Türkiye’nin demokratik gelişim süreci hızlandıkça ülke içi tartışmalar artıyor. Kimi zaman şeriatçı-laik tartışmaları, kimi zaman Kürt-Türk gerginliği meydana getirme çabaları, tabiî bunun da üzerinde asker-sivil iktidar çekişmeleri halkı yormuş durumda.
Türkiye’nin demokratik gelişim sürecinin en önemli destekçisi olan AB süreci ayrı bir konu...
Bu minval üze-rine İkinci Cumhuriyet kavramının Türkiye siyasetine ve entelektüel ha-yatına girmesini sağlayan isimlerden Mehmet Altan’la konuştuk. Altan, Türkiye’deki kavganın asıl sebebinin merkezle çevre arasındaki sınıf kavgası olduğunu söylüyor. Kemalizmin Türkiye’yi taşıyamadığını belirten Altan, artık demokratik bir cumhuriyete geçiş zamanının geldiğini ifade ediyor. Asker-sivil iktidar mücadelesinin sivillerce cesur adımlar atılarak bitirilmesi gerektiğini söyleyen Altan, “Yönetime gelirken askerin sistem içinde ne kadar ağırlık olduğunu biliyorsun. Eğer yönetemeyeceksen, neden yönetme iddiasında bulunuyorsun” diyor.
Türkiye’de İkinci Cumhuriyet denildiğinde akla gelen isimlerden biri sizsiniz. Neden ikinci cumhuriyete ihtiyaç duydunuz?
Sokakta herhangi birine cumhuriyeti, demokrasiyi ve Kemalizmi sorsak çok net, açık, evrensel bir cevap alamayız. Cumhuriyeti ve Kemalizmi demokrasi olarak adlandırıyorlar.
Sorunuza gelirsek, tek parti ideolojisi olan ve Türkiye’nin tüketim biçimini modernleştiren, ama üretim biçimini modernleştiremeyen Kemalizmin demokrasiyle çok farklı şeyler olduğunu biliyorum. Türkiye’nin ihtiyacı artık Kemalizm değil, demokrasidir. Bunun için de İkinci Cumhuriyet ifadesiyle Kemalist bir demokrasiden ayrılarak, demokratik bir cumhuriyeti kurmak gerektiğini, ağırlaşan sorunları bu noktadan sonra ancak demokratikleşen bir cumhuriyetin çözebileceğini söylüyorum. Bunu 15 yıl önce söyledim. Ben her Türk vatandaşının AB vatandaşı kadar özgür, zengin, üretken yaşamasını istiyorum.
Demokratik cumhuriyete geçmek gerekiyor dediniz. Kemalizm cumhuriyetin demokratikleşmesi önünde ne gibi engeller teşkil ediyor?
Bu yapı, yönetenlerin çok önemli ve tabu olarak kabul edildiği, yönetilenlerin öneminin olmadığı bir cumhuriyet anlayışını yansıtıyor. Artık dünyanın geldiği noktada, devletin her şeyin sahibi olduğu bir yapı terk edilerek, halkın hem ekonominin, hem siyasetin, hem de sistemin patronu olacağı bir yeni yapıya geçiliyor. 83 yıllık cumhuriyette geldiğimiz noktaya bakarsak, BM İnsanî Gelişmişlik Endeksi’nde Türkiye 92. sırada. Türk insanı 177 ülke arasında, ancak 92. sıradaki bir kalitede yaşıyor. Halbuki Yunanistan 24. sırada. Bu zihniyet değişimi olmadıkça, ülke insanı evrensel düzeyde bir zenginlik ve özgürlük üretemeyecek.
Türkiye halkı düşünce olarak bu sorunun farkında mı?
Kimlik sıkıntıları var, ekonomik sıkıntılar var, sefalet var. Türk halkını, uyuşturucuya alıştırır gibi, devlet olanaklarından geçinmeye alıştırmışlar. Üretimden koparmışlar. Bu gittikçe ağırlaşan sorunlar oluşturuyor. Bunun çözümü için bir talep var. Yoksa bu kadar AB’den yana bir tavır alınamazdı. AB’deki hayat standartlarının yüksekliği görünüyor, öyle olmak için de Kemalizmin demokrasiden farklı olduğu içselleştiriliyor.
‘Halk devletin sahibi olması gerekir’ dediniz, ancak bazı aydınlar, ‘halk devleti ele mi geçiriyor’ diye yakınıyor.
Bunu terminolojik bir cehalet olarak algılamak isterim. Devlet halk için vardır.
Bu tartışma Merkez Bankası başkanın evine girilirken ayakkabıların dışarıda çıkarılması ile ilgili başlatılmıştı. Bu konuda ne dersiniz?
Bu, elitlerle çevre arasındaki bir sınıf savaşıdır. Maalesef bu kavganın nedeni dinmiş gibi gösteriliyor. Halbuki olay sisteme entegre olamayan, itilmiş, iyi eğitim alamamış, merkezin imkânlarını kullanamamış, büyük bir kitlenin merkeze yönelik taleplerinin artmasıdır. Bir şeriat-laiklik kavgası yok merkezle çevre arasında sınıf kavgası var.
Türkiye’nin önde gelen bilim adamlarından Kemal Karpat başbakana gönderdiği mektupta şeriat tehlikesinden şüphelendiğini ima etmişti ve bu manşetlere taşındı. Sizce şeriat tehlikesi var mı?
Türkiye’de şeriat tehlikesi olduğunu düşünmüyorum. TESEV’in yaptığı araştırmanın gösterdiği gibi, insanlar şeriat özlemi değil, iyi yaşama isteği içerisinde. Ben bu halka güveniyorum. Bu halkın şeriata yönelik bir dünya aradığını ve bu dünyaya onay vereceğini düşünmüyorum.
Geçende profesörler evinde yemek yiyordum, birkaç tane iri yarı çocuk tekbir getirerek solcuların üstüne saldırıyordu. Bence onlar eylemci değil, özel görevlendirilmiş kişilerdi. Çünkü o kadar güvenliğin içinde böyle bir şey yapılamaz. Provokatif şeyler yapılmaya çalışılıyor. Devletin bir kesimi halkı birbirine düşürmek istiyor. Kürt-Türk, şeriatçı-laik kavgası çıksın istiyorlar. Kavga ve karışıklık çıkarsa, kime muhtacız?
AB konusu da bu sınıf savaşına alet ediliyor galiba? Bazı kesimler, ‘AB Türkiye’nin onuruyla oynuyor’ diyor...
Türkiye’nin onuru bir yaşına gelmeden ölen 30 bebeğin onurunu da kapsıyor mu? İşsiz aç yığınların onurunu da kapsıyor mu? Sefalet içinde olanların onurunu da kapsıyor mu? Gelir dağılımında yüzde beşi alan nüfusun yüzde yirmisinin onurunu da kapsıyor mu? Peki bu kimin onuru? Türkiye’nin onuru dedikleri, yönetenlerin onuru. AB’nin benim onurumun aleyhinde bir şey yaptığını görmüyorum. Onun için AB yönetenlerle ilgili değil, yönetilenlerle ilgili bir mesele... Geçenlerde AB oyuncaklardaki çocuk sağlığına zararlı boyaların kullanılmasını yasakladı. Benim için esas AB yediğimiz ete hijyen getirmek, kadınları öldürüp töre cinayeti işleyenlerin indirimden yararlanmasına engel olmak, kan verdiğimiz laboratuvarların sağlık koşullarını evrensel düzeyde denetlemek, yönetilenlerin yaşam standartlarını yükseltmek için her türlü girişimi yapmak...Yönetenler bundan hoşlanmadığı için, AB karşısında ‘Türkiye’nin onuru’ diyorlar. Türkiye’nin onuru bebek ölümleriyle zedelenmiyor da yönetenleri ırgalayınca mı ortaya çıkıyor?
AB sürecinde bazı konu başlıklarının askıya alınması gündeme geldi. Tabiî bunun yanında Kıbrıs meselesi konusunda yeni bir tartışma başladı. Sizin görüşünüz nedir?
Bence hükümet yanlış yaptı. Gümrük Birliğiyle ilgili anlaşmayı genişleteceğine dair söz verdi. ‘Gümrük Birliğine uyumlu olarak Kıbrıs Rum Kesimi’nin mallarına hava ve deniz limanlarını açacağım’ dedi. Hava ve deniz limanlarını açma çok korkunç bir şeymiş, vatan toprakları satılıyormuş ve Rum Kesimi’ni tanımaymış gibi ifade edildi. Halbuki halk bu limanların 1998’e kadar açık olduğunu bilmiyor. 1998’e kadar KKTC mi gitti? Türkiye’nin haklarına mağduriyet mi geldi? Rum Kesimi’ni mi tanıdık? Hayır. Bunlar tamamen seçime giderken AKP’nin ‘milliyetçi oylar artarsa açıkta kalmayayım’ diye yaptığı şeyler zannediyorum. Hükümetin Avrupa’nın KKTC ile doğrudan ticareti başlatmasını gümrük ve limanlara bağlaması çok yanlıştı. Yanlış olduğunu görüyoruz, biz haklıyız, ancak tam tersini tartışıyoruz. Bastırması gereken biz değil miyiz? Ancak yanlış bir şey yaptık...
İkinci olarak, hükümetin askerî bürokrasiden ürkerek geri adım attığını düşünüyorum. Biz hukuken haklı değiliz, ancak siyasî olarak AB'de bize haksızlık ediyor. Bizim ‘doğrudan ticareti başlatın’ diye davul çalmamız gerekiyor. Bunun içinde elimizin güçlü olması lâzım. Çok haklı olduğumuz bir noktayı, hukuken güçsüz olduğumuz bir noktaya bağladılar. 1998’e kadar limanlar açıktı, o zaman neden onuruna dokunmuyordu?
Kıbrıs konusuyla ilgili hükümetin bazı limanları süreli ve karşılıklı olarak açabileceğini söylemesi üzerine, Genelkurmay Başkanı, bu konuyu ‘Kıbrıs’ta 40 bin askeri olan bizimle paylaşmadılar, bu devletin politikasından bir sapmadır’ açıklaması yaptı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Asıl yadırgatıcı olan, askerin siyasî konularda görüş bildirmesidir. Eğer Genelkurmay rahatsızlık duyuyorsa, bu konuyu başbakanla görüşmeliydi. Kamuoyuna açıklama yapmamalıydı. Devletin politikasından sorumlu olan hükümet olduğuna göre, elbette hükümetin inisiyatif sahibi olması gerekir, çünkü devletin direksiyonunda hükümet var. Kıbrıs’taki 40 bin askeri olan bir kuruma danışmadılar konusuna gelince, hükümet Genelkurmay’ın da üstündedir ve yetmiş milyonu temsil etmektedir...
Bir yazınızda müzakereleri beş yılda bitiremezsek, 2015’te üye olmak hayâl olur demişsiniz. Biraz açıklar mısınız?
Müzakereler beş yıl içinde bitmezse, AB’nin 2015 yılının bütçe hazırlıklarına yetişemiyoruz. Bizi bütçeye koymazlarsa, tam üye olamayız. Hükümeti bundan dolayı eleştiriyorum. Ben AB ile uğraşmam, ben beş yılda müzakereleri bitireceğim derim. Paradigmayı değiştiririm. Ama doğrudan ticaretin başlatılması için baskı yapar, kapılarında sabah akşam davul çalarım. Haklılığımı dara düşürecek, müzakereleri baltalayacak zayıf olduğum noktaları gündeme getirmem. Türkiye’nin AB’den alacağı var.
AB tarafından gelen her açıklama Türkiye’de yankı buluyor. Her konuşma kayda değer mi sizce?
Medya kanalıyla halkın doğru kavramları öğrenmesi, bilinçlenmesi sağlanmıyor. AB kurumlarını halkımız bilmiyor. Böyle olunca, AB Parlamentosu’nda gariban bir adamın söylediğini veya Fransa’nın iç siyaset meselesi AB zannediliyor. AB yeniçağın bir zihniyeti. Avrupa Birliği’nin, üyelerinin tümüyle sorunu var. Çünkü her üyeyi dönüştürmeyle yükümlü, ancak biz bunları bilmiyoruz.
Bir de “Hükümeti AB sürecinde yükselen milliyetçilik köşeye sıkıştıyor” diye yorumlar yapılıyor. Sizce böyle bir etki var mı?
Bu, bir şehir efsanesi, milliyetçilik nerede yükseliyor? Kamuoyu yoklamalarında ben böyle bir şey görmüyorum. Birileri böyle bir şey uyduruyor, böyle olsun istiyor. Bu, devletin demokratik bir cumhuriyete dönüşmesini istemeyenlerin şehir efsanesi oluşturması çabası...
Milliyetçiliğin yükselmediğini söylüyorsunuz, ancak az önce “Hükümetin askerî bürokrasiden ürkerek geri adım attığını düşünüyorum” dediniz. AB sürecinde bunun etkisi ne kadardır?
Sen kimi kale alırsan, ona göre hareket edersin. Benim askeri kale alacak halim mi var? Ben de herkes kadar milliyetçi, vatanını seven biriyim. Buranın sahibi benim. Bunu hissetmezsen, bir şekilde etkilenirsin. Ben başbakan olacağım da bürokrasiden korkacağım.
İktidar koltuğuna oturmadan herkesin rahat konuştuğunu, ancak koltuğa oturduğunda biraz değişime uğradığını görüyoruz. Siz başbakan olsanız söylediğiniz kadar rahat olabilir miydiniz çok merak ettim?
Rahat olmayacaksan, niye başbakan oluyorsun ya? Yönetme iddiasında olanlar, Türkiye’nin durumunu daha önceden biliyorlar. Yönetime gelirken askerin sistem içinde ne kadar ağırlık olduğunu biliyorsun. Eğer yönetemeyeceksen, neden yönetme iddiasında bulunuyorsun?
Ya ben bundan sıkıldım. O zaman iktidar olmayacaksın. Benim buradan çıkarken önümde korumalarım yok, devletin arabasına ve uçağına binmeyeceğim, devletin lojmanını kullanamıyorum, bütün bunları kullanıp ihalelere girmeyeceğim, belediyelere iş yapmayacağım... Devletin imkânlarını kullanırken asker yok, gereken değişim ve gelişimleri yaparken asker var. O zaman ‘asker izin vermiyor’ de iktidardan istifa et, Meclisten çekil... Dört yıldan sonra bunları konuşmak bana fazla geliyor.
Yönetim konusuna gelmişken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkan bir kesim var. Bu değerlendirmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin önünde meşrû bir engel var mı? Yoksa seçilebilir. ‘Askerler istemiyor’ diye bir lâf dönüyor. Meşrû ise, askerlere ne? Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde böyle tartışmalar olamaz.
İran çok farklı
İran 150 milyar dolar, biz 408 milyar üretiyoruz. Zenginin, ‘ben bu fakir gibi yaşayayım’ dediğini gördünüz mü? Buranın kültüründe sosyoekonomik bir yaklaşım ve değerlendirme yoktur. Buranın hakimi bürokrasidir. Onun için de yıllardır İran’dan gelecek rejim tartışmaları yaşanmıştır.
İran günlük hayat açısından medyanın yansıttığından çok daha farklı. İran’da mesele mollalar değil, para kavgası. Petrol gelirinin yüksek olmasına rağmen, halk sıkıntıda. Oyunun hep dışında. Modern elitlerin yerini din elitleri, din baronları almış. İran’da kadın erkek ilişkisi bizden daha liberal. Bizde kadın yok, orada kadın örtülü olsa da toplumsal hayatın içinde...
Mehmet Altan kimdir?
1953 Ankara doğumlu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini İstanbul’da yaptı. 1979’da doktora yapmak için Paris’e gitti. Paris I. Pantheon-Sorbonne Üniversitesi’nde Türkiye IMF ilişkilerini inceleyen çalışmasıyla 1980 yılında uzman, Türkiye’nin ABD ve SSCB ilişkilerini inceleyen teziyle de iktisat doktoru oldu. Doktora eğitimi sırasında çeşitli gazetelerde yazdı. Cumhuriyet gazetesinin Paris muhabirliğini yaptı. 1984’te Türkiye’ye döndü. 1985’te Paris’ten yazdığı denemeleri Atlı Karınca adlı kitapta topladı. Akademi Kitabevi Deneme Ödülü’nü alan bu kitaptan sonra, tezinden esinlenerek yazdığı Süperler ve Türkiye adlı bilimsel çalışması yayınlandı. Altan’ın Marx’tan Sevgilerle, Darbelerin Ekonomisi, Matadorun Ölümü, Kapitalizm Bu Köye Uğramadı, Amerikan Rapsodisi, Ertelenmiş Hayatları Geri Verin, Hiçbir Şey Değişmiyorsa, Esir Çocuklar Cehennemi, II. Cumhuriyet Demokrasi ve Özgürlükler, Kıbrıs Diye Bir Ada, Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider, Kürtler Şeytan Soyundan mı? adlı kitapları da var. Altan, halen İstanbul Üniversitesi İktisat Politikaları Anabilim Dalı Profesörü ve Star gazetesi baş yazarı...
|