Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar da arkalarını dönüp kaçtılar. Sonra İbrahim onların putlarına varıp sordu: "Niye yemiyorsunuz? Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?"

Sâffât Sûresi: 90-92

11.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Suda yürüyüp de ayakları ıslanmayan var mı? Dünyaperest de böyledir; günahlardan uzak kalamaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3828

11.12.2006


Risâle-i Nur’u, teennî ve dikkat ile okumalı

Risâle-i Nur’un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırk elli yaşından sonra Risâle-i Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parça, iki üç mecmua içinde derc edildi. Bu ümmi ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risâle-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risâle-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hacat-ı zaruriyeden ziyade bir hacat-ı zaruriyeyi, Risâle-i Nur’un hakaikini görüyorlar.

Bu ciltte az ve sair altı cild-i ahirde masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.

Risâle-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.

Elhasıl: Masumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki fayda var:

Birincisi: Teennî ve dikkatle okunmaya mecbur etmektir.

İkincisi: O masumane ve halisane ve samimi ve tatlı dillerinden, derslerinden Risâle-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

Emirdağ Lâhikası, s. 58

teennî: Tedbirli, ağır ve akıllıca hareket etme, düşünerek iş yapma.

11.12.2006


Sabır’a sabredebilmek -1

Sabır; “acıya ve zorluğa katlanmak, tab’a mülâyim gelmeyen hallere telâş göstermeksizin mukavemet etmek” mânâsını ifade eden bir kelime olduğu gibi, kişisel ve toplumsal hayatımızda çok mühim bir yer teşkil eden yüce bir hasletin ismidir… Sandığımızın yahut ilk anda aklımıza gelenin ötesinde, sabrın çok daha geniş bir mânâ ve mahiyeti vardır ki, bu mahiyete istinaden Kur’ân-ı Kerim’de “Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir”1 buyrularak bu hâlet-i ruhiyenin kıymeti aşikâr bir sûrette ortaya konulmuştur.

Peki, ama nedir bu önemli ahlâk ki, Allah’ın bizimle beraber olmasını temin edecek kadar mühimdir? Sabır diye çoğu zaman kanıksadığımız bu önemli tutumun muhtevası nelerden ibarettir tam olarak? Sabır, Yaratan’ımızı bizimle kılansa, sabrı uygulayabildiğimiz ölçüde Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kesbedeceğiz demektir. İnanan bir yürek için Rahman’ın her zaman kendi yanında olmasının ulviyetini hesaba katarak sabrın mânâ ve tatbik çerçevesini etraflıca ele almak gerekir aslında. ‘Neler karşısında sabır gösteriyoruz, sabır bir bütün olarak hangi hususları kapsamaktadır, konuşurken çok rahat değindiğimiz bu hususu tam olarak uygulayabiliyor muyuz?’ gibi sualleri sormamız lâzım kendimize.

Son birkaç ay içinde yaşanan sel felâketlerini düşünebiliriz meselâ. Nice tahribatlar, vefiyatlar idrak edildi zemin yüzünde. “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder”2 kaidesini düstur-u azam edinip, teslim ve tevekkül ile hâdiselere yaklaşmanın kıymet ve gerekliliğini tartışmak öyle ki havanda su dövmeyi ifade edecektir. Başımıza gelebilecek bu ve benzeri bütün imtihanlarda sabır ile mukabele edebilmek duâsını lisanımıza bir borç bildikten sonra, sabredip Allah’ın bizimle beraber olması için, illâ ki bu tarz musibetlerle mi karşılaşmamız gerektiği şeklindeki suâlleri de, müteyakkız zihinlerimize tevcih etmek gerekir kanısındayım.

Bu kadar dar mıdır sabrın mânâsı? Sabır kelimesini duyduğumuzda neyi algıladığımızı sorgulamak gerekmez mi? Yahut bu isme hangi mânâları yüklediğimizi, daha da ötesi ve de doğrusu bu kavrama yüklenmiş mânâlardan hangilerini kavramdan indirdiğimizi!..

Haddi zatında Kur’ân-ı Kerim’de geçen sabra ilişkin âyetlere3 ve Resûlullah’ın (asm) sünnet-i seniyyesine baktığımızda, sabır kavramının tarihsel süreç içerisinde anlamını yitirip yanlış anlaşılmış veya kapsamı oldukça daraltılmış bir kavram olduğunu görürüz. Kur’ân-ı Kerim’de sabır kelimesi, girişilen doğru ve hayırlı bir çabada insanın karşılaşabileceği olumsuzluk ve zorluklara karşı dayanıklı olması, direnmesi, sebat göstermesi anlamını taşırken, bir mânâda azmin ve cesaretin ismi olurken; halk arasında başa gelen olumsuzluklara katlanma, baskıya boyun eğme ve maalesef hayata dair iddia ve hedeflerden vazgeçebilmenin ifadesi olarak algılanagelmiştir. İşte bu noktada bütün insanlığa düşen, sabrın musibet ve felâketler karşısındaki konumunu da hesaba katarak, bu tavrı hayatın bütününe yaymak, bu mânâyı bir bütün halinde yaşamaktır. Zaten sabrı gerektiğinde ve mahallinde uygulamanın ötesinde karşılaştığımız ilk sorun da, kavramın kapsamını doğru ve eksiksiz bir şekilde algılamaktır.

Başa gelen olumsuzluklara mukavemeti ifadenin çok daha ötesinde bir hayat felsefesi olarak yaşanmalıdır sabır. Her hadiseye sabırla ve ihtiyatla yaklaşmak, sabırsızca hareket edip hüsrana maruz kalmamak, tutum ve davranışlarımızda teennî tavrı takınıp tembellikten ayırt etmek sûretiyle tevekkül etmek, sükûtun zulüm olduğu yerde sabredeceğiz diye pasifize olmamak ve benzeri birçok noktada sabrı yerli yerinde hayata geçirmek olaylara makûlce yaklaşıp muvaffak olmanın ön şartıdır. Beş dakika bizi bekleten dostumuzun altıncı dakikada daha bir dakika önce bizim kendisini beklediğimiz noktada bizi araması, sabırsızlığımızdan başka hiçbir şeyin neticesi değildir. Muhataplarımız hakkında takındığımız ve bugün önyargı diye de bilinen bütün aceleci tavırlarımız, sabırsızca verilmiş hükümlerimizdir sadece. Tıpkı dış âlemimizde olduğu gibi iç âlemimizde de büyük yıkıntılara sebeptir sabırsızca taşmamız, taşkınlıklarımız… Küçücük bir sabırsızlığın neticesi olarak, bir san’at eseri olan anatomimizde cereyan eden depremler ve çalkantılar, küçük ve lüzumsuz bahanelerin kocaman yitirilmişliklere dönüşmesidir. Bu perspektiften baktığımızda düzenle işleyen bir sabır mekanizmasının psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik birçok sıkıntıyı ortadan kaldıracağını net bir şekilde görebiliriz.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 153

2- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İkinci Lem’a, s.16

3- 73/10, 103/1-2-3, 90/17, 28/54, 11/11, 11/115, 31/17, 16/126-127, 2/153, 2/155-156-157, 2/45, 3/200

—Devamı yarın—

Yasin TOPAL

11.12.2006


Nur'un dilinde Risale-i Nur

İşârâtü’l-İ’câz

* İşârâtü’l-İ’câz tefsiri Risâle-i Nur’un fatihasıdır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 71)

* “İşârâtü’l-İ’câz’ın birinci cüz’ü ki, tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risâle-i Nur, mânevî bir tefsir-i Kur’ânî olduğu için dedi: ‘Bu zamanda bana daha lüzum var.’ Öteki cüzler yerinde onlar yazıldı.” (Emirdağ Lâhikası, s. 321)

* İşârâtü’l-İ’câz; Risâle-i Nur’un bir muhtasar fihristesi ve çekirdek-i aslîsidir. (Kastamonu Lâhikası, s. 42)

* Bediüzzaman Hazretleri; Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın kendisine âlem-i mânâda bir medresede ders verdiğini görmüş. O ders-i mânevîye binâen “İşârâtü’l-İ’câz” nâmındaki harika tefsiri yazmış. Hafız Halid’in mektubunda şöyle geçer: “Bana bir gün dedi ki: ‘Harb-i umumî hadisât ve netâicleri mâni olmasaydı, İşârâtü’l-İ’câz’ı, Allah’ın izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşallah, Risâle-i Nur, âhiren, o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak.’” (Tarihçe-i Hayat, s. 190)

* İşaratü’l-İ’caz, o zamanın başkumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle, istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşaratü’l-İ’caz’ın tab’ı için kâğıdını vermiştir. (Tarihçe-i Hayat, s. 228)

* “Eski Said’in ise, Arabî risâlelerinden yalnız İşârâtü’l-İ’câz, Risâle-i Nur’da en mühim bir mevki almış.” (Kastamonu Lâhikası, s. 103)

* “Evet, İşârâtü’l-İ’câz, umum Risâle-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’câzü’l-Kur’ân’ın bir menbaı olduğu görünüyor. Gayet ince ve derin olduğu için, şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmişse, fevkalâde takdir etmiş ve ‘emsâlsiz’ demiş.” (Emirdağ Lâhikası, s. 321)

* İşârâtü’l-İ’caz görünüşte anlaşılması zor bir eser gibidir. Fakat ‘Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur açıklar’ prensibine göre, bakın Bediüzzaman Hazretleri bu eseri herkesin anlayabileceğini nasıl anlatıyor:

“Madem az adamla konuşan İşârâtü’l-İ’câz onunla hayli konuşmuş, ben de o zatı ale’r-re’s-i ve’l-ayn kabul ediyorum. İşârâtü’l-İ’câz ile iktifa etmesin. İşârâtü’l-İ’câz’ı tefsir eden ve hakaikini aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler’i, Mektupları okusun. Hususan Yirmi Beşinci, Yirmi Altıncı Sözleri, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektupları gibi intihap ettiği risâleleri de okusun.” (Barla Lâhikası, s. 183)

* “Risâle-i Nur ve bilhassa Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kur’ân’ın nazmındaki vech-i i’câzı hârika bir tarzda ispat eden Arabî Risale-i Nur’dan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslup-u belâğat ve en yüksek bir i’câz-ı îcâzî vardır.” (Sözler, s. 419-420)

* “Kur’ân’ın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metânet, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîm’in herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münâsebâtındaki intizamı, öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyân edilmiştir; kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu sûrette görebilir.” (Sözler, s. 333)

* “On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i’câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.” (Sözler, s. 336)

* “Hem, İstanbul’da Fetva Emîni Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalâa ile, yanına gelen dostlarına müteaddit defalar, ‘Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir’ diye yemin ederek îlân ediyordu. Şark uleması, Şam ve Bağdat’ta büyük âlimler ‘İşârâtü’l-İ’câz gayet harika ve emsâlsiz bir tefsirdir’ diye istihsan etmişlerdir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 94)

Fatma ÖZER

11.12.2006


ESMA-İ HÜSNA

Müdebbir

Allah (c.c.), Müdebbir’dir. Yani, mahlûkatının her işini bizzat yürüten,1 tedbir, terbiye ve idâresini yapandır. Cenab-ı Müdebbir-i Kadîr, mahlûkatını tehlikelere karşı korunabilecek ve kendilerini savunabilecek cihazlar ve âletlerle donatarak yaratır, onları hayatın türlü zorluklarına karşı hazırlar veya hazırlanmış biçimde yaratır, musîbet ve belâlara karşı kulları için tedbîr alır. Cenâb-ı Hak her şeyin âkıbetini görerek ve bilerek iş yapar. Her şeyi nizam ve intizamla tedbîr ve idâre eder.

Kâinatın idâresinde tanzim, tedbîr, terbiye ve diğer kemâl sıfatlar hâkimdir. Kâinatın müdebbiri Cenâb-ı Hak’tır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği2 Müdebbir ismi Kur’ân’da fiil olarak yer almaktadır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden ve tüm işleri tedbîr edendir.”3

Dünyanın hikmet yurdu, âhiretin ise kudret yurdu olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, dünyada işlerin, Allah’ın hikmeti gereğince ve Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbî gibi çok isimlerin iktizâsıyla bir derece tedricî ve zamanla olduğunu, âhirette ise maddeye, müddete, zamana ve beklemeye ihtiyaç olmadan kudret ve rahmetin tezâhürüyle, eşyanın birden inşâ edileceğini kaydeder.4 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, hânesini inşâ eden insanoğlu, kâinatın kendi hânesinden büyüklüğü nisbetinde kâinatın sahibini ve ustasını Kadîr, Alîm, Hakîm ve Müdebbir isimleriyle bilmek zorundadır.5 Bin bir çeşit erzak deposuna sahip olan insan, yeryüzü adındaki iâşe ambarının büyüklüğü ve ihtişamı ölçüsünde küre-i arz deposunun sahibini ve Müdebbir’ini bilmekle yükümlüdür.6 Her canlıya kendisini koruyacak silâhların verilmesi ve dünyanın büyük elektrik lambası olan güneşle süslenmiş olması Cenâb-ı Hakkın müdebbiriyetinin eseridir.7

Bedîüzzaman’a göre, tüm işi eşyanın hikmet ve hakikatı üzerinde yoğunlaşmak olan felsefe disiplini, Müdebbir isminin tecellîlerini müşâhede etmelidir.8 Çünkü, bu koca âlemin bir saray gibi tanzim edildiği, bir dolap gibi çevrildiği, şu büyük memleketin bir hane gibi hiçbir şey noksan bırakılmadan tam bir intizamla idâre edildiği âşikârdır.9 Her şey, Hakîm bir tek Müdebbîr’in emriyle hareket etmekte, bir tek Müdebbir’in tertibiyle ve tedbîriyle idâre edilmektedir.5 Bitkilerdeki hakîmâne tedbir ve terbiye, Müdebbîr isminin mühründen başka bir şey değildir.10

Bulutların toplanmasında, yağmurun inmesinde, mevsimlerin değişmesinde Müdebbîr isminin tecellîlerini müşâhede etmek mümkündür.11

Bediüzzaman Saîd Nursî, kâinattaki bütün zerrelerin ve varlıkların hareketlerinde Müdebbir isminin tecellîsi bulunduğunu da kaydeder.12

(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Ra’d Sûresi: 2; 2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 238; 3- Yunus Sûresi: 3; 4- Sözler, s. 106; Şuâlar, s. 39; 5- A.g.e., s. 118; 6- A.g.e., s. 142; 7- A.g.e., s. 143; 8- A.g.e., s. 238; 9- A.g.e., s. 260; 10- A.g.e., s. 272; 11- A.g.e., s. 623; 12- Sözler, s. 389; 13- Şuâlar, s. 99-155

11.12.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Şanlı sahabelerden birisi Hz. Peygamber’e (asm) geldi ve:

“Ey Allah’ın Resulü! Ben seni kendi nefsimden daha çok seviyorum. Çocuğumdan daha çok seviyorum. Evimde olduğumda seni hatırlıyorum. Seni gelip görmeyince rahat edemiyorum. Senin ölümünle kendi ölümümü hatırladığımda, biliyorum ki, sen cennete girdiğinde bizim mertebemiz senin mertebenin altında olacaktır. Sen peygamberlerle beraber olacaksın. Benim ise cennete girmem şüpheli. Eğer cennete girsem bile, seninle beraber olamamaktan korkuyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Hâlbuki ben senin yanında olmak istiyorum.” dedi.

Hz. Peygamber (asm) ona bir cevap vermedi.

Ardından, Cebrail Aleyhisselâm şu ayeti indirdi:

“Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar!”

(Nisa Sûresi: 69)

Süleyman KÖSMENE

11.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004