savaşa da hazırlamak için bu âyeti inzal etmiştir.
Cafer-i Sadık (ra) “Hayatını Allah yoluna feda eden kimsenin Cennetten başka karşılığı yoktur” demiştir. Avnî mahlası ile şiir yazan Fatih Sultan Mehmed’in dediği gibi “Canımı Cânân isterse minnet cânıma/ Can nedir ki ânı kurbân etmeyim Cânânıma” mısraları ile bu âyete işaret ettiği gibi Divan Şairlerinin ustası Fuzulî de “Cânı Cânân dilemiş vermemek olmaz ey dîl / Ne niza eyleyeyim o ne senindir, ne benim” mısraları ile bu âyete ima etmiştir.
Bu âyetin mâkabline yani öncesine baktığımız zaman münafıkların Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak amacı ile yaptırdıkları “Mescid-i Dırar”dan bahsedilmektedir. Yüce Allah onların kalplerinde gizlediklerini Peygamberimize (asm) haber vererek Allah için yapılmayan ve Allah korkusu ile toplanılmayan mescidlere girilmemeyi ve orada ibadet edilmemeyi emretmektedir.3 Fitne ve fesada âlet olabilen cemiyet ve cemaatlerden takva sahiplerini sakındırmaktadır. Çünkü mesele savaşta galip gelmekle bitmemektedir. Asıl mücadele ister galip gelinsin, ister mağlup olunsun savaştan sonra başlamaktadır. Savaş bir son değil, bir başlangıçtır. Asıl zafer savaşmadan veya savaş sonrasında kazanılan zaferdir.
Hicretten önce nâzil olan âyetin Medine’deki Mescid-i Dırar olayından bahseden âyetten sonraya gelmiş olması ise Kur’ân-ı Kerim’in tertibinin nüzul sırasına göre değil daha sonra sûrelerin tamamlanması ile vahiy ile tertip edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için önce nâzil olan bir âyet, sonra nazil olan âyetten sonra gelebilmektedir. Ancak bu tertip yine vahiyledir.
Ayetin mâba’dine yani sonrasına baktığımız zaman “Tevbe edenler, ibadet edenler, Allah için seyahat edenler, rukû ve secdeye devam edenler, iyiliği emreden ve kötülüğü engelleyenler ve Allah’ın çizdiği haram ve helâl sınırını koruyanların Allah’ın cennetle müjdelediği mü’minler”4 olarak vasfedildiğini görürüz. Yüce Allah’ın bu saydığı hususların hepsi Allah yolunda ve Allah için yapılan cihad kavramına dâhil etmiştir. Tövbe etmek, kötülükten hicret etmek ve gerçek mücahit vasfını kazanmaktır. İbadet etmek nefis ve şeytan ile cihadın temelidir. “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ulemanın yaptıkları en büyük cihaddır. Seyahat etmek ise ticaret ve menfaat amacı taşımazsa Peygamberimizin (asm) bir hadisinde belirttiği gibi bu ümmetin cihadıdır. Çünkü Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır”5 buyurmuşlardır. Nitekim İslâmiyet’in dünyaya yayılması savaşlarla değil, Müslüman seyyahların İslâmı anlatmak üzere başka ülkelere seyahat etmesi ile olmuştur. Sonra oralarda Müslüman olanların haklarını korumak üzere askerler oralara gitmişlerdir. Zorla hiç kimse inanç değiştirmez. Bu savaş da olsa fark etmez. Baskı ve zorlama insanı taassuba götürür. İnsan fıtratı gereği ikna edildiği zaman yanlışını görür ve doğru olana sahip çıkar.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu âyetin izahını asrımıza uygun olarak çağımızın medenî insanlarının anlayacağı şekilde açıklar. “Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen”6 şeklinde bir açıklama ile söze başlar. Sonra âyeti sadece askerî yönden ve savaşa katılanlar yönü ile değil, her ferde bakan yönü ile ele alır. Her insanın Allah’ın bir askeri olduğunu ifade eder. Nefis ve malını Allah’a satmanın Allah’ın her insana vermiş olduğu aza, âlet ve duyguların Allah yolunda kullanılması anlamına geldiğini açıklar. Bunun nasıl olması gerektiğinin üzerinde durur.
Dipnotlar:
1- Tevbe, 9:111.
2- Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (Sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam vd. Feza Yay-İst) 4:408; Celalettin Suyutî, Ed-Dürrrü’l-Mensûr, 4:294.
3- Tevbe, 9:107–110.
4- Tevbe, 9:112.
5- Ebû Davud, Cihad, 6.
6- Sözler, (2001) s. 130.
26.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|