Ak Parti ve Yahudi meselesi
Haberi Vatan gazetesi veriyor; Şöyle:
“Soykırıma sessiz imza.
Türkiye’nin 27 Ocak’ı ‘Yahudi Soykırımı’nı Anma Günü’ ilan eden BM kararına iki ay önce imza attığı ortaya çıktı.
“Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1 Kasım 2005 tarihli 60’ıncı oturumunda, 27 Ocak günü “Uluslararası Yahudi Soykırımı’nı Anma Günü” olarak ilan edildi. Türkiye, İsrail’in hazırladığı 60/7 sayılı karar tasarısına açık destek veren dört İslam ülkesinden biri oldu. 104 ülkenin altına imza attığı kararda BM Genel Kurulu, bütün devletlerden, gelecek nesilleri soykırım vahşeti konusunda bilgilendirmek için Yahudi Soykırımı’na ilişkin eğitim programları geliştirmelerini istedi. Ayrıca bütün üye ülkeler, benzer soykırım eylemlerinin önlenmesine yardımcı olmayı sağlamak için bu olayı hafızalarda canlı tutmanın yolunu bulmaya çağrıldı.
Birleşmiş Milletler’in bu kararı aldığı gün, Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan 60/7 sayılı karara imza atıldığına yönelik bir açıklama gelmedi. Bakanlık’ın resmi internet sitesine göre 1 Kasım 2005 tarihinde sadece “Hindistan’ın Yeni Delhi kentinde düzenlenen terör saldırısı” kınandı. Anadolu Ajansı ise New York mahreçli haberinde BM’nin 27 Ocak’ı “Uluslararası Yahudi Soykırımı’nı Anma Günü” ilan ettiğini duyurdu. Ancak Ajans, 196 kelime uzunluğundaki haberinde Türkiye’nin bu önemli belgeye imza attığına yer vermedi. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Namık Tan, 9 Aralık 2005’te yani belgenin imzalanmasından 39 gün sonra, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın Yahudiler’e yönelik bir açıklamasını değerlendirirken, “Yahudiler’in uğradığı soykırım insanlığın vicdanını yaralamış tarihsel bir olgudur. Son olarak, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen buna dair bir karara ülkemiz de katılmıştır” demekle yetindi.”
Haber böyle. Haberin ima ettiği husus, BM kararına imzanın atıldığı, ama atılan imzanın kamuoyuna pek duyurulmak istenmediği şeklinde.
Bu, aslında, Ak Parti’nin “Yahudi meselesi” ve bu arada “Yahudi soykırımı” konusunda takip ettiği sıkıntılı politikanın bir yansıması.
Bu konuda, başka bazı davranışlar da dikkate alındığında, benim çektiğim fotoğraf şöyle:
-Ak Parti daha ana politikalarını belirlerken, “Yahudi meselesi”nde nasıl bir tavır benimseneceğini görüşmüş olmalı. Belli ki bu konu, her adımda önlerine gelecek. “Dış meşruiyyet” söz konusu olduğunda Amerika, onun hemen içinde de Yahudi lobisi ihmal edilemeyecek bir konu. Hem Amerika ile hem Yahudi lobisi ile ilişkileri bozmamak... Bu ana yaklaşım. Ak Parti’nin bu noktadaki duruşu, hem Amerika’da, hem dünya Yahudi lobisinde öncelikle gözlem altına alınacak. Bunun da turnosol kağıdı “Yahudi soykırımı bizim kırmızı çizgimiz” diyen Türkiye - AB Karma Parlamento Komisyonu eş başkanı Joost Lagendijk’in dediği gibi “Yahudi soykırımı konusunda ortaya konan tavır” olacak. Öyleyse, ve bu “meşruiyyet kanalı” ihmal edilemez ise, Ak Parti bu konuda, geçmişte geldiği siyasi çizgi üzerinde önemli bir revizyona gidecek. İlke şu olacak:
-Asla ve asla anti-semitist olarak nitelendirilmeye vesile olacak bir davranış içine girilmeyecek. Üstelik bu noktadaki değişim, ilgili odaklara deklare edilecek. Yani;
-Biz seleflerimiz gibi değiliz, denecek.
Bunun altında şu sözler saklı:
“-Evet, geçmiş çizgimizde İsrail karşıtlığı olmuştur. Bu Yahudi karşıtlığı biçiminde de algılanmış olabilir. Ama biz değiştik. Dünya gerçeklerini idrak ettik. Biz tüm politikalarımızı, İsrail - Yahudi gerçekliğini dikkate alarak belirliyoruz.”
Ak Parti bunu yapmaya çalıştı.
Mesela Tayyip Erdoğan’ın seslendirdiği “Bize göre paranın dini imanı yoktur” sözleri de aslında “Ofer biraderler” ekseninde gündeme gelen “Yahudi sermayesi karşıtlığı”na “eskiden olduğu gibi” prim verilmediğini ifade amacı taşıyor olmalıydı.
Ama fotoğrafın gerçekliğini tamamlamak için bir şeyi daha ilave etmek gerekiyor.
O da Ak Parti’nin bu işi yaparken, tabanındaki bazı hassasiyetleri en azından telafi etmek için bazı adımlar atma ihtiyacını hissettiğidir.
Bunlardan birisi, “Yahudi soykırımına ilişkin kimi metinleri kabul” mukabilinde Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Konseyi platformlarında “İslam düşmanlığı hastalığı var” diyerek seslendirdiği gibi “İslamofobi”yi gündeme getirmek olmuştur. Ak Parti, Avrupa Birliği metinlerinde yer alan ve “Anti-semitimizi suç olarak niteleyen” hususların önüne mutlaka geleceğini önceden dikkate almış olmalı ki, bunun yanında “İslamofobinin de yani İslam’ı bir korku alanı haline getirmenin - yani İslam düşmanlığının dışlanması” girişiminde bulundu ve bunda bir ölçüde netice de aldı; nitekim Avrupa Konseyi tarafından İslamofobi’nin kınanması sağlandı.
Bunun yanında belki, “paranın dini imanı” meselesinde Ak Parti, kendi tabanında bulunabilecek “Yahudi sermayesi karşıtlığı” yanında başka zeminlerde bulunan “Arap sermayesi karşıtlığı”nın de devre dışı bırakılmasını öngörmüş oldu.
Bir şey daha, Ak Parti, hani iyimser bir yaklaşımla söylenebilirse, İsrail’le diyalogu, Filistin konusunda kimi iyileştirmeler yapılması için de düşünmüş olmalıdır.
İşte böyle...
Ak Parti’nin “reelpolitiği” böyle seyrediyor.
Tabii, daha uzun vadede, yani mesela, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin ileriki safhalarında, diyelim İran - İsrail ilişkilerinde bu reelpolitik nasıl sonuçlar verecek, yaşayanlar görecek.
Ahmet Taşgetiren
atasgetiren.com.tr, 25.1.2006
|
26.01.2006
|
|
“Sosyete tarikatı” ve medyatik samimiyetsizlik
Geçen akşam atv Ana Haber’i izliyorum.
Ekran’da bir telaş, bir kıyamet ki anlatılır gibi değil.
Önce izleyicinin zaplamasını önlemek için biraz sonra verilecek haberin merak uyandırıcı kısa tanıtımları giriyor sürekli...
“Tarihi cami”de garip namaz! Sosyete tarikatı!..
Sonra sıra habere gelip, Ali Kırca anlatmaya başlayınca ekranın altından merak, kuşku, hatta saf dindar insanların öfkesini kışkırtacak biçimde “kim bunlar, ne yapmak istiyorlar?” türünde yazılar geçiyor...
Ne olmuş peki, konu nedir?
Çamlıca Subaşı Camii’nde bir grup başı açık kadın ve erkek yan yana cuma namazları kılıyormuş...
Aralarında tanınmış isimler de varmış...
Cami cemaati ve müftülük bundan rahatsız oluyormuş fakat yaklaşık 30 kişilik grup uyarıları dinlemiyormuş.
Olayı bulup çıkartan, Takvim Gazetesi. Takvim’inki elbette bir gazetecilik başarısı.
Ama bu tür konular televizyon ekranına getirildiğinde karakter değiştiriyor.
Hele aralara başı açık erkeklerle namaz kılan kadınlardan biri olduğu iddia edilen manken Banu Öztürk’ün dekolte fotoğrafları serpiştirilip altan da o “kim bunlar, ne yapmak istiyorlar?” türünden yazılar geçiyorsa, izleyiciye sunulan şey haber olmaktan çıkıyor.
Ekrana bakan herkesin ayrı bir noktası, kiminin bilinçaltı kiminin belaltı çomaklanıyor!
Şaşkınlık içinde izliyorum sevgili Ali Kırca’nın halini...
İçimden soruyorum: Haberde bu kadar önemsenecek bir şey bulunduğuna gerçekten inanıyor mu acaba? Heyecanı yapay mı gerçek mi?
O sırada ekranda cami cemaatinden dindar ama ilahiyat bilgisi sınırlı kendi halinde insanlar konuşturuluyor. “Sosyete tarikatı” denilen grubun namaz kılarken çekilmiş fotoğrafında lider olduğu iddia edilen insanın üzerine sürekli zoom yapıyor kamera.
Şimdi meczubun biri ya da bir örgütün militanları, Allah korusun, bu insana bir kötülük yapsa, eminim atv yöneticileri çok üzülür! Ama haberi yaparken, haber dilini kurgularken belli ki böyle şeyleri pek akıllarından geçirmiyorlar.
Beni asıl “kopartan” şey ise Ali Kırca’nın “hangi namaz doğrudur, nasıl kılınırsa namaz haram olur” sorularının yanıtını ararkenki hali...
Hele Yaşar Nuri Öztürk’ten belli ki “kadın erkek birlikte namaz kılabilir canım, ne olacak” gibi bir yanıt beklerken keskin ve sert bir protesto ve eleştiri gelince sarsılıyor Kırca, toparlanması zor oluyor.
***
Bakın, bu “sosyete tarikatı” denilen kişileri ne tanıyorum ne de yaptıkları şey ilgilendiriyor beni.
Ama bir süredir popüler TV kanallarında dini konularda sergilenen samimiyetsizlik beni çok ilgilendiriyor.
Çünkü bu samimiyetsizlik içimizdeki en derin ve değerli direnç noktalarını, aklımızın bireysel özgürlük ve irade kalelerini çürütüyor...
İnanırız veya inanmayız. Şöyle inanırız veya böyle inanmayız. O ayrı.
Ama tavırda gösterişçiliğe kaçmayan samimiyet önemlidir.
Bu kanalların habercileri içki yasağı tartışmaları koptuğu dönemde içkinin İslam dininde kesin olarak haram olup olmadığını ilahiyatçılara sorup aldıkları “evet” cevabına kafa salladı mı hiç?
TCK tasarısında zinayla ilgili maddeler tartışma kopardığında zinanın ve dikkat buyurun, zinaya vasıta olan her şeyin İslam’da kesinkes günah olduğu gerçeğini izleyicilerine aynı heyecan ve onaylama edasıyla aktardılar mı hiç?
Hayır. Asla...
Öyleyse, bir grup insanın egzantrik dindarlık gösterisi karşısındaki bu şamata ve heyecan neyin nesi?
Kanal yöneticilerine soruyorum: Aynı şamata ve heyecan sizin özel hayatlarınız ve inançlarınız konusunda koparılsa bundan hoşnut kalır mıydınız?
Haşmet Babaoğlu
Vatan, 25.1.2006
|
26.01.2006
|
|
Kara kışa uygun soğuk haberler
Hava (İstanbul’dan söz ediyoruz) soğuk mu soğuk. Birkaç günlüğüne de olsa kar bu şehri de esir almış durumda.
Bu şartlarda hareket imkanı kısıtlı olduğu için gazeteler her gün olduğundan daha dikkatli okunuyor. Haftabaşının gazetelerinde karşılaştığım iki haber, gerçekten de, klimanın ruhuna çok uygundu doğrusu. Yani iki “soğuk” haber.
Bunlardan ilki Hürriyet’in bir tam sayfasını ele geçirmişti. Erkan Mumcu açıklıyor, röportajı yapan Faruk Bildirici ve bizler okuyorduk. Mumcu, lafı fazla uzatmadan kestirmeden gitmiş: “Çağdaş bir Kızıl Elma gerekiyor”(!)
Hava da nasıl can sıkıcı, nasıl kasvetli anlatamam...
Sayfanın manşetine taşınmış bu açıklamayı okuyunca (ister istemez) şöyle mırıldandım: Zavallı ANAP, sonunda Kızıl Elma’cı oldu!
Talihsizlik işte; Doğru yanlış bambaşka bir fikriyat ile yola çıkan, sözü edilen “elma”nın en fazla dörtte birine kucak açan bir parti, dönüp dolaşıp yeni genel başkanının elinde hepten Kızıl Elma’cı olmuş.
Bilemeyiz, tamamen bir tahminden ibaret ama Turgut Özal partisine çizilen bu yeni yoldan haberdar olmuş ise canı son derece sıkılmıştır herhalde.
ANAP Genel Başkanı’nın bu (kendi ifadesiyle) “ütopyası” herşeyden önce (tamam adı zaten “ütopyadır” ama!) hiç mi hiç gerçekçi değil. Bir bahçede yıllardır kızaran elmalara bakıp olgunlaştıklarında bunları hasat eden bahçeciler ortadayken, “Kızıl Elma”cılıktan ANAP’a hayır gelir mi?
Mumcu, “Çağdaş kızıl elma, kesinlikle ırkçı ve çatışmacı olmayan bir ütopyadır” diyor. “Ütopya” çok da iddialı: “Her şeyden önce ulusal ve küresel sistemde, güç ve çıkar kavramlarını hak kavramı ile değiştirme arzusunun şekillendiği bir ütopyadır.” Yani çok güzel şeyler olacak: İnsanın insana hükmetmesi son bulduğu gibi insanın doğaya tahakkümü de son bulacak, “ötekilik ilişkisi” ortadan kalkacak. Kızıl Elma ütopyası -tahmin ettiğiniz gibi- Doğu-Batı sentezine hizmet ederek ülkemize bambaşka haleti ruhiye kazandırıp Türkiye’nin insanlığa özgün bir katkı sunmasını sağlayacak....
“Ütopyalar”a ilişkin temkinli bir sempati beslememe rağmen şu tespiti yapmadan da duramayacağım: Anlaşılan o ki, siyasetçiler “gerçeklikten” koptukları ölçüde kendilerini “ütopyalar”a vuruyorlar...
Bu arada Mumcu’nun kendisini epeyce zaman bakanlıkta tutan eski partisi hakkında sarfettiği şu sözler de bir başka “ütopya”: “AK Parti bir parti değil. Parti benzeri bir yapı...”
Ne yaparsınız, siyaset aynı zamanda böyle bir şey işte...
Gelelim ikinci “soğuk haber”e:
Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde iki haftadır ilginç bir uygulama varmış. Başörtülü öğrenciler kampüs girişine yerleştirilen bir kulübeye girerek baş açma ya da peruk takma işlemini burada gerçekleştiriyorlarmış. Başörtülü bir öğrenci üniversitenin sunduğu bu “imkan”ın canını nasıl sıktığını öyle güzel anlatmış ki; “Ne yapabilirim, okumalıyım” diyor. Üniversitenin rektör yardımcısı profesör de bu yeni “buluş” hakkında bilgi veriyor:
“Daha önce öğrenciler girişteki Atatürk’ün vecizesinin ve Türk bayrağının altında başörtülerini çıkarıyordu. Caddede yığılma oluyordu. Çevreden, Atatürk’ün sözünün altında bu manzaranın hoş olmadığı, görüntü kirliliği olduğu yönünde şikayetler aldık. Bu uygulamadan herkes memnun.”(!)
İşte size yine soğuk mu soğuk, hatta “buz gibi” bir haber daha...
Ne diyeyim bilmiyorum ki... Rektör yardımcısına mı, yoksa “vecize” altında geçen olaydan rahatsız olan “çevreden” insanlara mı laf yetiştireyim? Bu da bir başka “ütopya” işte!
Akıllarına gelmiyor ki, “zihinler” söz konusu olduğunda bir “kirlilik”ten söz edilir.
Kürşat Bumin
Yeni Şafak, 25.1.2006
|
26.01.2006
|
|
301 kalkmadan bu komedi bitmez
Orhan Pamuk davasının sonucu tam bir komediye dönüştü. Ancak iş, Pamuk ile bitmiyor ki. 301’inci maddeye dayanılarak dava açılmış çok kişi var. Belki Orhan Pamuk kadar tanınan isim değiller, ancak aralarında gazeteciler, düşünürler var.
Bu insanlar ne olacak?
Onların mahkemeleri de “yetki gelmedi, bundan dolayı, yargılayamam” mı diyecek? Yoksa “arslanlar gibi yargılayıp (!)” ceza mı dağıtacak?
Boğaziçi Üinversitesi gibi, daha önce yapılan girişimlerde de hep aynı istek ortaya çıktı: 301 kaldırılsın.
Doğrusu da budur.
301 kalkmadıkça veya çağdaş bir dilde yazılıp, Hakaret ile Eleştiri çizgileri net şekilde çizilmedikçe, bu komediyi yaşamayı sürdüreceğiz.
Gelin, fazla uzatmadan bu işi temelinden çözelim.
Mehmet Ali Birand
Posta, 25.1.2006
|
26.01.2006
|