|
|
Nejat EREN |
Altın değerinde prensipler |
|
Bu ülkede seksen seneden beri sadece “sanal olarak” var olan, hakikatte ise hiçbir zaman olmamış ve olmayacak olan bir “irtica” konusu, her yıl bilhassa mübarek Ramazan ayının gelmesiyle beraber birilerinin marifetiyle gündeme taşınıyor.
Bir yerde bu, inananlar üzerinde bir “test” uygulamasına dönüşüyor. Ehl-i iman “imtihanda.” Bu imtihanın başarılı verilebilmesi için ise çok tesirli ve istikametli bir reçete olması lâzım. O var elhamdülillâh. Risâle-i Nur Külliyatı.
“İnce ayar” heveslilerinin tuzaklarına düşmeden iman hizmetleri başarıyla devam edecekse, bu ancak Risâle-i Nurlardaki Kur’ânî metotlarla mümkün olabilir. Başka türlü olamaz.
Dışarıdan gelen bu gibi suçlamalara karşı ehl-i imanın takınacağı tavır çok önemlidir. Bu çeşit provokatif ve toplumun dengesini bozup, mizansızları ateşlemeye yönelik tahrikler karşısında bizlere düşen prensiplerin bazılarını beraberce kaynağından hatırlamaya çalışalım. İşte Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinden çıkarabileceğimiz altın değerinde prensipler ve Müslüman’ın yol haritası:
* İtidâl-i dem ve sarsılmamak ve düşmanlığa girmemek ve o karşı tarafın liderlerini çürütmemek gerektiğinin bilincinde olmak.
* Ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlarla gönül ve kalp birliği ederek, aleyhte olabilecek bütün hareketlerden kaçınmak, bu acip zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ettiğini bilmek ve idrak etmek.
* Bize düşmanlık edenlere de, mesleğimizce fiilî bir mukabelede bulunmamak.
* Bilhassa bu zamanda, Beşinci Şuâ, büyük bir çoğunluğun ve bilhassa ilim ehlinin imanlarını tashih edip kurtardığının farkında ve idrakinde olmak.
* Biz, kendi nefsimizde; iman hizmetlerine samimiyetle ve ihlâsla çalıştığımız zaman pek açık bir sûrette bir çok sıkıntının bertaraf olduğunu ve Risâle-i Nur veya şakirtleri aleyhine çalışanlara, şiddetli tokatlar geldiğini tarihî perspektifi içinde görebilmek.
* Mesleğimizin, her şart altında müsbet hareket etmek olduğunun farkında olmak.
* Bize tecavüz edilse de bedduâyla mukabele etmemek.
* Her halükârda hâkim değil, mahkûm olduğumuzun farkında olmak.
* Her vakit ihtiyatın iyi olduğunu, hiçbir hâdise karşısında sarsılmamayı, gevşeklik ve ümitsizliğe kapılmamamız lâzım geldiğini idrak etmek.
* Mesleğimizin, tecavüz değil tedafü (müdafaa) olduğunun bilincinde olmak.
* Bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risâle-i Nur’da istihdam eden Rabbimize havale etmek.
* Bizim her derdimize ilâç olan Risâle-i Nur’la meşgul olanlarda manevî kabız hallerinin, stresin, ruhî ve bedenî bozuklukların, hatta tıbbî sıkıntı, hastalıkların ya yok veya pek az olduğunun farkında olmak.
* Cenâb-ı Hakkın bizlere pek çok ağır zorluk içinde, çok küçük gayretlerle kudsî hizmete muvaffakıyet ihsan ettiğinin idrakinde olabilmek.
* Bütün maddî ve manevî sıkıntıların zararlarından kurtulmak çaresi, Risâle-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar zorluk fazlalaşsa, kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmek durumunda olduğumuzun farkına varabilmek.
* Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki manevî zevklerin, iman nurlarının kâfi ve vâfi geldiğini bilmek.
* Her taraftaki imanın fütuhatlarıyla tesellî bulabilmek.
* Böyle anlarda, bilhassa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları, Risâle-i Nur’u şefaatçi yapıp duâ edebilmek.
* Risâle-i Nur şakirtlerinin hizmetlerine gevşemeden devam ettikleri sürece, her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz kaldıklarını kavrayabilmek ve bunu bire bir yaşayabilmek.
* Değil zayıf insanları belki bütün dünya ehlini mağlûp edecek en büyük silâhın bu kudsî dâvâda gösterilecek azim, sebât, ihlas ve ciddiyet olduğunu kabullenebilmek.
* Risâle-i Nurların, dostlara tam bir ilâç olduğu gibi, düşmanlara da zehir olduğunun farkında olabilmek.
* Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esasın sebat ve metanet olduğunun idrakinde olabilmek.
* Böyle olduğumuz takdirde, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rıza olduğunun şuur ve idrakinde mutlu ve bahtiyar bir ömür geçirmek dilek ve temennîlerimi sunuyorum.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Ramazan ve benlik |
|
Ramazan orucunun en önemli hususiyetlerinden birisi de, kişinin şahsî ve içtimaî hayatında çok önemli olan “ben” kavramını yerli yerine oturtmasıdır. Gerçekte bir yandan iç dünyamıza, öbür yandan da dünya coğrafyasına ve tarihe bakılsa görülecektir ki, bunca keşmekeşin ve kargaşanın kaynağında benlik vardır, enaniyet vardır ve bu duygunun nefsin kontrolüne verilmesi gibi suiistimalleri vardır.
Benlik ve enaniyet ile kendisini üstün ve imtiyazlı gören kişi, kendisini dünyanın merkezinde gördüğü için tüm menfaatlerin kendisine dönük olması gerektiğini, kendisinin kural ve kanun koyucu olduğunu, her şeyi sadece kendisinin ve kendisi gibilerin bildiğini, hâkimiyetin kendilerinde olması gerektiğini kabul eder. İnsanları tabakalara ayırıp ‘diğerleri’ dediklerinin hak ve hukukunu, rey ve görüşlerini hiçe sayan bir anlayışa sahiptir. Gücü her şeyin anahtarı olarak kabul eden bu anlayış meşrû ya da gayr-ı meşrû her yola başvurmaktan çekinmez.
İnsanlık tarihi nemrutlarla, firavunlarla doludur. Günümüz ya da modern insan da tarih olduğunda ileriki nesiller, bu günün kan dökücülerini, hak-hukuk dinlemeyen sadece elindeki silâha güvenen diktatörlerini nasıl anlatacaklar, bilemiyoruz. Ancak hepsinde de ortak nokta “ben ve enaniyet” duygularının zirveye çıkmış olmasıdır. Hepsinde de şu koca âlemi, ‘ben’ diyen insan ile birlikte yoktan var eden ve sayısız nimetlerle ayakta kalmasını sağlayan Âlemlerin Rabbine karşı “Ben benim, sen sensin” diyerek tüm benliğini saran ve iç dünyasındaki hâkimiyeti ele geçiren ve Rabbinin mülkünde şirk dâvâ eden ve kendisini Rabbinden bağımsız gören bir nefis vardır.
Halbuki Ramazan orucu, kişinin güç ve kuvvetinin kaynağının kendisi olmadığını, memleketi hatta dünyayı yönetmeye ve terbiye etmeye kalkışan insanın her bir zerresinin Âlemlerin Rabbinin rububiyetine, yönetimine ve ihtiyaçlarının teminine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır, açlık vasıtasıyla dem ve damarlarında hissettirir. Ramazan Risâlesi’nde nakledilen hadiste olduğu gibi, insan nefsi ancak açlık ile yere serilir, toprak seviyesine iner, Rabbine karşı: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben ise senin âciz bir kulunum” der. Evet aç insan çok olduğu gibi, kuru ekmeğe muhtaç olmayan da çok insan vardır. Ancak hakikî rızık vericinin bahşettiği o nimete muhtaç olduğumuzda, onun yerini tutacak elimizde ne bir imkân, ne de bir sihirli formül vardır. İnsanın gücü, kudreti, tankı, topu, aklı ve ilmi o bir kuru ekmeğin verdiği güç ve kuvveti sağlayacak imkâna sahip değildir. Âlemlerin Rabbinin toprağına ve tezgâhına müracaat etmeden, Onun rahmet hazinelerinin kapısını çalmadan yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Eskiler demişler ya: “Allah, açlıkla terbiye etmesin!” Açlığın terbiyesi acı olmakla birlikte kesindir. İsrailoğulları bir lokma için Firavuna kul ve köle oldular. Halbuki en büyük sebep ve vasıta kabul edilen orduların, hazinelerin ve Nil nehrinin sahibi Firavun Kızıldeniz’de bir nefes havaya muhtaç kalmıştı. İsrailoğulları bin bir musibetten sonra, gökten yağan “kudret helvasıyla” Âlemlerin Rabbine şerefli birer kul oldular. Ancak ibadetteki noksanlık ve ihmal, mânâyı kavrayamamak ve ülfet, gökten yağan helvaya karşı bile nankörlüğe sebep olmuştur. Gerçekte topraktan çıkan rızık da, en az gökten yağan helva kadar mu’cizedir. Biz de aynı şekilde mucizelerle besleniyoruz. Nankörlük ve kıymetini takdir edememek gibi aynı tehlikeler daha şiddetli olarak bizler için de geçerlidir. İşte oruç bu ülfeti ve alışkanlığı kırarak, gafletimizle rutin hale getirdiğimiz nimetlendirme hadisesinin üstündeki perdeyi yırtar atar; Âlemlerin Rabbiyle aramızdaki bağı ortaya çıkarır, âciz nefsimize ya da insanlara değil, Allah’a kul olmamızı sağlar.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifte buyurmuştur ki: “Ölmeden evvel, ölünüz.” Yani hâdiselerin gerisinde değil ilerisinde olmak, proaktif olmak gerekiyor. Oruç tutmak da bunun cüzlerinden biri olabilir. İnsanın güç ve kuvvetini damarlarından çekilip alındığı, bir lokma gıdaya, bir yudum suya ve bir nefes sıhhate muhtaç olduğu ölüm ânında “Musa’nın (a.s.) Rabbine iman ettim” diyen Firavun gibi, nefis de Rabbine karşı “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben ise senin âciz bir kulunum” diyecektir. Ancak çoğu insan için bu itiraf ve ikrar, artık geç kalmış bir pişmanlıktan öteye geçemeyecektir.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hz. Peygamber devrinde yaşasaydık |
|
“Allah’a yemin ederim ki Hz. Ebû Bekir’in bir saati, Firavun’un sarayında hayat süren mü’minin bütün ömrüne denktir. O, imanını gizliyordu. Hz. Ebû Bekir ise açıktan iman ediyordu.”
Bu ifadeler Hz. Ali’ye aittir. Hz. Ebû Bekir’in en önemli danışmanlarından biri olan Hz. Ali, Kureyş müşriklerinin Efendimize (asm) hücum ettikleri bir esnada, hiçkimse onu himayeye cesaret edemezken Hz. Ebû Bekir’in ölüm pahasına da olsa onu koruduğunu anlatır.
Asr-ı Saadette yaşamak, Sahabe olmak kolay değil. Horlanma, küçümsenme, dayak, hatta ölüme kadar varabilecek riskleri göze alıp inanabilmek her şeyden önce yürek işiydi. O devirde iman edebilme ne kadar yüksekse, o ölçüde pahalı bedeli de vardı. Birgün bir Kufeli Huzeyfetü’l-Yemani’ye demişti ki: “Allah’a yemin ederim ki biz Resûl-i Ekrem (a.s.m) zamanında yaşasaydık ayağını yere bastırmaz, omuzlar üstünde taşırdık...”
Hz. Huzeyfe ona sadece Hendek Savaşı esnasında çektirilen çile, soğuk, açlık ve korkulu anları anlatmış, “Sadece Hendek muharebesi esnasındaki çektiklerimizi hatırlıyorum da yeğenim ‘O günler ne sıkıntılı günlerdi’ demekten kendimi alamıyorum” demiş ve “Sen olsaydın bunu yapabilir miydin?” diye sormuş, sonra da Hendek Muharebesi gecesini hatırlatarak “Dehşetli bir soğuk ve şiddetli fırtınalı bir gecede bir Allah Resûlüyle beraberdik” demişti.
İnsanların akıldan, iz’andan, vicdandan koptukları, insaniyetten uzaklaştıkları bir dönemde, elleriyle yaptıkları taştan, tahtadan putlara taptıkları bir zamanda, devranın Ebû Cehil’in yanında olmayı yeğlediği o günlerde doğrunun, hakkın, hakikatın yanında olabilmek, hele hele Resûl-i Ekrem’in (asm) bile çilelere maruz kaldığı bir esnada onun yanında olabilmek her şeyden önce güçlü bir imanı gerektiriyordu.
Birgün Mikdad bin Esved’e gelen bir adam, “Allah ve Resûlünü gören şu iki göze ne mutlu! Allah’a yemin ederim ki, gördüklerini görmeyi, şahit olduklarına şahit olmayı ne kadar isterdim” dediğinde Hz. Mikdad, Allah’ın bilinmediği bir dönemde, Resûl-i Ekrem’in (asm) kendisine karşı çıkan pek çok kavimle karşı karşıya geldiğini, o günlerde karşılaşılan güçlükleri anlatır, “İnanmış bir toplumda gelen sizlerin o devirde yaşasaydınız acaba tutumunuz ne olur?” demekten kendini alamaz.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Rönesansın mimarları: Müslümanlar |
|
Gerçek şu ki, Haçlı Seferleri sayesinde, Hıristiyan-Müslüman münâsebetleri, ticâret, bilgi ve kültür alış-verişi gerçekleşmişti: 12. yüzyıl Rönesans’ı bunun neticesi olduğu tarihçilerin tesbitleriyle sabittir. Ortaçağda Doğu, ilim, teknoloji ve zenginlik ile refah açısından altın çağını yaşıyordu. Kültür ve kitabetin sembolü ‘kalem’i de yüceltmiş olan İslâm, kültür üzerine müessesti.1 İnsanı rahat yaşamaya sevk eden taklit etme kanunu, fikirlerin sirayeti kanunu, lüks ve gelişme, Haçlılar üzerinde beklenmedik değişikliklere yol açıyordu.2 Ünlü Fransız matematikçisi J. E. Montucla (1725-1799) bu gerçeği, “Araplar uzun zaman ilmin yegâne sahipleriydiler. 11. yüzyılın karanlıklarını dağıtmaya gelen ilk ışıkları onlara borçluyuz. Bu dönem içinde matematikte şöhret kazanan herkes ilimlerini Araplardan elde etmişlerdir”3 sözleriyle dile getirir. Renan, Batı’nın 14. yüzyıla kadar ilmen Müslümanlara bağlı bulunduğunu kabul eder ve “500 yıl boyunca İslâm ülkelerinde çok mümtaz ve muktedir düşünürler vardı, İslâm âlemi, Hıristiyan âleminden çok üstündü” der. Oysa, İslâm’dan önce Araplar, yazı ve hesap bilmeyen ümmî bir ümmetti. Okumaya, kaleme, yazmaya dair âyetler iner inmez, kısa zamanda ümmet yüzünü hemen okuma yazma tarafına çevirdi. İslâmın üstünlüğü sayesinde ilim ve mârifetin her çeşidini kavramaya, tartışmaya muktedir oldu.4 Coğrafyası, tarihî altyapısı ilme ve keşiflere müsait olmayan Araplar, İslâm sayesinde, bütün medenî milletlere muallim ve üstad olmuştu.
Hıristiyan dünyasında Kur’ân’ın ilk tercümesi de, yine bu Haçlı Seferleri sırasında, 12. yüzyılda yapıldı. Ne yazık ki, o da pek çok yanlışlarla dolu idi. Müslümanların tercümeleri bile yanlışlarını silemedi... İşte İslâm ve Müslüman menfî imajı Ortaçağın bu keşmekeşinde daha menfî bir havaya bürünmüştü. Meşhur İslâm araştırmacısı ve Oryantalist Prof. Dr. Montgomary Watt’a göre, bu devrin İslâm- Müslüman imajı şöyle:
* İslâm dini bâtıldır, gerçek dışıdır.
* İslâm şiddet ve kılıç dinidir.
* İslâm, şehvet ve nefse hizmet eder.
* (Hz.) Muhammed (asm), (Hz.) İsa’nın (as) muhalifidir.5
Yeri gelmişken kısaca nakledelim: Kilise, zaten, kendi dışında hiçbir hakikat görmemişti. Bütün Ortaçağ boyunca, sadece ve sadece Kilise’nin gerçek kabul ettiği, “gerçek” sayılırdı.6 Onun için Descartes “Açıkça ve kesinlikle gerçekliği belirmemiş hiçbir şeyi gerçek olarak kabul etmemek lâzımdır” diye yazar. Ortaçağ Hıristiyanlığının büyük düşünürlerinden St. Thomas Aguinas bile, İslâmın yanlış bir din olduğunu ispat etmeye çalışmıştı. Rudi Pret’e göre, “Bilginler ve Hıristiyan din adamları, İslâmı dinî kaynaklarına inip araştırıyorlardı. Fakat, bu dinde, iyilik ve hayır adına hiçbir şey bulunamayacağı şeklindeki eski kanaat ve peşin hükme çarpıp geri dönüyorlardı. İslâm Peygamberi ve İslâmiyet hakkında kötülük ihtivâ eden bütün dedikoduları dilden dile dolaştırıyorlardı.”7
Şu ifâdeler Müslüman değil, bir Batılı tarafından kayıtlara geçirilmiştir: “Haçlı seferleri sırasında Müslümanlar hakkında uydurulan vahşet hikâyeleri ve (...) gülünç iftiralardan bu yana; yalan, propagandacının en önemli malzemelerinden birini teşkil ede gelmiştir.”8
Dipnotlar:
1- Dr. Hüseyin Yaşar, Kur’ân’da Anlamı Kapalı Âyetler, s. 285.; 2- Ahmed Rıza, s. 89.; 3- Matematikler Tarihi, c. 1, kısım 3, bölüm 1.; 4- Ebû Muhammed Mekkî b. Ebî Tâlib el-Kaysî, (Terc. Prof. Dr. Musa K. Yılmaz) Yeni Asya Neşr., İst., 1998. s. 11.; 5- M. Watt, s. 144.; 6- Ahmed Rıza, s. 26.; 7- Paret, s. 9-10.; 8- J. A. C. Brown, Boğaziçi Yay., İst., 1978., s. 25.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cennet çocukları |
|
Lüleburgaz’dan Mustafa Topal: “Gayr-i müslimlerin çocukları Cennette hizmetçi olacak deniyor. Bu doğru mu? Doğru ise bu adalet midir?”
Bizim ve insanlığın gayesi Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasını kazananlara Allah’ın lütfu bâkî Cennet’tir. Allah’ın, Allah’ın rızasını kazanmaya güç yetiremeyen çocuk veya akılsız gibi gayr-i Müslim’in veya Müslüman’ın mükellef olmadan ölenlerine lütfu da hesapsız şekilde girecekleri bakî Cennettir.
Mükellef bulunmadan ölen kimselere “Araf ehli” denmektedir ki, İmam-ı Gazalî’ye göre Araf ehli, ehl-i necattır; Cehennem azabından kurtulmuşlardır; bu kimseler bir müddet burada tutulacaklar, nihayet Cenâb-ı Hak inşallah onları da Cennet’ine alacaktır. Çünkü kıyamet gününde Cennet ile Cehennem’den başka bir makam yoktur.1
Esas olan Cehennemden kurtulmak ve Cennete girmek değil midir? Ve Cennete girdikten sonra Cenab-ı Allah’ın takdir, taksim ve tayinine razı olmak değil midir? O’nun takdir, tayin ve taksimiyle herkesi fazlasıyla memnun edecek biçimde lütuflara boğacağına şüphe var mıdır?
Diğer yandan Allah’ın adalet yeri zaten Cennet değil Cehennem, lütuf ve rahmet yeri ise tamamen Cennet olduğuna göre; Cennete girenin ise zaten hak ederek değil, Allah’ın lütfuyla ve merhametiyle girdiği şüphe götürmediğine göre, Cenneti hiç kimsenin adalet terazisine vurmaya hakkı olmadığı anlaşılmış olmaz mı? Cennette Allah dilediğine dilediğini verecektir.
Kur’ân, “Vildanün muhalledûn” tâbiriyle “Cennet çocukları” unvanlı bir grup Cennet ehlinden haber veriyor. Kur’ân, Cennet ehli ile Cennet çocukları arasındaki münasebeti şöyle açıklıyor: “Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar; ne yakıcı sıcak görülür orada, ne de dondurucu soğuk. (Cennet ağaçlarının) gölgeleri, üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüşten kaplar ve billûr kupalar dolaştırılır. Gümüşten öyle kadehler ki onları istedikleri ölçüde tayin ve takdir etmişlerdir. Onlara orada bir kâseden içirilir ki (bu şarabın) karışımında zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. O insanların etrafında öyle ebediyen yaşlanmayacak gençler (vildanün muhalledun) dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, orada (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün.”2
Bu âyette “vildanün muhalledun” tabiri ile anlatılmak istenen Cennet çocuklarının kimler olduğu Kur’ân yorumcularınca yorumlanmış. Bir kısım ulema demiş ki, bunlar gayr-i Müslim’lerin çocuklarıdır ki Cennete girerler ve orada Cennet ehline hizmet ederler.
Bu bir görüşten ve nihayet rivayetten ibarettir. Bu görüş hoşumuza gitmiyorsa, bu âyeti Bediüzzaman’ın yorumuyla anlayalım:
Bediüzzaman Hazretleri “vildanün muhalledun” âyetinden; bu zümrenin ehl-i imanın büluğ çağından önce ölen çocukları olduğunu, mahşerde anne ve babalarının günahlarının bağışlanmasına vesile ve şefaatçi hükmünde olacaklarını3, Cennette ise anne ve babalarına çocuk sevme zevkini ebediyen tattıracaklarını ve ebediyen etrafa saçılmış inciler gibi çocuk kalacaklarını4 haber veriyor.
Öte yandan, Cennet ehline hizmet etmek onur kırıcı ve adaletten uzak bir tecellî olduğu nereden çıkarılıyor? İster cennet ehline hizmet olsun, ister anne ve babanın ebedî sevgilisi olsun, Cennette Cennet çocuklarının varlığı bir gerçektir ve Cennet çocukları Kur’ân’ın bildirdiği şekilde “etrafa saçılmış inciler gibi” ebediyen genç kalacaklardır.
Bizce bu haberle yetinmeli ve Cennette Cennetin güzelliklerinin taksimini ve tayinini Cennet Sahibine bırakmalıyız. Biz Cenneti kazanmaya bakalım. Ne dersiniz?
Dipnotlar:
1- İhyâ, 4/57 2- İnsan Sûresi: 8-20 3- Mektubat, s. 80 4- Sözler, s. 1057
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mekruh–haram tartışması |
|
Sigara içmenin mekruh mu, yoksa haram mı diye tartışılıyor olması, daha ziyade çağımızın bir meselesi. Zira, eski asırlarda, husûsen Saadet Asrında sigara içilmediği için, böyle bir mesele üzerinde herhangi bir tartışma da yoktu.
Sigaranın fabrikasyon şeklinde yaygınlaşması ise, yaklaşık bir buçuk asırlık bir zamana uzanıyor.
Osmanlı'da "Tekel"in kurulması tarihi 1862'dir. Aynı tarihte başka ülkelerden tütün ithal edilmesi yasaklandı.
İlk tütün fabrikasının Cibali'de kurulması tarihi ise, 1884'tür. Hemen ardından da İzmir, Adana ve Samsun tütün fabrikaları kuruldu.
Buna rağmen, toplumda sigara içenlerin çoğu, yine de eski usûlle, yani elde, yahut mengenede kıyılmış tütünleri kullanıyordu.
İslâm âlimlerinin ekseriyeti, bu şekilde, yani başka herhangi bir katkı maddesinin katılmamış olduğu tütünü "kerahât"tan saymışlar, içilmesi mübah veya mekruh demişler.
Nitekim, bir kardeşimizin hatırlattığı Üstad Bediüzzaman'ın da 40 yaşına kadar içmiş olduğu sigara bu türdendir. Kıyılmış olan tütünü cep tabakasında taşıyor ve sarma şeklinde içiyordu.
Esaretten döndükten sonra bu alışkanlığı tümüylü terk ettiğini beyan ediyor.
Üstad Bediüzzaman, esasında bu hususta da çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Tiryaki olduğu halde, sigarayı terk etmenin mümkün ve hatta gerekli olduğu dersini veriyor.
* * *
Geçmişte kullanılan sarma sigara ile, günümüzde tüketilen fabrikasyon imalatı sigara arasında büyük farklar var.
Sigara tüketimi, günümüzde hemen her yönüyle dehşetli bir seyir takip ediyor. Kısmen bahsettiğimiz için, tekrara girmiyoruz.
Ama en mühimi, dev üretici firmaların, sigaranın içine tüketicide bağımlılık ve hatta ölümüne bir alışkanlık meydana getirmesi için, helâl–haram demeden ellerinden geleni yapmalarıdır.
Firmalar, hasis menfaatleri için, maalesef rekabete giriyor ve bu mekruh nesneye çaktırmadan haram katıyorlar.
Helâl sınırını aşarak harama kapı açan hususların ne olduğunu ise, daha evvelki yazılarımızda kısmen de olsa zikrettiğimiz için, tekrara girmeden şimdilik noktalıyoruz.
Siyaset
Metiner'den Ağar yorumu
Bugün gazetesi yazarı Mehmet Metiner, "Ağar ile Yazıcıoğlu farkı" başlıklı dünkü yorumunda, bu iki siyasî liderin 301. madde ve Elif Şafak olayı üzerine sarf ettikleri sözleri naklederek bir kıyaslama yapıyor.
Bir seyahat esnasında kendisiyle aynı konuyu konuştuğumuz değerli Ali Bulaç gibi, değerli Metiner de bugün için DYP lideri Mehmet Ağar'ı "dengeli, cesur ve kuşatıcı" açıklamalarından dolayı takdir ediyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Ağar, siyaseten de itibar kazanıyor ve büyük puan topluyor
M. Ağar, cidden bugüne kadar gaf, falso, ya da itici addetilecek herhangi bir açıklamada bulunmadı. Bilhassa DYP'nin başına geçtikten sonra gayet derecede dikkatli ve dengeli gidiyor. Zaten, "hür ve demokrat misyon"un bugünkü temsilcisi olan Ağar'a da bu ağırbaşlılık yakışır.
Bu vesileyle, son derece dikkate değer gördüğümüz Metiner'in söz konusu değerlendirmesini sizlere aynen takdim ediyoruz:
* * *
301. madde dolayısıyla yapılan "Türklüğe hakaret" tartışmalarına Mehmet Ağar'ın getirdiği demokratik ve uzlaşmacı yorum takdire değer.
Sartre tanınmış Fransız filozofu. Kendi ülkesini yerden yere vurur. Hakkında dava açılması istenir. Cumhurbaşkanı De Gaulle, kendisini, "Siz bir Fransızsınız, Fransa'ya hakaret etmesine nasıl müsaade edersiniz" sözleriyle sıkıştıran kurmaylarına şu yanıtı verir: "Sartre de Fransız'dır." Veya "Sartre'de Fransa'dır." İşte kuşatıcı milliyetçilik de yurtseverlik de budur.
Ağar bu örneği aktarmakla Elif Şafak'lar için nasıl düşündüğünü de ortaya koymuş olmaktadır: "Onlar da Türk'tür! Türkiye'dir."
Bir de Muhsin Yazıcıoğlu'nun Elif Şafak ve kitabı Baba ve Piç için söylediklerine bakınız: "Zaten kitabının isminden de belli. Kendi adını ve soyadını yazmış olarak görüyorum.(...) bu hanımefendi Türklük'e ve Türklük değerlerine hakaret etmektedir." Çok yazık!
Milliyetçiliğin çatışmacı ve kaba bir siyaset söylemine dönüştürülmesi, görüyor musunuz nasıl da kem sözleri beraberinde getiriyor?
Ağar'ın kuşatıcı, uzlaşmacı ve demokratik milliyetçiliği ile Yazıcıoğlu'nun dışlayıcı, çatışmacı ve hakaretamiz milliyetçiliğini yan yana koyup değerlendirin derim...
Ağar diyor ki: "Ben büyük bir problem görmüyorum. Kaldı ki Türklük bir kanun maddesinin kanatları altında korunacak küçüklükte bir kavram falan değildir."
Türkiye'nin büyüklüğüne yakışır doğru bir söz! Katılıyor ve kutluyorum.
Günün Tarihi
Fransa'da giyotin cezası
30 Eylül 1981: Fransa'da yaklaşık 200 yıldır uygulanan giyotin cezası, çıkarılan yeni bir kànun maddesiyle yürürlükten kaldırıldı.
Giyotinle kafa kesme cezası, 1789'daki Büyük Fransız İhtilaliyle kànunlaştı ve hızla da tatbik edildi.
İhtilâl karşıtı görülen, yahut muhalif kesimde addedilen yaklaşık 15 kişinin seri şekilde idam edilmesi için, giyotinli uygulama tercih edildi.
Bugün daha çok matbaa sektöründe kâğıt kesmek için kullanılan giyotin âleti, Fransa'da ta 1970'lere kadar idamlık cezaların infazında kullanıldı.
Giyotin cezası, hem seri idam, hem de en az acı veren yöntem olarak kabul ediliyordu.
İki asır boyunca yüz binlerce insan bu yöntemle idam edildi.
Eskiden halka açık yapılan giyotinli idamlar, Fransa’da en son Haziran 1939 yılında uygulandı.
Bu ülkede giyotinli idama, en son olarak 1977 yılında rastlandı Resmen yürürlükten kaldırılma tarihi ise 30 Eylül 1981.
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
İslâmiyet zaten ‘insaniyeti’ de içerir |
|
Vitrinler dikkat çekici!
Vitrinleri nasıl değerlendiriyorsunuz bilmiyorum, ama beni vitrinler hep korkutmuştur. Onun için nerede çok özenle hazırlanmış bir vitrin görsem, oradan endişe duyarım.
Bütün renkler, bütün desenler, bütün çeşitleriyle vitrinde. İçeri dâvet ihtiva ediyor vitrinler. Giriyorsunuz içeri, ‘vitrin’ titizliğini içeride bulamıyorsunuz. İçeride renkler, desenler ve çeşitler sınırlı. Ayrıca vitrindeki temizliğin, titizliğin ve özenin hiçbir eseri yok içeride.
Vitrin ile vitrin arkası çok farklı.
İşte bu anlaşılır değil.
İnsanın vitrini sizi yanıltmasın!
Tıpkı insanlar gibi yaşananlar. Adamın kılığı kıyafeti yerinde. Haftada bir kıyafet değiştiriyor (Kredi kartı borcunu babası ödüyor). Eh boy post da idare eder. Karnı da tok gözüküyor. Aç karna dik yürüyor, artık seçemiyorsunuz açları. Bu da düşündürücü.
Üzerinde zor satın alınan cinsten bir takım elbise, canlı renkten bir gömlek, dikkat çekici bir kravat, ayakkabılar konuşuyor, saçlar jöleli… Adam vitrine çok iyi çalışmış. Özenle renklendirmiş, çeşitlendirmiş ve süsleyip, ışıklandırmış.
Biraz sonra otobüste karşılaşıyorsunuz bu beyefendi/hanımefendi ile. İçinizden, ‘Oh be, artık bizim de insanlarımız yemeyi-içmeyi, giymeyi-giydirmeyi güzel yapıyor.’ diyorsunuz. İnsanlarınızla iftihar ediyorsunuz.
Tam iç konuşmalarınız bitmeden ciddî bir uyarılma ile kendinize geliyorsunuz. Adam, adamakıllı bir şekilde ayağınıza basıyor. Omuzuna dokunuyor ve ‘Ağabey, ayağıma basıyorsunuz’ diyorsunuz.
Böyle, vitrini düzgün bir insandan, vitrine çekilmiş cümleler bekliyorken, ‘Çek kardeşim ayağını ayağımın altından’ demez mi?
Şaşmak, ürkmek ne kelime!!!
Adam kılığında ayılar, hınzırlar piyasada kol geziyor. Her köşe başında içi kirli insanların kurduğu tuzaklar bulunuyor. Artık mayınlı bir alanda yaşıyoruz.
“Dikkat caddede ayı var, sırtlan var, köpek var…” ikazları yazmalı cadde boyunca. (Gerçi, kötü sıfatlar için bu zavallı hayvan isimlerini zikrederken, her defasında onlardan özür diliyorum.)
Diyeceğim şu ki, vitrinler artık doğruları söylemiyor. Çok az vitrin içeride olanları yansıtıyor.
Çok az insanın içi ile dışı birbirinden farklı değil.
Aman dikkat!
Hayrettin Karaca’ya kulak verin!
Hayrettin Karaca’yı bilirsiniz. Türkiye’nin zengin vakıflarından birisi olan Tema Vakfı’nın kurucusu. Karaca’nın, 15.01.2006 tarihli Akşam Gazetesi’nde yayınlanmış röportajında altı çizilecek noktalar var. Şöyle diyor Karaca; “Param var, ama tüketmeye hakkım yok. Kendime sadece kitap alıyorum. Gömleklerimin yakası çevrilmiştir. Ayakkabılarımın altı yamalıdır. Dokuz senedir bu pantolonu giyerim. Paltom yırtıktır...”
(Aynı törenlerde, açılışlarda Karaca’nın yanı başındaki gardroobunda onlarca takım elbise bulunduran, bir gün giydiğini ertesi gün değiştiren görevliler acaba Karaca için ne düşünüyorlardır? Ya da sayın Karaca onlar için ne düşünüyordur? Tamam belki Karaca’ya ayak uyduramazlar, ama hiç değilse, var olanları insaflıca, israf etmeden kullanmanın bir yolu bulunamaz mı?)
“…Dünyada tüm insanları doyuracak kadar yiyecek var ancak gözü aç olanları doyuracak hiçbir şey yok. Türkiye’de bir zamanlar ‘fakirleri aç bırakmayan kültürümüz televole kültürü karşısında yok oluyor.”
“…Dünya ikiye bölünmüş artık. Gözü açlar ve karnı açlar.”
“…Yılbaşı demek, ‘Al, tüket, yok et, yaşamı mahvet’ demek. O yüzden o yırtık kazağı gururla taşıyorum üzerimde.”
“…Okumakla mükellefim. Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var.”
“Okumak ibadettir…”
“Anadolu’da bu değerleri halen yaşayanlar var…”
Sayın Karaca insana oldukça yakışan davranışlar sergiliyor. Ondan ders alacak çok insan var ülkemizde. ‘Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir’ gerçeğine dikkatleri çekiyor cümleler. Diğergamlığa dâvet var cümlelerin içinde. Hele hele şu gelen Ramazan günlerinde…
Tabiî Sayın Karaca’nın bu davranışları niçin yaptığı bizi ilgilendirmiyor. O kendi vicdanında bir değerlendirmedir. Ama böyle davranışlar artık aranır hale geldi.
İnancımızla beslenmiş kültürümüzde, israf etmemenin bir ibadet olduğu düşünüldüğünde, böyle tavır ve davranışlar Müslümanların üzerinde çok şık duruyor.
Hem Müslüman hem israfsız, hem Müslüman hem tutarlı, hem Müslüman hem bilgili, hem Müslüman hem gayet temiz, şık, düzenli (israfsız) giyimli, hem Müslüman her yardımsever, hem Müslüman hem de peygambere en çok benzeyen olmalıdır onun ümmeti.
Nitekim Peygamberimizin günlük kullandığı eşyalar, içinde yaşadığı ev hali ve var olan imkânlara rağmen karnı tok gezmemesi, sahip olduklarını inançlarını yaymak için cömertçe kullanması… birer örnekler davranıştır.
Yunuslar, Mevlânâlar, Said Nursîler hep aynı ‘sünneti’ hayatlarında taşımışlardır.
Adamın adamlığı ne ile ölçülüyor?
Üzerine marka bir takım elbise geçirince, ‘adam’ olmuyor insanlar. Nice üzerinde giyeceği bulunmayan, bir hırka ile yaşayan insan suretinde melekler var ülkemizde. Bir o kadar da modern giysiler içerisinde insan suretinde ayılar, hınzırlar bulmak mümkün.
Burada üzerinde durulması gereken şey, kimin, neyi, niçin yaptığının bilinmesidir.
Allah emrettiği için yapılmayan iyilikler, güzellikler yine iyilik, güzellik sınıfındadır, ancak bu davranışlar biraz da ‘insaniyet’ amacı taşır. İbadet kastı olmayan insaniyetin, yapana çok da faydası yok.
Güzelliklerin kaynağı, İlâhî mesajlardır
İnsanların insaniyetli olması arzu edilen bir şeydir, ancak ‘insaniyet’in İslâmiyetten gelmesi davranışlara daha ayrı bir mânâ yükleyecek ve onları ibadete dönüştürecektir. Yani bütün insaniyet diye yapılan iyilik ve güzellikler, aslında İslâmiyetin ihtiva ettiği ve O’ndan gelen iyilik ve güzelliklerdir.
İslâmiyetin ihtiva etmediği hangi bir güzellik gösterebilirsiniz?
İslâm medeniyetine, ‘nezaket medeniyeti’ denmesinin sebebi nedir dersiniz?
Dünyanın neresinde bir güzellik, nezaket varsa, orada İlâhî mesajların izleri vardır.
İnsanlar farkında olsa da olmasa da…
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Hadi canım sizde! |
|
Bugün Eylül ayının son günü…
Eylül ayı gelince sadece Türkiye’de değil, dünyanın değişik ülkelerinde “darbeler” akla gelir. Bu sebeple, Eylül ayının adı “darbe” ile değiştirilse yadırganmaz.
Türkiye’ye bakmadan önce dünyada bu ay içerisinde gerçekleşen darbeler ve girişimlerine şöyle bir bakalım.
Tayland’da ülkenin en zengin işadamı olan Başbakan Şinavatra, BM Genel Kurulu için New York’tayken ordu yönetime el koydu. Tayland’da darbenin lideri olan Kara Kuvvetleri Komutanı General Sonthi Boonyaratglin, darbenin ardından anayasanın yürürlükten kaldırıldığını belirtti.
Yine bu ay içinde Filipinler’de bir darbe girişimi yaşandı. Hükümeti hedef alan bir darbe teşebbüsünün engellendiğinin açıklanmasının ardından, Devlet Başkanı Gloria Macapagal Arroyo, olağanüstü hal ilân etti. Yani, Filipinlerde darbe direkten döndü.
Bir darbe girişimi de, ABD işgali altında bulunan Irak’ta yaşandı. Irak ordusu içinde aktif görevlerde bulunan bazı generaller darbe girişiminde bulundu. Ancak Irak yönetimi bunları tesbit edip, darbe girişimcilerini sorgulamaya aldı…
En komik darbe söylentisi de Pakistan’da yaşandı. Pakistan’da başkent İslamabad ile Lahor ve Ravalpindi gibi büyük şehirler dahil ülkenin geniş bir kesiminde elektrik kesilmesi üzerine darbe söylentileri çıktı. Gerçek sonra anlaşıldı. Kendisi de darbe ile iktidara gelen Pervez Müşerref’in bu söylentilerden sonra söylediği sözler ise hayli ilginç: “Bu tip şeylerin birden bire olduğu bir muz cumhuriyeti değiliz…”
* * *
Bu arada Türkiye’de bu ayda neler oldu? Bu ayın geleneğine uygun olarak darbe söylentileri, ara rejim gibi konular son günlerde hayli sık konuşulmaya başlandı.
Peki, bu söylentiler nereden çıktı?
Cumhurbaşkanı Sezer’in yeni eğitim-öğretim yılının başlaması dolayısıyla yayınladığı mesajında “dogma ve boş inanç” sözü ile başlayan, üniversitelerin açılışında rektörlerin konuşmaları ile devam eden tartışmalar “darbe söylentileri”nin pimini ateşledi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “irtica tehdidinin kaygı verici boyutlara geldiğini” söylemesi, “cemaat ve tarikatların devrim karşıtlığının odağı haline geldiği” yönündeki açıklamaları ile bu söylentiler ayyuka çıktı.
Hakkari Dağ Komando Tugayı’ndaki asker ve ailelerin, Tugay Komutanı öncülüğünde, sloganlar atarak, ellerinde pankartlarla “mıntıka temizliği” yapması bu söylentileri iyice alevlendirdi. Bazıları için bu olay 28 Şubat öncesinde Sincan’daki tank yürütmeye benzetilirken, “askerî yetkililer(!)”, “Bu askerin sivil tepkisi. Her zaman tank yürütülmez” (Sabah, 26 Eylül 2006) değerlendirmesini yaptılar…
Şimdi de kehanette(!) bulunan bazı çevreler, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın konuşmalarının sert olacağını söyleyerek ortalığı geriyorlar. Yeni bir 28 Şubat gibi postmodern darbenin ayak seslerinin geldiğini savunarak insanları ürkütüyorlar (!)
Malûm, Sezer, Cumhurbaşkanı olarak yarın TBMM’deki son konuşmasını yapacak. Bu sebeple Cumhurbaşkanından “çok keskin mesajlar” vermesi beklendiği kulislere yayılıyor. Yine Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın 2 Ekim Pazartesi günü Harp Akademileri’nin açılış töreninde de “irtica ve bölücülük tehlikesi”ne dikkat çekmesinin beklendiği de gazete sütunlarında yerini alıyor.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti gibi son derece demokratik, kurumları birbirine saygılı, vatandaşın el üstünde tutulduğu bir ülkede bu tür söylenti ve dedikoduların haklılığına inanmak mümkün değil!
Şimdi nereden çıktı bu söylentiler? Türkiye bir muz cumhuriyeti mi ki, darbe veya postmodern darbe olsun! Ortalığı germenin ne âlemi var durduk yerde…
Bence, Cumhurbaşkanı son kez Mecliste konuşacağı için “hayli duygusal” bir konuşma yapacak, Pazartesi günü de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt konuşmasında askerî konulara temas edecek, siyasî konulara girmeyecek. Hem Sezer’in Meclis’te konuşurken elinde fırlatacağı bir anayasa kitapçığı da olmayacak, sadece konuşma metinlerinin yer aldığı kâğıtlar olacak…
Hem şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyete tarihinde bir askerî yetkilinin kendi konuları dışında “siyasî” denebilecek açıklamaları yaptığı ne zaman görüldü ki?
Hem bu açıklamalar olursa, döviz yükselir, borsa düşer, yeni bir ekonomik kriz ortamı oluşabilir. Ülke hem ekonomik, hem siyasî krizlere girebilir. Devletin yönetimindeki insanlar hiç bunu yapar mı?
Hem, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da demedi mi, “Türkiye’de ikinci bir 28 Şubat yaşanmaz. Tarihi hiçbir zaman geriye götüremezsiniz. Türkiye Tayland değil…”
Neyse ki darbelerin en çok konuşulduğu Eylül ayının bugün son günü... 1 ve 2 Ekim’i de atlattık mı, tamamdır…
Ne darbesi, hadi canım sizde!..
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hedef Köşk, ama |
|
Başbakan başta olmak üzere hükümet ve AKP sözcülerinin defalarca tekrarladıkları gibi, eğer normal zamanında yapılacaksa, seçime on üç ay gibi bir süre kaldı.
Ancak bu sürenin hiç de rahat geçmeyeceğini, aksine her geçen gün AKP’yi daha da zorlayıp bunaltacak gelişmelere sahne olacağını gösteren işaretler giderek artıyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan’ın önceliği evvelâ cumhurbaşkanı seçimini kazasız belâsız sonuçlandırarak Çankaya’ya çıkmak.
Milletvekili seçimi ondan sonra geliyor.
Hesaplar “Önce Çankaya” hedefine göre yapıldığı için de, Erdoğan bu işi zora sokabilecek tavır ve söylemlerden uzak duruyor.
Sezer’in imam hatip ve Kur’ân kurslarını “boş inanç ve dogmalar”ın öğretildiği yerler olmakla suçlayıp kapatılmalarını istemesine de; 15 yeni üniversitenin rektörlüğüne YÖK’ün kaşla göz arasında el koymasına da; Org. Başbuğ’un konuşmasına da tepkisiz kalması bundan.
Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koyan Başbakan, bu kritik süreçte devlet aktörleriyle karşı karşıya gelmeyi kesinlikle istemiyor.
Parti yöneticilerine yaptığı “Final sürecinde provokasyonlar artacak, oyuna gelmeyin” ikazı da bunun ifadesi olarak algılandı.
Mâlûm, AKP’liler dört yılını dolduran iktidarlarında yapamadıklarını başaramayış gerekçesini “Devleti yönetmek için sadece seçmenin verdiği Meclis ve iktidar anahtarları yetmiyor, beşibiryerde’yi tamamlamak lâzım” gibi söylemlerle açıklayıp, Çankaya kilidinin de açılması gereğini ifade etmişlerdi.
Ve başörtüsü, imam hatip, katsayı gibi “mayınlı” konuların çözümünü Erdoğan’ın Köşke çıkması sonrasına ertelemişlerdi.
Peki, Erdoğan Çankaya hedefine ulaşır ve Başbakan olarak dört yıldır sürdürdüğü “kurumsal mutabakat arama” tavrını orada da devam ettirirse AKP’nin hali nice olur?
Ya seçimde AKP bugünkü gücünü kaybeder, dahası birilerinin yaptığı hesaplara uygun şekilde AKP’yi dışlayan bir “ulusalcı koalisyon” iktidara gelir ve Cumhurbaşkanı Erdoğan Çankaya’da her cihetten amansız bir kuşatmaya alınarak izole edilirse, AKP’nin ötesinde Türkiye’nin hali ne olur?
Umalım ki, Erbakan hükümetinden sonra işbaşı yapıp 28 Şubat’ın taşeronluğunu üstlenen Anasol-D ve ardından seçimle gelen Anasol-M koalisyonları tecrübelerini, çok daha ağır bir şekilde tekrar yaşamayalım.
Ve temennî edelim ki, AKP macerası hepimize yeni fatura ve bedeller ödetmesin.
Şu aşamada, AKP’nin ciddî bir özeleştiri ve silkinişe ihtiyacı var. İktidar partisi, gerek 3 Kasım zaferini, gerek kazasız belâsız bugünlere gelebilmesini, AB sürecinde gerçekleştirdiği demokratikleşme reformlarına borçlu. Farklı kesimlerden aldığı desteği de.
Ama bugün bakıyoruz, bindiği dalı kesercesine, hayli zamandır demokratikleşme adımlarında frene basmış; dahası 301 gibi alabildiğine kronikleşen bir sorunda anamuhalefetle beraber ayak sürüyor konumda.
Keşke 301’de olumlu bir sürpriz yaparak son günlerde biriken kara bulutları dağıtsa!
30.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|