Ramazanı yaşarken...
Ramazan-ı Şerif orucunun insan üzerinde çok büyük etkileri vardır.
* Her şeyden önce Ramazanda oruç tutmakla insan Yüce Allah’ın terbiye edicilik sıfatını tanır ve bir disiplin altında olduğunu fark eder. İnsan anlar ki, başıboş değil ve onu yöneten İlâhî bir güç vardır.
* Toplumumuzun birbirine yabancılaştığı; sınıflar arası irtibatın kopmak derecesine geldiği bilinen bir husus. İşte, Ramazandaki oruçla tok açın halini, zengin fakirin durumunu, üst sınıf alt sınıfın içinde bulunduğu vaziyeti anlar. Toplumda her bir sınıf birbirine yardımcı olmaya ve el uzatmaya hazır bir maneviyat kazanır. Büyüklerin küçüklere, zenginlerin fakirlere, üst sınıfların alt sınıflara eğilmesi ve el uzatması neticesinde ise, sosyal hayatta maddî-manevî düzen ve âhenk sağlanır, toplum barışı temin edilir, toplum fertleri arasındaki uçurumlar ortadan kalkar. Böylece, kardeşlik duyguları pekişir. Dayanışma ve kaynaşma artar. İnsan, bulunduğu halden memnunluk duymaya başlar ve diyaloğun kıymetini hissetmeye çalışır.
* Sâir zamanlarda ibadetler konusunda gevşek davranan ve huzursuzluğa kapılan insan Ramazandaki oruçla, kendi dünyasında iç huzur ve saadete kavuşur. Günahlardan arınır ve ruh terbiyesine ulaşır. İbadet yapmanın tadına varan mü’min, bu kazanımını ömür boyu sürdürme ve devam ettirmenin yollarını araştırır. Dengeli bir mü’min ve planlı-programlı bir insan olmaya gayret eder. İbadetin hazzına vardıktan sonra sürekli yaşamaya ve yaşatmaya özen gösterir.
* İnsanı zaman zaman gaflete sürükleyen bir nefsinin olduğu hepimizin malûmudur. Nefis bazen sahibini yanıltır; bazen de aldatır. İşte, Ramazandaki oruçla insan, baş düşmanı sayılabilecek nefsini terbiye eder, ıslâh eder ve iyi ahlâka yönlendirir. Islâh edilmiş bir nefse sahip olan insan, dünyasını da, ahiretini de mamur etmeye muvaffak olur.
* Yüce Allah bizlere pek çok nimetler vermiş ve şükür olarak da maksatlarına uygun kullanmamızı istemiştir. Bu nimetlerin şükrü konusunda kimi zaman, ihmalkâr davranabiliriz. Ramazandaki oruçla Allah’ın nimetlerine anlamlı, kapsamlı ve farklı bir ifade biçimiyle, fiilî bir şekilde şükür yapılmış olur. Yaratılış maksatlarına uygun kullanılan nimetlerin bereketlendiği ve huzur sağladığı gözlemlenir.
* Mukabeleler sayesinde Kur’ân’a apayrı bir yöneliş sağlanır. Kur’ân daha çok okunur, daha çok dinlenir; bu ayda Kur’ân’ı daha çok anlamaya ve ona daha fazla uymaya gayret ederiz. Bütün gündemimizi Kur’ân aldığından hareketlerimizin tamamı onun perspektifinden değerlendirilmeye çalışılır. Pek çok kimsenin Ramazan sayesinde Kur’ân öğrendiği müşahede edilir.
* İnsanın dünyaya geliş maksatlarının başında âhirete dönük ticâret yapmak ve âhiret hesabına azık toplamak hususu gelir. Ramazandaki oruçla, geliş amacına ve kabiliyetlerine uygun olarak çok yüksek kârlar kazanır, çok kazançlı ticâretler yapar, çok gıdalı azıklar elde eder ve çok verimli ekimler ve hazırlıklar yapar. Büyük bir denge ve ahenk içerisinde dünyasını ihmal etmeden; başkasına yük olmadan ahiret işlerini dikkat ve itinayla yerine getirir.
* Ramazandaki oruçla insan günübirlik sağlık ve sıhhatine yönelik adımlar da atmış olur. Dinlenmeye ve dengeli beslenmeye ihtiyacı olan insan mekanizması oruç sayesinde anlamlı bir istirahat içerisine geçer. Bu programla zinde ve sağlıklı bir yapıya kavuşur.
* Ramazandaki oruçla nefis Rab değil, kul olduğunu hatırlar, firavunluğu bırakır. Kulluğa ikna olur, kulluktan razı olur. Rab olarak sadece Rabb’ini bilir. Kendisinin aciz bir kuldan ibaret olduğunu kavrar. Özellikle bu acziyetini açlıkla anlar ve açların durumunu anlamaya çalışır.
Ramazan orucundan gerekli mesajı almamız dileğiyle….
|
Y. Doç. Dr. Cüneyt GOKÇE
/ HRÜ. İlahiyat Fakültesi Kelam
30.09.2006
|
|
Nasıl bir kalkınma?
Dünya iktisat biliminde “büyüme’’ ve ‘’kalkınma’’ deyimlerine Batıda ilk kez 1940’ların ikinci yarısında rastlandı. Bu yıllarda ekonomide öne çıkan bilim adamı J. M. Keynes’tir. Onun yanında yetişen Harrod ve Domar adlı iki ekonomist bir formül geliştirdi. Bu formüle göre, bir ülkede kalkınma, o ülkenin yaptığı yatırım ölçüsüne, gelir artışı da o ülkede yapılan yatırımlara ve her yatırımın ek gelir meydana getirme oranına bağlıdır. Kalkınmayı öngören ülke için bu düşünce, bu gün hâlâ doğruluğunu sürdürüyor.
Yapılan reel yatırımlar sonucunda ülkenin ürettiği mallar artmış olur. Üretimin artışı, gelirin artışı demektir. Üretim gücümüzü artırmadan hiçbir meselemizi köklü bir çözüme kavuşturamayız. Üretim artışını içermeyen tedbirler hep günü kurtarmaya yönelik olacak ve gelecekte karşılaşacağımız problemleri daha da büyütecektir. Para basarak veya borçlanarak sonsuza kadar düzenimizi devam ettiremeyiz. Olmayan refahı paylaşma kavgasına giriştik. Tüm ülkemizin meydana getirdiği katma değerin, tek bir çokuluslu şirketin cirosuna eşit olduğunu öğrendik. Üretimden elde ettiğimiz pasta küçük, bu pasta yetmiş milyon insana yeter mi? Yetmez tabiî…
Tüketim ile üretim ilişkisi yumurta-tavuk ilişkisidir. Fakat üretmeden tüketmek mümkün değildir. Üretim artacak ki, istihdam ve gelir artsın. İstihdam ve gelir artsın ki, insanlar daha fazla tüketebilsin. Biz yeterince üretemiyoruz. Bunun için kişi başı gelirimiz 5 bin doları aşamıyor. Kişi başı 5 bin doların ortalama yüzde 80’i tüketime gidiyor. Tasarruf yapılmıyor. Tasarruf yapılmayınca, yatırım yapılmıyor. Yatırım olmayınca da üretim olmuyor. Olaylar zincirleme birbirine bağlı... Üretimi artırmadan geliri artıramayız. Gelir artmadan refah düzeyini yükseltmek hayaldir.
Toplumların sahip oldukları refah düzeyi ile ürettikleri arasında uyum olması gerekir. Hatta paylaşılan refah, üretim düzeyinden bir miktar düşük olmalı ki, geleceğe yatırım yapabilecek fon meydana gelsin. Yani ürettiğimizden daha az tüketmemiz ve aradaki farkı tasarruf ederek yatırıma yönlendirmemiz gerekiyor.
Türkiye bunun tam tersini yaşıyor. Yani refah düzeyimiz, üretimimizden çok daha fazla. Bunu nasıl sağlıyoruz? Borçlanma ile... Yani geleceğimizi satarak bugünkü hayat düzeyimizi koruyabiliyoruz. 1980’li yıllara dek para basarak, sonrasında ise borçlanarak yaşadık. Ülkemizin gerçekten sanayileşme ve üretime yönelik atılımlar yaptığı dönemler hep istikrar dönemleri oldu. İçinde bulunduğumuz siyasî istikrar döneminin kıymetini çok iyi bilmeli ve üretimi artırmaya yönelik stratejik açılımlar yapmalıyız.
Önemli meselelerimizden biri de yetersiz olan üretimimizden alınan payın adaletsiz dağıtımıdır. Gerçek kalkınma ve büyüme üretimin artırılması, üretimden elde edilen gelirin adaletli şekilde dağıtılmasıdır. Demokrasinin gelişmesi de bu ölçüye bağlıdır. Demokrasi; refahın, hakların, imkânların, mutluluğun, kısaca maddî ve manevî tüm nimetlerin, toplumun tüm kesimlerine adilane dağıtılmasını gerektiriyor. Eğer refah paylaşılmaz ise sosyal hayat felâket olur. Paylaşım adil olmalı, ama paylaşım için önce yeterli üretim gereklidir. Üretmeden paylaşma hastalığından vazgeçmeliyiz. Çünkü mevcut üretim miktarı bu ülkeye yetmez. Yerli üretim son derece yetersizdir.
Ekonomide yapılması gereken, bütün ekonomistlerin ittifak ettikleri konu; döviz, faiz, borsa üçgenine sıkışmış olan ekonomik tartışmaları, üretim ve satış odaklı bir yapı üzerine çekilmesi gerçeğidir. Nasıl daha fazla üretip, nasıl daha fazla ihracat yapabiliriz. En önemli tartışma konusu bu olmalıdır. Çin bunu yapıyor ve dünya piyasalarını sallıyor… Nereye baksak Çin malı, öyle değil mi?
|
Mehmet Abidin KARTAL
30.09.2006
|
|
Gerilim politikası
Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin Türkiye’ye karşı birdenbire sertleşmesinin altında yatan asıl sebep, uluslar arası ortamda Türkiye karşısında gayet sıkışmış olmasıdır. Hayli zamandır Türkiye ABD üzerinden Irak’ı—PKK sebebiyle—sıkıştırıyor.
“Ya içindeki terör örgütünü temizle veya biz gelip temizleyeceğiz” diyor Türkiye. Yoksa, o da biliyor ki, mevcut konumu bu sertliği göstermeye müsait değil. Hem kafa tutacak gücü yok, hem de yıkılmış bir Irak’ı Türkiye’siz düze çıkaramayacağını bilir.
Bunu iç politika için yapıyor da olabilir, yani, Irak halkının birlik ve beraberliği için dış düşman arıyor olabilir. Şayet amaç buysa hedef yanlış, Irak halkını buna ikna edemez. Çünkü, 1 Mart Tezkeresini reddetmekle Türkiye’nin düşman olmadığını herkes biliyor, Irak halkı bunu unutamaz. Nazarları dışa çevirerek içteki kargaşayı, kavgayı bitirmeyi amaçlıyorsa bunun yolu bu değil, bunun yolu, Irak’ı işgal etmiş güçleri ülkesinden kovmaktan geçer. Bunu yaparsa işte o zaman içteki birliği sağlamada başarılı olur.
Ama Talabani böyle yapmak yerine dış müdahale ihtimaline karşı ABD’ye güvendiğini ifade ediyor. “Ülkedeki Amerikan askerî varlığının dış işgallere karşı caydırıcı nitelik taşıdığını” söylüyor. Hatta daha da ileri giderek “muhtemel müdahalelere karşı Irak’ta ABD gücünün kalmasını” istiyor.
Belki de biz olayı doğru okuyamıyoruz. Söylenmiş sözlerin sadece bize söylendiğini sandığımızdan olacak fazlasıyla tepkiliyiz. Oysa Türkiye’nin değil, ama İran’ın, Suriye’nin ve Suudi Arabistan’ın parmağının Irak’ın içinde olmadığını söylemek doğru olmaz. İran’ın Şiî kartını kullanıyor olması, Suriye sınırının yol geçen hanına dönmesi oradan muhalif güçlere yardım akması, Suudilerin El-Kaideyi desteklemesi inkâr edilemez.
Bütün bu sebeplerden dolayı Talabani’nin tavrını anlıyoruz, açıklamalarında sadece onları hedef almış olsa mesele kalmayacak, Türkiye’yi hedefe koyması yanlış. Çünkü, Türkiye’nin Irak’ı işgal etme gibi bir niyeti yok. Hatta Kürtlerin kazandıkları konum hakkında fazlasıyla desteği var. Bununla beraber Türkiye’nin tavrını da anlamak mümkün değil, aynı sertlikle cevap vermek anlamsız. Çünkü, güç farkı var, İsrail’in Lübnan’a saldırısını “dengesiz güç kullanmakla” suçladık. Türkiye ile Talabani ve ülkesi arasında da dengesiz bir güç farkı var. O yüzden bu denli öfke gösterisi ülkemize yakışmıyor. Bilhassa basının tavrı gayet itici.
Kendi içinde adeta çırpınan bir görünüm sergileyen, iç savaşın eşiğine gelmiş, ekonomisi çökmüş, ordusu dağılmış durumdaki bir ülkeye yapılan davranışın bu denli sert olması insanî ölçülere de sığmaz. Nihayette komşumuz, hem paylaştığımız bir takım değerler sözkonusu ayrıca, güçlü, demokratik bir Irak’ın oluşması işlerin daha düzgün yürümesini sağlar. Türkiye’ye düşen böyle bir ülkeye yardımcı olmaktır.
|
Nurettin HAYAT
30.09.2006
|