Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, geçtiğimiz günlerde bir yazısında kendisine yönelttiği eleştirilerden dolayı sitem için aradığı Fatih Altaylı’ya şunları söylemiş:
“Biz göreve geldiğimiz zaman YÖK bütçesi 2.2 katrilyondu. Bunu 5 katrilyonun üzerine çıkaran biziz. Türkiye’de kimin bütçesi bu kadar arttı? Bir örnek bulsunlar. (...) Herkes kadrosuzluktan inlerken YÖK’ün emrine 14 bin kadro vermişiz.” (Sabah, 19 Ocak 2006)
Çelik’in, bütün bunlara rağmen YÖK’ü ve destekçilerini memnun etmek bir yana, o cenahtan daha yoğun tepki ve eleştiri almalarına isyan ettiği anlaşılıyor.
Aslında YÖK cephesinin tavrına değil, Bakanın hayret ve isyanına şaşırmak lâzım. Devlet çarkının işleyişini tamamen kendisine hizmet edecek şekilde dizayn eden zihniyetin başka türlü davranmasını beklemek kadar abes birşey olabilir mi?
Bakan Çelik’in isyanı, bize, yılan hikâyesine dönen “kayıp trilyon” mahkûmiyeti sebebiyle şu günlerde yine sıkıntıya giren Erbakan’ın, Refahyol hükümetinin başbakanı olarak ordu hakkında söylediği sözleri hatırlattı.
Erbakan o zaman Mısır’dan Mustafa Meşhur, Suriye’den Fethi Yeken, Ürdün’den Ali Sadreddin El-Binunî gibi önde gelen İhvan-ı Müslimîn temsilcileriyle görüşmesinde, muhataplarının “Programınız ve hedeflerinizle yaptıklarınız arasında büyük farklar var. Sebebi ne?” sualini cevaplarken şöyle demiş:
“Türkiye’de hangi başbakan olursa olsun, üç kurumla uzlaşmak zorunda. Birincisi, Amerikan biçiminde örgütlenmiş, görünen ve görünmeyen çok fazla güce sahip ordu; ikincisi siyasî yapı; üçüncüsü iş dünyası...”
Bunlardan orduyla uzlaşmak için yaptıklarını da şöyle anlatmış Millî Görüş lideri:
“Ordunun bana karşı düşmanlığı ile başa çıkmak için, sadece asker maaşlarını arttırmakla kalmadım, aynı zamanda dolarla zaptettim. Daha sonra, yedek parçası eksik, uçamayacak kadar eski, bakım gerektiren bir sürü F-4 Fantom uçağının olduğunu fark ettim. Amerikalılara gittik. Bize İsrail’i tavsiye ettiler. Genelkurmay bazı ekonomik anlaşmalarla birlikte iki askerî anlaşma imzalamayı kabul etti. Bu anlaşmaları bize yutturan ABD’dir. Reddetmem mümkün değildi.”
(8 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay’ın, Fransız Le Monde gazetesinin sadece abonelerine gönderdiği bültenden çevirip naklettiği ve takip edebildiğimiz kadarıyla yalanlanmayan bu bilgiler için bkz. Balans Ayarı kitabımız, 2000: s. 165-6.)
Erbakan’a atfedilen bu sözlerin “asker maaşları”yla ilgili kısmı, kısa bir süre sonra, Refahyol hükümetinin Maliye Bakanı Abdüllatif Şener tarafından yapılan “Orduya en çok parayı biz verdik” açıklamasıyla doğrulandı. (Yeni Asya, 10 Haziran 1997, manşet haberi)
Bu açıklamadan bir hafta sonra Erbakan istifa etti, Refahyol hükümeti sahneden çekildi.
Erbakan hükümetinin henüz işbaşında olduğu günlerde, kongreyi kazandığı halde parti yönetiminin tartışmalı bir tasarrufuyla görevden alınan RP Ankara İl Başkanı, partisinin izlediği politikaları şöyle eleştiriyordu:
“Yirmi yedi yıldır söyledikleriyle baktığımızda, iktidardaki RP başarısızdır. (...) Erbakan’ın ve etrafındaki kadronun iki çıkmazı var. Birincisi, parti tabanını ve yirmi yedi yıllık söylemlerini ayaklarının altına aldılar. İkincisi, devlete de yaranamadılar.” (Radikal, 10 Mart 1997, ayrıca Balans Ayarı, s. 166-7)
Bu değerlendirme, içindeki “yirmi yedi yıllık söylemler” kelimeleri çıkarılarak ve RP’nin yerine AKP, Erbakan’ın yerine de Erdoğan konularak okunursa nasıl bir netice çıkar?
Arada belirgin farklılıklar olmakla beraber, çok önemli benzerlikler de yok mu? RP’nin yirmi yedi yıllık mâlûm söylemleri vardı, hemen hepsi Erbakan iktidarında ayaklar altına alındı. Dört buçuk yıllık AKP’nin “yenilikçi ve demokrat söylemler”i de AB sürecinin getirdiği ilâve destek ve katkıya rağmen, statükonun inatçı direnişi karşısında hızla aşınıyor.
RP, en çok parayı vermekle övündüğü asker tarafından organize edilen bir kampanya ile safdışı edilmişti. AKP ise bütçesini kat kat arttırdığı YÖK’e hâlâ neşter atabilmiş değil...
26.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|