|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
"Ben hiç Ondan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahmân bana zarar murad etse, sizin ilâh edindiklerinizin bana hiçbir yardımı dokunmaz; onlar beni Allah'ın azabından da kurtaramazlar.”
Yâsin Sûresi: 23
|
30.09.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim akrabalarla iyi ilişkisini keser veya haram bir işi yapmaya yemin ederse cezasını daha ölmeden görür.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3739
|
30.09.2006
|
|
Nefis, açlıkla terbiye olur
DOKUZUNCU NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” (Ben benim, sen sensin.) Hangi nevî azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”
Nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm, ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”
“Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.”
“İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Sâffât Sûresi, 37:180-182.)
Mektûbât, 29. Mektub, 2. Kısım, s. 393
Lügatçe:
mevhum: Vehmî olan, olmadığı halde varmış gibi kabul edilen.
rububiyet: Rablik, terbiye edicilik sıfatı.
ubûdiyet: Kulluk, ibadet.
abd: Kul.
enâniyet: Benlik, gurur.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
30.09.2006
|
|
Bediüzzaman Afyon Mahkemesinde
Afyon Mahkemesinin 6 Aralık 1948 tarihli kararı ile 20 ay hapis cezasına mahkûm edilen Bediüzzaman Hazretleri, Temyiz Mahkemesi'nin kararı bozmasına rağmen, bu cezayı zulmen çekmesinin ardından nihayet 20 Eylül 1949 tarihinde tahliye olur.
O günü, yakın talebelerinden Mustafa Sungur hatıralarında şöyle anlatır:
“20 Eylül sabahı güneş doğmadan önce polisler nezaretinde tahliye edilip Zübeyir ve Ziya ile beraber kaldığımız eve getirildi. Biz de sabah namazını yeni kılmış, tesbihata başlamıştık. Baktık bir fayton sesi geliyor, yani atların yürüyüşünün sesini, şakırtısını duyduk. Kalktım pencereden baktım. Eve doğru bir fayton geliyordu. ‘Üstad geliyor’ dedim. Aşağı indik, eve elli metre mesafede faytonu karşıladık. Üstad faytondan indi, polisler de arkasından. Üstadımızın elini öpmeye uzandık. Hz. Üstad polislere hitaben ‘İşte bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdırlar’ diye biz talebelerini polislere takdim ediyordu.”
“O evde, Afyon'da on gün beraber kaldık” diyen Mustafa Sungur, 30 Eylül mahkeme gününü ise şöyle anlatır:
“30 Eylül günü yeniden Afyon mahkemesi vardı. Temyizin bozması üzerine muhakeme olunacaktık. On gün müddetle beraber kaldığımız muazzez Üstadımızın kapısında, aşağıda bir polis, daima nöbet beklerdi. Kimse ziyarete gelmesin diye. Afyon'dan sadece Ahmet Hancıoğlu geldi ziyarete. Üstadımız onu Afyon nâmına kabul etti. Polislerden Üstadımızın aleyhinde olan çok ahmak birisi vardı, hemen her gün onu gönderirlerdi. Üstadımız bir kaç defa ona ders vermek istedi, müsbet hareketini, Nurcuların millet ve memlekete büyük menfaatini ona izaha çalıştı. Üstadımız bedduâ etmezdi, aldanan ve aldatılan ehl-i dünyayı ikaza çalışırdı. Üstadımızın bu tarz hareketine belki bin defa şahit olmuşuzdur. Hatta kendilerini tahliyeden sonra eve kadar getiren polislere ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’dan okumak için onları yere oturttu ve bir kısmını onlara okudu. Bu Şekva’yı, tahliyeden on beş gün önce hapiste yazıp Zübeyir Ağabeye göndermişti. Zübeyir Ağabeyle beraber daktiloyla yazdık ve altı makâmâta gönderdik. Üstadımız öyle emretmişlerdi. ‘Hey'et-i Vekiliye’ye, Adliye Vekâleti’ne, Mahkeme-i Temyiz’e, Başvekil’e ve Demokrat Parti Başkanlığı’na, bir de Fevzi Çakmak'a gönderilsin’ demişti.
“Üstad Hazretleri beni 30 Eylül 1949 günü, mahkememizi müteakip babamla İzmir'e gönderdi. Ben Üstadımdan ayrılmak istemiyordum. Babamla beraber İzmir trenine binip iki istasyon sonra, istasyonun birinden inip kaçmayı tasarlamıştım. Üstadımızla beraber ikindi namazını kılarken, içimden, 'Kat'iyyen ayrılmam' diyordum. Üstadımız namazı ve tesbihatı müteakip geriye dönerek; ‘Sen mutlaka gideceksin. Hem İzmir'e uğrayacaksın, hem İstanbul'a uğrayıp Eşref Edip, Mihri Helav, Vecihi gibi dostlarımla görüşeceksin, hizmet var’ diye ihtarda bulundu. Ve onlara söylenecek meseleleri tevdî buyurdular. Ve o günün akşamı Afyon'dan ayrıldım.” (Son Şahitler, 4. Cild, s. 15)
|
30.09.2006
|
|
İnsan, aklını kullandığı kadar insandır!
Kişisel gelişim, Hakîm isminin bir yansıması olarak, aklın gerektiği yerde ve bilinçle kullanılmasını gerektirir.
Bizi hayvanlardan ayıran sır değil miydi akıl!
İnsan gıdalarla beslenir, ancak onu geliştiren düşünceleridir. Ve düşünen sorumludur; hayatından, sahip olduklarından ve etkilediklerinden… İnsan benliğinin sırrını aklıyla keşfeder; kalbini aklıyla korur.
Akıl, Allah’ın Hakîm isminin tecellîsini en geniş anlamda yansıtma yeteneği olan beyinsel fonksiyonumuzdur. Eğer, onu kendi benliğimizin kör kuyusunda besleyip, nefsimizin isteklerini yerine getirmesi için kullanırsak, ne hallere düşeceğini hiç tahmin ettiniz mi? Ben söyleyeyim: Akıl insanı öylesine tâciz eden, öylesine sıkıntılara sokan uğursuz bir âlet olur ki, “Nereden bunu başıma taktım da musallat ettim!” dedirtir insana. Dahası mı, işte devamı:
Geçmişinden kopması mümkün olmayan insana yaşadığı olumsuz ve kötü hatıralarını öyle bir hatırlatır ki hazır gününü zora sokar. Anlık lezzetleri zehre dönüştürür. Tatlılar acılaşır. Dahası, gelecek kaygısı taşıdığı için düşünen beynini taciz eder, dumura sokar. Sonuçta, yaşanan ânı kâbusa çevirir. Aklını yerli yerinde kullanamayarak çaresiz kalan insan da o anda bu sıkıntılardan kurtulmak için, tam burada aklı yerli yerinde kullanması gerekirken, kendini bunları unutmaya zorlar. Sarhoşluğu tercih eder meselâ…
Oysa akıl, insanın kendi benliğini, kâinatı ve yaratılmışların sırlarını anlamaya yöneltilse, yani o gerçek Sahibine satılsa, o akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, kâinatın tüm sır kapılarını, rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açmaya başlar. İşte bilinç burada başlar; kendini fark etmesiyle başlayıp, Rabbini anlamasıyla son bulan bir kişisel gelişim süreci. İnsan da bu yüzden yükümlü değil mi zaten? İşte bu noktada akıldan daha büyük mürşid de bulunmaz!
Teklif: Aklınızı rehber yapmak isterseniz, onu yerli yerinde kullanın!
|
B. Sait ÇİFTÇİ
30.09.2006
|
|
Yeryüzüne inen rahmet ve şifa
Oruç tutan insan bilir ki:
Ramazan Kur’ân ayıdır. Kur’ân mânâsı bu ayda yeryüzünde netleşmiş ve varlığın karmakarışık labirentleri arasında insanlığa yol gösteren bir ışık ve kalplerinde hakikati arayan noktaya bir aydınlık olmuştur. Gün içindeki açlık onun zihninde bu mânâyı hep kazırcasına bir irtibat ve hatırlatıcı bir unsurdur. Her tarafta okunan mukabelelerle Kur’ân’a mukabil duran gönüller sanki o an Kur’ân’ın nazil oluşuna şahit olurlar. Yeryüzüne inen rahmet çağlayanına alkış tutar gibidirler.
O an sanki şöyle bir tabloya muhataptırlar: Rahmet bir sel olmuş ve kâinatın ruhu olan Cebrail’in (a.s.) kuşatıcılığı ile yeryüzüne yansımaktadır. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) varlığa anlam ve ruh veren nuru, nur-u Muhammedî (a.s.m.) bu akışın tamamını içine alan bir büyük kâse gibi durmaktadır. Bu mânâlar o mübarek zatın (asm) ağzından kelimelere dönüşmekle mânâ boyutunda gürül gürül yeryüzüne akan bir sele dönüşür. Bu sel, sahabenin ağzında ana kanallara ayrılmış, asırlardır hafızların dimağ ve ağızlarından yeryüzüne akan bir rahmet suyu ve gönüllere huzur veren bir zemzem gibi hiç durmaksızın akar.
Ramazan ayı içinde okunan mukabeleler ile bu alkış öyle hızlanır ki, yeryüzü rahmete garkolur. Bu öyle kuşatıcı bir mânâdır ki, bütün gönüller hisseder. O yüzden rahmetin bir sel olduğu, camilerden, evlerden, radyo ve televizyonlardan gürül gürül aktığı bir zaman dilimi atmosferi hâkimdir. Şu an hava âleminde bile farklı bir kimya ve zerrelerin neş’esinde büyük bir artış olmalıdır. Çünkü yeryüzünden semaya Kur’ân nidaları yükselmesine ve her şeyin anlam bulmasına hizmet eden âyetlerin kelimelere dökülmesine ve çok uzaklara nakline hizmet etmektedirler. Camide, evinde, televizyonda ya da radyoda Kur’ân okuyan insanın ağzından rahmet gürül gürül büyük bir debi ile akmaktadır. Bu mânâ ile kapasitesi artmış gönül kâseleri bu akışa mukabil durmakta ve gönüller o mukaddes mânâlar ile kana kana dolmaktadır.
Ramazan’ın bütün güzellikleri yanında bu atmosferi ile rahmetin ve yeryüzüne rahmet ve şifa olarak indirilmiş Kur’ân’ın Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ağzından yeryüzüne akan çok büyük bir rahmet nehrine döndüğü algısı ve bunun semâvî âlemlerden ve Âlemlerin Rabbi olan Zat-ı Zülcemalin mukaddes makamından geldiğini bilmek ve Kur’ân nağmelerine bu duygular ile mukabil durmak tarifi imkânsız bir güzelliktir. Bu hal sanki onu cennet nehirlerinin akışına götürür ve dünya sanki altından ırmaklar akan Rahmanî bir köşke dönüşür. İşte bu noktada insan anlar ki orucun açlığı bu rahmet selinin karşısındaki coşku ve duygu seli ile unutulur. Bu yüzden kendisine bu duyguları hissettiren ve dünyadan el çektiren Ramazan açlığını ve yasaklarını çok sever.
|
Hakan YALMAN
30.09.2006
|
|
İyi ki geldin...
Eminim siz bu satırları okurken aynı sohbetlerden birinin içinde olduğunuz için yadırgamayacaksınız.
Yeğenimi arıyorum. “Ne o Said, artık oğlumu bana gönderin de biraz da ben hasret gidereyim. Buldu teyzesini, annesini unuttu galiba” diye tatlı sitemle takılıyorum. Telefona gelen oğluma soruyorum: “Ne yedin bu akşam?” diye.
Şen şakrak gülüyor. “Teyzem bütün gün mutfaktan çıkmıyor ama ben yiyemiyorum ki…” “Ne zaman geleceksin?” diye analığımın hasretiyle soruyorum.
“İnşallah yarın, ama çocuklar hiç istemiyor, ‘Abi sen geldin diye annem döktürüyor, sayende leziz yemekler yiyoruz, iyi ki geldin’ muhabbeti yapıyorlar.”
“Bizimkiler de burada takılıyor bana, ‘Anne abim gelse de sahurda ayrı, iftarda ayrı güzel yemeklerinden yesek’ diyorlar” diyorum.
Kızım ve küçük oğlum arkadan ağabeylerine duyurmak üzere bağırıyor:
“Abi gel artık, sahurda içli köfte, iftarda mantı, gelsin sarmalar, gitsin börekler”
Hani yani bir duyan olsa, bu lâfları edenlerin aç kaldıklarını sanacak.
Oysa onlar da bal gibi biliyorlar ki bu Ramazana has bir telâş. Ramazana özel hazırlık belki de birilerinin iftar masasında olmasına bağlanıyor ama bu Ramazan bereketi, Ramazan lezzeti.
Bunu gençlerin anlamasını beklemek, çocukların idrak etmesini ummak şimdilik erken ama ilerleyen zamanlarda bu günleri öylesine hasretle yâd edecekler, öylesine özlemle anacaklar ki…
Uzun kış gecelerinde sahur sofralarının vazgeçilmezi olan sucuklu yumurtanın tadını ben bugün bu yaşımda alamıyorum.
Oysa çocukluğumun Ramazanlarında yediğim her lokmanın tadı hâlâ damağımda.
Bilmem Ramazan’ın tadı mıydı unutamadığım, bilmem anneciğimin elinin lezzeti miydi?
Galiba her ikisiydi…
En çok da Ramazan’ın büyüsüydü.
“İyi ki geldin” cümlesini yeğenlere, oğullara ya da diğer sevdiklerimize değil, mübarek ay Ramazana demek en doğrusu.
Çünkü o geldiği için bütün aile aynı sofrada, bir ağızdan ‘Bismillah’ diyerek uzanıyoruz önümüzdeki nimetlere.
Burnumuza gelen yemek kokularının mis kokusunda verenin ve verdiklerinin düşüncesi kaplıyor aklımızı. Rızka uzanan ellerimiz, Rezzak olan Rabbimizi tefekkür eden zihnimize ilham kaynağı oluyor.
Olmayanları ve olduğu halde yiyemeyenleri düşünüp, her ikisinin de aslında ne büyük bir lûtuf olduğunu düşünüyoruz.
İyi ki geldin Ramazan…
Sofralarımıza, yüreğimize, aklımıza, hal ve hareketlerimize sevinç getirdin.
Bütün aileyi aynı saatte ve aynı masada toplamanın dışında, maharetini gösteren annelerin tatlı telâşının ötesinde, insan olmanın gereğini, Müslüman olmanın hazzını, her türlü nimetleriyle biz kullarını perverde eden Rabbimizin şefkatini tattırdığın için iyi ki geldin.
|
Hülya YAKUT
30.09.2006
|
|
Takvim
Bu ayda yardımlar yağar
Kullar Allah’a el açar
Boşa gitmez ki duâlar
Yedi gün oldu oruçlar
|
Celal YALÇIN
30.09.2006
|
|
Dörtlük
Zaman sanki sür’atle akan bir nehir gibi.
İnsan suya kapılmış, nâçâr çırpınan sabî.
“Ömür devamlı geçiyor, aldanmakta fayda yok.”
Bizden razı olmalı, Kâinatın Sahibi.
|
Abdülkadir MENEK
30.09.2006
|
|
Duâ âdâbı
Her konuda olduğu gibi Allah’a yalvarış ve yakarışta da Resûlullah’ın (asm) emsâli yoktur. Nerede, ne zaman ve nasıl duâ yapacağımızı en güzel o göstermiştir. Duâda dikkat edilmesi gereken hususları, kabul edilebilirlik şartlarını bir bir anlatmıştır.
Duâ bir ibadettir. İbadet ise Allah’ın rızası için yapılır. Her şeyden önce duâda içtenlik ve samimiyet gereklidir. Allah’a tam bir teslimiyetle, dileklerimizin hakkımızda hayırlı ise kabul edileceğine inanarak duâ edilmelidir. “Allah’a, duâlarımıza cevap verileceğine kesinlikle inanarak duâ edin” buyuran Peygamberimiz (asm) şu önemli noktaya dikkati çekmektedir: “Şunu iyi bilin ki, Allah, Kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul olan bir kalbin duâsını asla kabul etmez.”1
Allah’tan istediğimiz şey veya şerrinden sığındığımız hususlarda önce fiili olarak yapmamız gerekenleri yapmalıyız. Makbule yakın duâlar için fiilî duâlar ihmal edilmemelidir. İsteklerimiz âdetullaha (Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara) uygun olmalıdır. Allah’tan meyve isterken önce fidan dikilmeli, sulayıp, gübreleyip büyümesi için yeteri kadar beklenilmelidir. Duâda aceleci olunmamalı. Duâ görevimizi eksiksiz, ama daima yapmalıyız. Fakat kabul zamanını Cenâb-ı Hakk’ın takdirine ve hikmetine bırakmalıyız.
Duâda Allah’ı itham edici cümleler kullanılmamalı. Yani, “Allah’ım çok duâ ettim, kabul etmedin” gibi ifadeler duâmızda bulunmamalıdır. Ayrıca duâmızda kesinlikle bedduâ ifade eden cümleler olmamalı.
Duâdan önce tövbe ve istiğfar ederek mânen temizlenmeli, sonra duâmıza başlamalıdır.
Duâya başlarken ve duâyı bitirirken Peygamber Efendimize (asm) salâvat-ı şerife getirmelidir. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin de bildirdiği gibi, salâvat-ı şerifeler makbul duâlardır. İki makbul duânın ortasındaki duâlarımızın da makbul olması Cenâb-ı Allah’tan kuvvetle umulur.2
Birisi lehine duâ yapılacaksa, onun orada olmadığı bir anda duâ yapmalıyız.
Duâyı sadece sıkıntı ve belâ anında değil, bolluk ve rahatlık dönemlerinde de yapmalıdır. Resûlullah, “Kim sıkıntı ve belâ anlarında duâlarının kabul edilmesini isterse, bolluk ve rahatlık anlarında bol bol duâ yapsın”3 buyurur.
Duâ metinleri mümkünse âyetlerden veya hadislerden alınmalı. Yoksa içten geldiği gibi samîmî olarak huşu ve huzur-u kalple yapılmalı.
Farz namazların, bilhassa sabah namazının ardından, mümkünse mescitlerde veya ibadet mahallerinde, Cuma günü saat-i icâbede, üç aylarda, mübarek gecelerde, kandillerde, Ramazan’da ve bilhassa Kadir Gecesi’nde daha çok duâ yapılmalıdır.4
Efendimizin (asm) çokça yaptığı şu duâ ile sözü bitirelim:
“Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize dünyada da, ahirette de iyilik ver. Ve bizi Cehennem ateşinden koru.”5
Dipnotlar:
1- Müsned, 2:77.
2- Mektubat, 270.
3- Tirmizî, Daavat; 65.
4- Mektubat, 270.
5- Müslim, Zikir; 26.
|
Necmi ÜNLÜ
30.09.2006
|
|
Oruçla kazandığımızı trafikte kaybetmeyelim!
Büyük şehirlerimizin önemli meselelerinden olan trafik sorunu, bu ayda en üst düzeye ulaşır. Hemen hemen herkes aynı saatlerde yola koyularak iftar vaktini evinde geçirmek ister. Hepimiz defalarca trafiğin kaosuna ve insanların birbirine karşı yaptığı hakaretlere tanıklık etmişizdir. Belki başka zamanlarda olamayacağı kadar trafik ihlâli ve kaba davranışlar sergilenir. Ramazan’ın hem bedenî, hem de ruhî anlamda talim ve terbiye ayı olduğunu unutmayalım. Trafikte incittiğimiz bir gönül, sırasının önüne geçtiğimiz bir sürücünün hakkı ile iftar saatinde Cenâb-ı Hakkın huzuruna nasıl müsterih bir kalp ile çıkabileceğimizi düşünebiliyor musunuz? Lütfen iftarımıza birkaç dakika geç kalmakla ne kaybedeceğimizi ya da trafikte kul haklarına riayet ederek ne sevaplar kazanacağımızı kıyaslayalım.
|
Yasemin Uçal ABDULLAH
30.09.2006
|
|
|
|