Yarın 11 Aralık 2006 veya 20 Zilkade 1427
İmam-ı Rabbanî’nin vefatının 382. sene-i devriyesi.
Milâdî 1563, Hicrî 971 yılında Hindistan’da, Delhi yakınlarındaki Serhend şehrinde doğan İmam-ı Rabbanî’nin asıl adı Ahmed’dir. Çok iyi bir eğitim gördü ve erken yaşlarda irşada başladı.
Hazret-i Ömer’in soyundan gelmesi hasebiyle aldığı Farukî sıfatının yanı sıra, yaptığı çalışmalar ve yaşadığı hasletler sayesinde Serhendî, Berekât, Bedreddin, İmam-ı Rabbanî, Müceddid-i Elf-i Sânî gibi lâkaplarla anıldı ama İmam-ı Rabbanî adıyla iştihar etti.
Ekber Şahın karma bir din teşekkül ettirme teşebbüslerine karşı çıktığı için ömrünün çoğu hapishanelerde geçti ise de, o oradan yazdığı mektuplarla irşat faaliyetlerini sürdürdü.
Mektûbât adlı kitapta toplanan mektuplarının en bariz vasfı, yalnız yazıldığı zâta veya zamana mühnasır kalmaması, müteakip asırlarda pek çok büyük insan tarafından da okunup istifade edilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî de onlardan biridir.
Bediüzzaman’ın “İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acayiptendir ki bütün Mektubât’ında yalnız iki yerde ‘Bediüzzaman’ lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında ‘Mirza Bediüzzaman’a Mektup’ diye yazılı olarak gördüm. ‘Fesübhânallah’ dedim. ‘Bu bana hitap ediyor.’ O zaman Eski Said’in bir lâkabı ‘Bediüzzaman’dı. Hâlbuki, Hicretin üç yüz senesinde Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lâkapla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki, İmam’ın zamanında dâhi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hâli benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum” diyerek atıfta bulunduğu iki mektubu ve İmam’ın, oğluna yazdığı uzun mektubun Bediüzzaman’ı tahattur ettiren son kısmını rahmet duâlarına vesile olması ümidiyle takdim ediyorum.
***
RESÛLULLAHA UYMAYI TEŞVİK
İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu mektubu Mirza Bediüzzaman’a yazmıştır.
Lâtif yazı ile süslü, mübarek sayfanız ulaştı. Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’a hamd olsun.
Öyle ki, o mektubun fukaraya muhabbet, saadet sermayesi olan dervişlere teveccüh mânâsı belli oluyor. Zira onlar, Sübhan Allah’ın celîsleridir (oturmaları kalkmaları Onunladır).
“Onlar öyle bir cemaattir ki, kendileriyle oturan şekavete düşmez” hadis-i şerifindeki mânâ, o şanlı zatlar hakkında buyurulmuştur.
Ve Resûlullah Efendimiz (asm) Ashabdan Muhacirlerin fukarası ile hayır yollarının açılması talebini yapardı.
Aynı mânâda Resulullah (asm) şöyle buyurdu:
“Nice saçı başı toprağa belenmiş ve kapılardan kovulmuşlar vardır ki, bir işin olmasını Allah adına and içerek talep etseler, o iş olur.”
Yani, yüce Allah onların arzusunu yerine getirir.
Mübarek mektup sayfasına bir cümle dercedilmiş:
“Hidivin-neş’eteyn (iki cihanın hâkimi mânâsına)”. Bu öyle bir tâbirdir ki, Yüce Sultan Vacibü’l-Vücud Hazretleri hakkında kullanılmaya mahsustur. Hiçbir şeye gücü yetmeyen sahipli bir kul hakkında kullanılması nasıl yerinde olur? Şanı Yüce Allah ile ortaklık isteyerek istiklâl yollu gayrete gelişin sonu nereye varır?
Bilhassa ahiret âleminde. Zira orada, mâlikiyet ve mülkiyet ister hakikat, ister mecaz yönünden olsun; “Din gününün maliki” âyeti ile anlatılan Yüce Zata mahsustur. O günde Sübhan Hak nida edip soracak: “Bugün mülk kimin?” Buna Yüce Hak yine kendi cevap verecek: “Vahid Kahhar Allah’ın.”
O günde kul için şiddet, dehşet, nedamet ve hasretten başka bir şey yoktur. Sübhan Allah o günün şiddetini, Kur’ân-ı Mecid’de şöyle haber verdi:
“Kıyamet sarsıntısı büyük bir şeydir. Öyle bir gündür ki: görürsünüz. Emzikli kadın emzirdiğini unutur; gebe kadın hamlini düşürür. İnsanları sarhoşlar gibi görürsün. Ama onlar sarhoş olmadılar. Ne var ki, Allah’ın azabı pek çetindir.”
Bu mânâda bir şiir şöyledir:
«Sorulacak sana o gün fiilden sözden,
Dehşete düşmüşken tamamı peygamberlerin.
Ulü’l-Azmin dahi titrerken kalbi özlem.
Ne edeceksin? Nen var günahına özürden?»
Son nasihat: Mutlaka Sahib-i Şeriat Resûlullaha (asm) uymak lâzımdır. Ona salât, selâm ve tahiyyat. Zira bu ittiba olmadan kurtuluş muhaldir.
Dünyanın aldatmaca süslerine iltifat edilmemelidir. Böyle bir şeyin varlığı ile yokluğu önemsiz olmalıdır. Zira dünya, Allah katında buğza uğramıştır, onun katında hiçbir değeri yoktur. Durum bu olunca yokluğu varlığından daha hayırlı olmalıdır. Dünyanın vefasızlığı, tezce elden çıkışı bilinen bir şeydir. Hattâ görülmektedir. Bundan önce geçip giden dünya adamlarına bakıp ibret almalısınız.
Allah u Teâlâ size ve bize Seyyidü’l-Mürselîn Resûlullah (asm) Efendimize tâbi olma yolunda başarı ihsan eylesin. Ona ve âline salât ve selâm.
(Mektûbat, 1. cilt, 74. Mektup)
***
TEVHİD-İ KIBLE ETMEK GEREKİR
İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu mektubu Mirza Bediüzzaman’a yazmıştır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah size selâmet ve âfiyet ihsan eylesin.
Bilmiş olasın ki: İki cihan saadetinin elde edilmesi; Seyyidü’l-Mürselîn Resûlullah Efendimize (asm) tâbi olmaya bağlıdır. Ona ve âline salât ve selâmlar. Ancak, bu tâbi olma durumu, Ehl-i Sünnet ulemasının beyan ettiği üzere olacaktır. Allah u Teâlâ, onlardan çalışmalarını şükrâna lâyık eylesin.
Bu durum dahi, öncelikle itikadın düzeltilmesi ile olacaktır ki, bu düzeltme işi, anlatılan büyüklerin görüşlerine uygun şekilde olmalıdır.
Bundan sonra ilmihal tahsili gelir ki; haram, farz, vâcip, sünnet, mendub, mübah ve şüphelileri öğrenmektir. Bu öğrenilen şeylerle mutlaka amel edilmelidir. Anlatılan iki kanadı bulduktan sonra, yani, itikadî ve amelî (itikada ve amele bağlı) olarak, şayet ebedî saadetin kazanılması için ezelî inayet varsa, kudsî âleme uçuş müyesser olur. Bundan sonrası boştur dökülen ağaç kabuğu gibi.
Bu düşük dünyanın ettiği gizli değildir ki, matlup olanlar arasında sayıla. Ona dair emellerin husulü, makam-ı maksad olan işler meyanında sanıla.
Üstün gayretli olmalıdır. İnsan, noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’tan bulabileceklerini ancak bir vesile ile bulur. Bunun için Onun yüceliğine vesile aramalıdır. Bir mısra:
«Asıl mesele bu, kalanı boş.»
Tam bir iltifatla himmet taleb ettiğinden sana müjde. Selâmetle, ganimetle dönersin. Lâkin bir şarta riâyet lâzımdır ki, o da şudur: Tevhid-i kıble etmek (yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma, tek bir maksada yönel). Şayet teveccüh kıblesi müteaddid olursa sâlik kendini tefrikaya atmış olur. Şu cümle meşhur bir meseldir:
«Bir mahalde ikamet eden, bir mahalde bulunur. Mahaller arasında gezip duran hiçbir mahalde olmaz.»
Sübhan Allah, bize ve size Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde istikamet nasib eylesin. Onun sahibine salât ve selâm. Selâm hidayete tâbi olanlara. Resûlullaha tâbi olmaya devam edenlere. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.
Mektubat, 1. cilt, 75. Mektup.
***
KUTB-U İRŞADIN LETÂİFİ
İmam-ı Rabbânî’nin, oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı uzun mektubun son kısmı.
Ey oğlum!
Kutb-u irşad kemâlât-ı ferdiyeye maliktir, çok az bulunur.
Asırlardan çok uzun zaman sonra böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet onun yoluyla gelir. Herkes ondan feyiz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.
Onun hidayetinin nurları, bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse o kimsenin kalbinde sanki bir pencere açılır.
Bu yoldan sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allah u Teâlâ’yı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha fazla olur.
Bir kimse o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat bu kimseye incinmiş ise bu kimse Allah u Teâlâ’yı zikretse bile rüşd ve hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese bile hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır.
O zata inanan ve sevenler onu düşünmeseler de ve Allah u Teâlâ’yı zikretmeseler de yalnız sevdikleri için rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar.
Farisî beyit tercümesi:
“Sustum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.”
Âlemlerin Rabbi olan Allah u Teâlâ’ya hamd olsun. O Rahman’dır ve Rahîm’dir. Onun Resûlü Muhammed Aleyhisselâma ve âline ve ashabına sonsuz salât ve selâm olsun.
Mektubât, 260. Mektup
10.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|