Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

İmam-ı Rabbânî’nin hatırasına



Yarın 11 Aralık 2006 veya 20 Zilkade 1427

İmam-ı Rabbanî’nin vefatının 382. sene-i devriyesi.

Milâdî 1563, Hicrî 971 yılında Hindistan’da, Delhi yakınlarındaki Serhend şehrinde doğan İmam-ı Rabbanî’nin asıl adı Ahmed’dir. Çok iyi bir eğitim gördü ve erken yaşlarda irşada başladı.

Hazret-i Ömer’in soyundan gelmesi hasebiyle aldığı Farukî sıfatının yanı sıra, yaptığı çalışmalar ve yaşadığı hasletler sayesinde Serhendî, Berekât, Bedreddin, İmam-ı Rabbanî, Müceddid-i Elf-i Sânî gibi lâkaplarla anıldı ama İmam-ı Rabbanî adıyla iştihar etti.

Ekber Şahın karma bir din teşekkül ettirme teşebbüslerine karşı çıktığı için ömrünün çoğu hapishanelerde geçti ise de, o oradan yazdığı mektuplarla irşat faaliyetlerini sürdürdü.

Mektûbât adlı kitapta toplanan mektuplarının en bariz vasfı, yalnız yazıldığı zâta veya zamana mühnasır kalmaması, müteakip asırlarda pek çok büyük insan tarafından da okunup istifade edilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî de onlardan biridir.

Bediüzzaman’ın “İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât kitabını gördüm, elime aldım. Halis bir tefe’ül ederek açtım. Acayiptendir ki bütün Mektubât’ında yalnız iki yerde ‘Bediüzzaman’ lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında ‘Mirza Bediüzzaman’a Mektup’ diye yazılı olarak gördüm. ‘Fesübhânallah’ dedim. ‘Bu bana hitap ediyor.’ O zaman Eski Said’in bir lâkabı ‘Bediüzzaman’dı. Hâlbuki, Hicretin üç yüz senesinde Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lâkapla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki, İmam’ın zamanında dâhi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hâli benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum” diyerek atıfta bulunduğu iki mektubu ve İmam’ın, oğluna yazdığı uzun mektubun Bediüzzaman’ı tahattur ettiren son kısmını rahmet duâlarına vesile olması ümidiyle takdim ediyorum.

***

RESÛLULLAHA UYMAYI TEŞVİK

İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu mektubu Mirza Bediüzzaman’a yazmıştır.

Lâtif yazı ile süslü, mübarek sayfanız ulaştı. Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’a hamd olsun.

Öyle ki, o mektubun fukaraya muhabbet, saadet sermayesi olan dervişlere teveccüh mânâsı belli oluyor. Zira onlar, Sübhan Allah’ın celîsleridir (oturmaları kalkmaları Onunladır).

“Onlar öyle bir cemaattir ki, kendileriyle oturan şekavete düşmez” hadis-i şerifindeki mânâ, o şanlı zatlar hakkında buyurulmuştur.

Ve Resûlullah Efendimiz (asm) Ashabdan Muhacirlerin fukarası ile hayır yollarının açılması talebini yapardı.

Aynı mânâda Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

“Nice saçı başı toprağa belenmiş ve kapılardan kovulmuşlar vardır ki, bir işin olmasını Allah adına and içerek talep etseler, o iş olur.”

Yani, yüce Allah onların arzusunu yerine getirir.

Mübarek mektup sayfasına bir cümle dercedilmiş:

“Hidivin-neş’eteyn (iki cihanın hâkimi mânâsına)”. Bu öyle bir tâbirdir ki, Yüce Sultan Vacibü’l-Vücud Hazretleri hakkında kullanılmaya mahsustur. Hiçbir şeye gücü yetmeyen sahipli bir kul hakkında kullanılması nasıl yerinde olur? Şanı Yüce Allah ile ortaklık isteyerek istiklâl yollu gayrete gelişin sonu nereye varır?

Bilhassa ahiret âleminde. Zira orada, mâlikiyet ve mülkiyet ister hakikat, ister mecaz yönünden olsun; “Din gününün maliki” âyeti ile anlatılan Yüce Zata mahsustur. O günde Sübhan Hak nida edip soracak: “Bugün mülk kimin?” Buna Yüce Hak yine kendi cevap verecek: “Vahid Kahhar Allah’ın.”

O günde kul için şiddet, dehşet, nedamet ve hasretten başka bir şey yoktur. Sübhan Allah o günün şiddetini, Kur’ân-ı Mecid’de şöyle haber verdi:

“Kıyamet sarsıntısı büyük bir şeydir. Öyle bir gündür ki: görürsünüz. Emzikli kadın emzirdiğini unutur; gebe kadın hamlini düşürür. İnsanları sarhoşlar gibi görürsün. Ama onlar sarhoş olmadılar. Ne var ki, Allah’ın azabı pek çetindir.”

Bu mânâda bir şiir şöyledir:

«Sorulacak sana o gün fiilden sözden,

Dehşete düşmüşken tamamı peygamberlerin.

Ulü’l-Azmin dahi titrerken kalbi özlem.

Ne edeceksin? Nen var günahına özürden?»

Son nasihat: Mutlaka Sahib-i Şeriat Resûlullaha (asm) uymak lâzımdır. Ona salât, selâm ve tahiyyat. Zira bu ittiba olmadan kurtuluş muhaldir.

Dünyanın aldatmaca süslerine iltifat edilmemelidir. Böyle bir şeyin varlığı ile yokluğu önemsiz olmalıdır. Zira dünya, Allah katında buğza uğramıştır, onun katında hiçbir değeri yoktur. Durum bu olunca yokluğu varlığından daha hayırlı olmalıdır. Dünyanın vefasızlığı, tezce elden çıkışı bilinen bir şeydir. Hattâ görülmektedir. Bundan önce geçip giden dünya adamlarına bakıp ibret almalısınız.

Allah u Teâlâ size ve bize Seyyidü’l-Mürselîn Resûlullah (asm) Efendimize tâbi olma yolunda başarı ihsan eylesin. Ona ve âline salât ve selâm.

(Mektûbat, 1. cilt, 74. Mektup)

***

TEVHİD-İ KIBLE ETMEK GEREKİR

İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu mektubu Mirza Bediüzzaman’a yazmıştır.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah size selâmet ve âfiyet ihsan eylesin.

Bilmiş olasın ki: İki cihan saadetinin elde edilmesi; Seyyidü’l-Mürselîn Resûlullah Efendimize (asm) tâbi olmaya bağlıdır. Ona ve âline salât ve selâmlar. Ancak, bu tâbi olma durumu, Ehl-i Sünnet ulemasının beyan ettiği üzere olacaktır. Allah u Teâlâ, onlardan çalışmalarını şükrâna lâyık eylesin.

Bu durum dahi, öncelikle itikadın düzeltilmesi ile olacaktır ki, bu düzeltme işi, anlatılan büyüklerin görüşlerine uygun şekilde olmalıdır.

Bundan sonra ilmihal tahsili gelir ki; haram, farz, vâcip, sünnet, mendub, mübah ve şüphelileri öğrenmektir. Bu öğrenilen şeylerle mutlaka amel edilmelidir. Anlatılan iki kanadı bulduktan sonra, yani, itikadî ve amelî (itikada ve amele bağlı) olarak, şayet ebedî saadetin kazanılması için ezelî inayet varsa, kudsî âleme uçuş müyesser olur. Bundan sonrası boştur dökülen ağaç kabuğu gibi.

Bu düşük dünyanın ettiği gizli değildir ki, matlup olanlar arasında sayıla. Ona dair emellerin husulü, makam-ı maksad olan işler meyanında sanıla.

Üstün gayretli olmalıdır. İnsan, noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’tan bulabileceklerini ancak bir vesile ile bulur. Bunun için Onun yüceliğine vesile aramalıdır. Bir mısra:

«Asıl mesele bu, kalanı boş.»

Tam bir iltifatla himmet taleb ettiğinden sana müjde. Selâmetle, ganimetle dönersin. Lâkin bir şarta riâyet lâzımdır ki, o da şudur: Tevhid-i kıble etmek (yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma, tek bir maksada yönel). Şayet teveccüh kıblesi müteaddid olursa sâlik kendini tefrikaya atmış olur. Şu cümle meşhur bir meseldir:

«Bir mahalde ikamet eden, bir mahalde bulunur. Mahaller arasında gezip duran hiçbir mahalde olmaz.»

Sübhan Allah, bize ve size Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde istikamet nasib eylesin. Onun sahibine salât ve selâm. Selâm hidayete tâbi olanlara. Resûlullaha tâbi olmaya devam edenlere. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.

Mektubat, 1. cilt, 75. Mektup.

***

KUTB-U İRŞADIN LETÂİFİ

İmam-ı Rabbânî’nin, oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı uzun mektubun son kısmı.

Ey oğlum!

Kutb-u irşad kemâlât-ı ferdiyeye maliktir, çok az bulunur.

Asırlardan çok uzun zaman sonra böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet onun yoluyla gelir. Herkes ondan feyiz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.

Onun hidayetinin nurları, bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse o kimsenin kalbinde sanki bir pencere açılır.

Bu yoldan sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allah u Teâlâ’yı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha fazla olur.

Bir kimse o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat bu kimseye incinmiş ise bu kimse Allah u Teâlâ’yı zikretse bile rüşd ve hidayete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese bile hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır.

O zata inanan ve sevenler onu düşünmeseler de ve Allah u Teâlâ’yı zikretmeseler de yalnız sevdikleri için rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar.

Farisî beyit tercümesi:

“Sustum artık, zekîlere bu yeter,

Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.”

Âlemlerin Rabbi olan Allah u Teâlâ’ya hamd olsun. O Rahman’dır ve Rahîm’dir. Onun Resûlü Muhammed Aleyhisselâma ve âline ve ashabına sonsuz salât ve selâm olsun.

Mektubât, 260. Mektup

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Abdullah'ın hürriyeti



Dinlerin takası olmadığı gibi özgürlüklerin takası da yoktur. Mısırlı Tevfik Tavil, ‘İngilizler giderken geride bize kavramlarını bıraktılar’ demiştir. Dolayısıyla İngilizlerin yokluğunda kavramlar onların aracıları olmuştur. Kavramlarla sömürge ülkelerini bilvekâle yönetmişlerdir. Özgürlük, laiklik ( kendi yükledikleri anlamlarda) bunlardan bazılarıdır. Her sistemin ve pradigmanın veya vahid-i kıyasinin kavramları farklıdır. Bu kavramlar arasında harmanlama veya karma anarşiye davetiye çıkaracaktır. Bu anlamda, nefsini esir etmiş abdullah’ın hürriyeti ile nefsine tapınan abdunnefs’in veya abdullaat’ın hürriyet anlayışı farklı olacaktır. Birisi hürriyetin ruh tarafında diğeri de nefis tarafındadır. Bediüzzaman bu hürriyet meselesini vecizeleştirmiştir: İnsanlar hürdür ama abdullah’tırlar, der. Bundan dolayı bizim hürriyet anlayışımız mukayyettir ve araçsaldır. Nefsine tapınanların hürriyet anlayışı ise sınırsız ve mutlaktır. Hürriyeti mutlaklaştırdığımız oranda o din mânâsı kazanacaktır. Bu itibarla, iki hürriyet anlayışını veya ondan neşet eden ortamı eşitlemek birbirimizi kandırmak olur. Bu söylediklerimizi biraz daha somutlaştıracak olursak hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. Hollandalı kimi liberaller başörtüsü yasağı kapsamında Müslüman dindarlara bir teklif getirmişler: “Siz bizim eşcinsellik hakkımızı tanıyın, biz de sizin başörtüsü dâvânıza destek verelim. Müslüman kadınların başörtüsü takma özgürlüğünü destekleyelim...” Böyle bir pazarlık olur mu? İşte bu tam da Ertuğrul Özkök’ün teklifidir. O da Papa’nın Sultan Ahmed de duâ etmesine mukabil Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan istavroz çıkartmasını istemiştir. İki teklif aynı şeydir ama eşcinsellikle başörtüsü ise aynı şeyler değildir. Dindarlar böyle bir pazarlığın tarafı olamazlar. Olurlarsa kendilerini inkâr etmiş olurlar ve bu durumda başörtüsü takmanın bir gereği de yoktur. Nominalleşmiştir. Dolayısıyla kavramlar namusumuzdur. Bunu daha keskin bir şekilde ifade edenler: ‘Kamusumdur namusumdur’ demişlerdir. Dil dinin cildi ve derisidir. Mahfazasıdır. Eskilerin tabiriyle kışırdır. Kışır olmadan öz bozulur. Özü besleyen ve muhafaza eden kabuktur.

***

Özgürlük kavramını mutlaklaştırdığımız anda din gider özgürlük kalır. Ya da dinin yerini özgürlük alır. Bu itibarla, Müslümanların hürriyeti ubudiyet çerçevesindedir. Diğerlerinin ki ise nefse ubudiyet şeklindedir. Daha da açacak olursak kul hem hür ve hem de abdullah’tır. Kula kulluk etmez ve bu manada hürdür. Mustakil ve bağımsızdır. Bu mânâda Hazreti Ömer’in Amr İbni’l As gibilerine çıkışı vardır: “Meta ista’bedtümünnase kad velledethum ummuhatumuh ahraren’ Yani anaların özgür olarak doğurduklarını siz ne zamandan beri köle ediyorsunuz? Akıl teklifin (dini görevleri yerine getirmenin) nasıl önşartı ve aracı ise hürriyet de öyledir. Bu manada Abdulkerim Suruş dini yaşamanın önşartının hürriyet olduğunu söyler. Namazın nasıl içinde ve dışında şartları veya önşartları varsa mükellefiyetin yani kulluk sorumlululuğunun da önşartı vardır ve bu, hürriyettir. Bu olmadan ibadetlerin makbuliyeti yoktur. İnsan mükellef veya sorumlu da değildir. Papa bu noktadan da İslâmı yanlış anlamıştır. Zorlama İslâmın özüne yabancıdır. Kasr ve zorlamak veya ikrah ile İslâmın yolları bu noktada ayrılmaktadır. Buna göre, insan hem hür hem de Abdullah’tır. Hem sabit hem de değişken. Bir ayak sabit diğer ayak seyir halindedir. Din ile şir’at ve minhec de böyledir. Mevlâna’nın deyimiyle ‘du âlem(iki âlem)’ karşısında din de böyledir. Dinin âlem-i şehadete bakan yüzü değişkendir. Âlemi gayba veya öteki âleme bakan yüzü ise sabittir. Kur’ân bunu, din ve şirat ve minhac olarak isimlendirir.

***

Kul planında da du âlem( iki âlem) veya iki kademe vardır. Birinci kadem ve kademesi sabittir. Diğeri de seyir halindedir. Mevlâna bunu pergel metaforuyla izah eder. Pergelin bir ucu Kur’ân-ı Kerim’e sabitlenmiştir, diğeri de afakı ve kâinatı dolaşır. Seyir halindedir. Sufiler buna seyri afâkî de derler. Bir de bunun karşısında seyri enfusî dairesi vardır. Dolayısıyla hürriyet mükellefiyetin lâzımıdır ama dine karşı kullanılmaz. Evet, insan Allah karşısında abdullah, kâinat karşısında da hürdür. Allah karşısında bağlı ve sabitkadem kâinat karşısında da hareket ve seyir halindedir. Böyle anlarsak hürriyet ile din arasındaki işkal de kendiliğinden ortadan kalkar. Öyledir de...

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Diziler ve çocuklarımız



Zaman zaman haberlerden, televizyondaki dizilerden etkilenip olumsuz girişimlerde bulunan gençlere rastlamak şaşırtmıyor bizi artık. O kadar ki ilköğretim çocuklarına bile sıçradı bu.

7 Aralık 2006’da Yeni Asya’da yer alan bir habere göre Adana’da bir ilköğretim okulunun 5’inci sınıfındaki bir öğrencinin kız öğrenciye dizi filmdeki “ahlâksız teklifi” ihtiva eden ifadeleri kullanması üzerine sınıf öğretmeni tüm velilerle olağanüstü toplantı yapıyor.

Alınan bilgilere göre, Güzelyalı Mahallesi’ndeki Nigahi Soykan İlköğretim Okulu 5-B sınıfından bir erkek öğrenci, 5-F sınıfında öğrenim gören bir kız öğrenciye, başrollerini Halit Ergenç ile Bergüzar Korel’in paylaştığı “Binbir Gece” adlı dizinin bir sahnesinde geçen “300 bin dolara bir gece” tarzında ifadelerde bulunuyor.

Öğrencisinin sözlerini duyan ve şoka uğradığını belirten Şengül Göl, bunun üzerine tüm velileri olağanüstü toplantıya çağırıyor. Öğretmen Göl, yaptığı açıklamada, küçücük bir çocuğun hem de geç saatteki bir diziyi izleyip, o çirkin ifadeleri kullanmasının kendisini derinden yaraladığını ve gerekli tedirleri almak için velilerle bir araya geldiğini söylüyor.

Öğrenci velileriyle yaklaşık 40 dakika süren bir görüşme yaptığını söyleyen Göl, “Moralim çok bozulmuştu. Velilere çocuklarına gece geç saatlere kadar televizyon izlettirmemelerini, aynı zamanda bu körpecik yavruların ahlâkî yozlaşmadan uzak tutulmasını istedim” diyor. Göl, çocukların kendileri için yararlı programları izlemeleri, zihinlerini karıştıracak programlardan ailelerin çocukları uzak tutmaları gerektiğini belirtiyor. Göl, “Önlem alınmayınca, ne yazık ki buna benzer olumsuzluklar yaşıyoruz. Veliler kadar program yapımcılarının da çocukları düşünerek toplum ahlâkını ön planda tutan içerik hazırlamaları gerekiyor” diye konuşuyor.

Bu ibretli olay bizlere birşeyler anlatmıyor mu? Eğitmenler, psikiyatristler, teyp kaseti gibi tertemiz olan zihinlerin neyle meşgul olur, ne seyrederlerse onun etkisinde kalacaklarını söylüyorlar. Hele anne-baba yeterince eğitim vermemişse bu daha da kaçınılmaz oluyor. Bir de bakıyorsunuz gördüklerini, öğrendiklerini çocuk uygulamaya kalkıyor.

Madem çocuklar seyrettiklerinden bu kadar etkileniyorlar. Onları olumlu yönde yönlendirecek programlara yer verilemez mi?

Çocuklarımız geleceklerimizdir. Soyumuza temiz bir gelecek hazırlayalım, kendi ellerimizle geleceğimizi karartmayalım. Bu konuda medyaya, olduğu kadar anne-baba ve okula da büyük görevler düşüyor.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Sporda ölçü



Spor yapmak elbette önemli bir ihtiyaç. Sağlıklı ve zinde bir vücuda sahip olmanın önemli bir yolunun da, spordan geçtiğini bilmeyenimiz yok gibi.

Ayrıca boş zamanımızı spor yapmak sûretiyle değerlendirmek de akıllıca ve faydalı bir faaliyettir. İşin icabı sürekli kapalı mekânlarda çalışmak zorunda kalanlar için, çıkıp şöyle açık havada spor yapmak, günün bütün stres ve yorgunluklarını atmak için en faydalı, en keyifli bir meşgaledir. Spor yapmanın hem beden, hem ruh sağlığı bakımından faydaları olduğu için, hekimler de insanların spor yapmalarını tavsiye eder. Bilhassa kilo problemi olanlar, yüksek kolestrolü bulunanlar veya bel ve bacaklarında kireçlenme gibi rahatsızlığı bulunanlar için uygun spor ve egzersizleri yapmak, oldukça faydalı ve şifaya sebep olan çarelerdir.

Sporun bu bilinen faydalarının ötesinde, hiçbir sebep veya rahatsızlık olmasa da, her insan, elbette istediği zaman, ilgi duyduğu, sevdiği bir sporu yapabilir. Bu meyanda tercihte bulunacağımız spor çeşidinin seçiminde bazı kriterlerin, bazı ölçülerin göz önünde bulundurulmasında fayda var.

Spora âşinâ olan ehl-i dinin göz önünde bulundurması gereken öncelikli husus, yapmak istediği spor çeşidinin ve biçiminin meşrû olması hususudur. Bu noktada, dinimizin tavsiye ettiği veya yasaklamayıp hoş gördüğü sporu yapmak, göz önünde bulundurmamız gereken önemli bir husus olsa gerek.

Unutulmamalı ki meşrû dairedeki bu çeşit bir sporu yapmakla bir taraftan sağlığımızı korumuş olurken, diğer taraftan da uhrevî hayatımıza yönelik önemli sevapları kazanabilme imkânını yakalamış oluruz. Yapacağımız spor çeşidinin meşrû olup olmadığı hususundaki ölçü, hiç şüphesiz Sünnet-i Seniyyedir. Bu meyanda, Efendimizin (asm) bazı spor çeşitlerini bizzat yaptığını veya tavsiye ettiğini görüyoruz. Bunların başında ok atma, binicilik, yüzme gibi sporların geldiğini görüyoruz. Ayrıca sevgili torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i güreştirdiğini ve kendisinin de bizzat koşulara katıldığını görmekteyiz. Buradan hareketle adı geçen bu çeşit spor dallarının, her insan için faydalı ve meşrû olduğunu söyleyebiliriz.

Bunların dışındaki sporlarla ilgili olarak ise, getirisine-götürüsüne baktığımızda bir sonuca varmak, bir değerlendirme yapmak zor olmayacaktır herhalde. Sözgelimi Türkiye’de ve dünyada, spor denince ilk akla gelenin futbol olduğu hepimizin mâlûmu. Bugün futbol denen bu spor, gerçekten spor diye mi oynanıyor, yoksa daha başka gaye ve maksatlar için mi oynanıyor, düşünmeye değer. Bazı insanlar için rant kapısı olan, küçümsemeyecek bir sermayenin aracı haline getirilen, hile ve şikelerin ayyuka çıktığı futbol için bugün itibariyle meşrû ve faydalı bir spor dalıdır denilebilir mi, bilemiyorum. Yumruklarla, tekme-tokatlarla icrâ edilen, kafa gözlerin yarıldığı, kaba kuvvete dayanarak yapılan boks, tekvando gibi spor oyunlarının da, ruh ve beden sağlığı üzerinde müsbet etkileri olduğunu söylemenin imkânı var mı?

Her şeye rağmen, faydasını ve zararını düşünüp, gerekli değerlendirmeyi de yaptıktan sonra her insan, istediği ve ilgi duyduğu sporu yapmakta elbette serbesttir. Faydalı ve meşrû olanı tercih etmekle âdetlerimizi ibadete çevirmenin yolu açık olduğuna göre, ruh ve beden sağlığımız açısından sıhhatli olan sporu yapmakta fayda vardır. Ölçüyü kaçırmadan, sayılı olan ömür dakikalarımızı israf etmeden, aslî olan dünyevî ve uhrevî vazifelerimizi, sorumluluklarımızı aksatmadan spor yapmanın, sporla ilgilenmenin hiçbir zararı yoktur elbette.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Gusül hakkında -2



İzmir’den okuyucumuz: “Gusül abdesti hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl ve ne zaman alınmalıdır? Faziletleri nelerdir?”

Guslün faziletlerini şu hadislerden öğrenelim: Ebû Hüreyre (ra) bildiriyor ki: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Her yedi günde bir gusledip başını ve bütün vücudunu yıkamak, her Müslüman’ın üzerinde Allah’ın hakkıdır.”1 Yine Ebû Hüreyre (ra) bildiriyor ki: “Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: ‘Her kim, Cuma günü cünüplükten temizlenmiş gibi guslettikten sonra Cuma namazına giderse bir deve kurban etmiş gibi sevap kazanır.’”2

Gusül abdesti şöyle alınır: Hazret-i Âişe Validemiz (ra) şöyle anlatıyor: “Resûlullah (asm) gusül abdesti almak istediği zaman başta ellerini su kabına sokmadan önce yıkardı. Sonra edep yerini yıkar ve namaz abdesti gibi abdest alırdı. Sonra saçını diplerine kadar ıslatırdı. Sonra başından aşağıya üç defa su saçardı.”3

Gusül almak için kapalı veya gizli bir yer tercih edilir. Mümkünse avret mahalli bir peştamal veya örtü ile örtülür. Gusle başlarken Besmele çekilir ve niyet edilir. Niyetin kalben yapılması yeterlidir. Kalben, farz olan guslü yaparak cünüplüğü kaldırmaya ya da hayız halinden temizlenmeye; namaz kılmayı ve Kur’ân okumayı kendisine helâl etmeye karar vermek kâfidir.

Şafiîlere ve Malikîlere göre, niyetin kalple beraber dil ile ikrar edilmesi daha efdaldır.

Sonra ellerini bileklerine kadar yıkar. Sonra bedeni üzerinde kirlilik varsa yıkar ve temizler. Kirli olsun, temiz olsun; avret mahallini ve uyluklarını yıkar. Sonra namaz abdesti gibi abdest alır. Abdest esnasında ağzına bol su verir ve çalkalar, oruçlu değilse suyu boğazına kadar vardırır. Burnuna da bol su çeker ve burnunu temizler. Su, ayağı altında birikiyorsa ayağını yıkamayı en sona bırakır.

Sonra başını üç defa su dökerek ve ovarak yıkar. Daha sonra sağ omzundan başlayarak bedeninin sağ tarafını; daha sonra da sol omzundan başlayarak bedeninin sol tarafını üçer defa ovarak, hiçbir kuru yer bırakmadan yıkar. Yıkanırken göbeğinin oyuğuna, küpe deliklerine, saç ve sakalının arasına daha dikkatli davranır, vücudun girinti ve kırışık yerlerine suyun iyice girmesini sağlar. Bunun için gereken yerleri hilâller ve ovar.

En sonda da eğer altında su birikmiş ise, sudan çıkar ve ayağını yıkar. Yıkandıktan sonra temiz bir havlu ile kurulanır. Ve mümkün mertebe çabuk davranarak avret yerlerini örter ve giyinir.

Böylece dört mezhebe göre adabına uygun olarak gusül abdestini almış olur.

Guslün maddî-manevî birçok fayda ve hikmetleri vardır. Her şeyden önce belli durumlarda Allah’ın emridir ve farzdır. Bazı durumlarda ise Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine esas olmak üzere sünnet-i seniyye sevabı kazandırmaktadır. Bu sevaplara denk olarak gusül, ruhumuzun günah kirlerinden arınmasına vesile olmakta; günahlarımız bağışlanma istidadına kavuşmaktadır. Netice olarak gusül bizim için hususî bir feyiz kaynağı teşkil etmektedir.

Belli aralıklarla vücudumuzun temizliğini sağlamak için gusül yapmak bir zorunluluktur. Gusül ile bedenin tüm kirleri yok olur, beden temizlenir. Böylece vücut, sağlık ve sıhhati tehdit eden mikroplardan da arınmış olur.

Günübirlik temizlik için gusül yapıldığında bile, guslün adap ve erkânına riayet ettiğimizde hem hades veya büyük hades hallerinden kurtulmuş oluruz; hem de âdetimizi ibadete çevirmiş oluruz. Bu durumda gusül bir yandan vücudumuzu maddî kirlerden temizlerken, diğer yandan bizi hem ibadete hazırlamakta, hem de kendisi ibadet sevabı kazandırmaktadır. Gusül, abdesti de kapsadığından, ibadet için ayrıca abdest almaya gerek duymayız.

Cünüplük veya aybaşı gibi belirli süreçlerden sonra gusletmenin bir diğer hikmeti de, insana yeniden yaşama enerjisi sağlamasıdır. Hayız veya lohusa durumu ile bitkin ve yorgun düşen; cinsî boşalma ile de gevşeklik ve yorgunluk haline giren insan vücudu, guslettiği anda, kaybettiği enerjisini yeniden toplar, yorgunluk ve bitkinlikten kurtulur. Yeni temizlik süreci insan hayatında âdeta yepyeni bir temiz sayfa açar.

Gusletmenin bir diğer hikmeti de, vücudu dinç, dinamik ve canlı tutmasıdır. Varlığının dörtte üçü su olan insan vücudu temiz su ile buluştuğunda, eski yorgunluğunu atar, dinlenme sürecine geçer, yeni bir canlılık ve dinamizm toplar. Gusül ile beraber âdeta hayat yeniden başlar. İnsan ruhu ve duyguları yeniden kendine gelir. İnsan ruhu yeni başarılar için gusül ile beraber kendinde yeniden güç bulur.

Dipnotlar:

1- Müslim, Cuma, 849 2- Müslim, Cuma, 850 3- Tirmizî, Tahâret, 76

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Zaman nehri…



Zamanın su gibi akıp gittiği, niyetlenerek plan yapmadığınızda bomboş eller ve gözlerle kalakaldığınız günümüz şartlarında hayat sermayesinin gün içinde nasıl kullanılması gerektiğiyle ilgili anekdotlar hep ilgimi çekmiştir. Zübeyir Gündüzalp’in, Ali Fuat Başgil’in nefis muhasebesi ve zaman kullanımı ile ilgili tavsiyelerini okumak pek keyifli, aynı zamanda da yol göstericidir. Tavsiye ederim…

İşte böyle anekdotlardan bir tanesi de Merhum Prof. Dr. Esat Coşan Hocadan… “Verimli Çalışma Prensipleri”yle ilgili yazısında, “Sebat eyle! Damlaya damlaya göl olur ve aynı noktaya düşen damlacıklar zamanla taşı bile deler” diyor.

Hedefe kilitlenme, sebat, sabır, kararlılık, düzenli çalışma ve kısmetse başarı…

Günümüzde büyük bir “hırs”la devamlı “başarı”ya odaklanmış hayat modelleri ne yazık ki, stres, karamsarlık duygularını, acelecilik ve türlü çeşit şikâyetleri de beraberinde getiriyor. Hatta insanlar başarıya ulaşmak için gayr-i meşrû yolları denemeyi bile göze alabiliyorlar. Çalınan ÖSS sınav sorularını ve karnesine zayıf not geldi diye evden kaçan, intihar eden çocukları hatırlayın. Bu çocuklar bu hale nasıl geldi?...

“Başarı” ya kilitlenmiş hayat şartlarında; sabır, sebat, gayret, himmet, fiilî-kavlî duâ, tevekkül, kader ve kazaya rıza gibi kavramları sık sık hatırlamaya ne kadar ihtiyacımız var! Size devamlı bunları telkin eden dostlarınız bulunuyorsa, inanın çok zenginsiniz!

Bir kitapta Sahabelerin sık sık birbirlerine Asr Sûresindeki hakikatleri hatırlattıklarını okumuştum: “İnsan muhakkak hüsrandadır. Ancak iman eden, güzel işler yapan ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

Örneklerimiz onlar olmalı, değil mi?

Taşın oğlu

İşte kendi nefsimize ve çocuklarımıza model olarak gösterebileceğimiz, en güzel sebat ve kararlılık misallerinden bir tanesi…

Hadisler konusunda uzman büyük âlimlerden Ebü’l-Fazl Şihabüddin Ahmed bin Ali bin Muhammed el-Askalani ki, biz onu lâkabıyla kısaca İbni Hacer (Taşın oğlu) diye tanırız… Askalanî, ilim tahsili için gittiği okulda verilen derslerden hiçbir şey anlamayınca, bu işin kendisine göre olmadığını düşünerek, eğitim hayatına kendi dünyasında son verip evine doğru yola çıkar… Dinlenmek için mola verdiğinde, fark edip dikkatle izlediği bir şey onu bu kararından vazgeçirir ve okuluna geri döner.

Fark ettiği şey, onu yüzyıllar öncesinde yaşadığı halde, ilmi bu günlere ulaşabilen âlimlerden biri yapar…

Askalanî’nin kararını değiştiren sahne şudur: Mola yerindeki su kaynağı, damlaya damlaya aktığı taşı delip geçmiştir. Narin ve nazenin su, devamlı aynı noktaya, damla damla da olsa düzenli aktığı için taş gibi sert bir cismi delmeyi başarmıştır… İlmi suya, başarısız gördüğü kafasını da taşa benzeten Askalanî, “Benim kafam bu taş kadar da olamayacak?” diye düşünür ve geldiği yolu geri döner…

Farkımız, “insan” olmak…

Minik ve korunmasız yavruya şefkatle muamele edip, dış etkenlerden muhafazaya çalışma hayvan anne babalarında bile gözlemleyebildiğimiz bir davranış modeli. “Yemeyip yedirdim, giymeyip giydirdim… “ hesabı, tüm canlılarda yavruların güvenliği ön planda. Kediler, kuşlar, balıklar hepsinde aynı şefkat ve himaye kanunu… Neslin devamı için programlanmış zengin bir duygu donanımı…

İnsan anne babalarında da böyle. Yoğun bir şefkat ve himaye ile “Bir şeyleri eksik kalmasın” diyerek çocuklarımızın üzerine titriyoruz. Karınca kararınca…

Maddî eksiklerini kapatmak konusunda gösterdiğimiz titizliği, manevî ihtiyaçlarını giderme konusunda da gösterebiliyor muyuz? Bu konuda ne kadar başarılıyız? Neler yapıyoruz? Kimlerden, hangi kaynaklardan istifade ediyoruz? Çocuklarımız için örnek bir model oluşturabiliyor muyuz?.. Anne babalar olarak bunlara benzer soruları sık sık kendimize sorup, iç muhasebemizi yapmamız gerekmiyor mu?

Kendi notumuzu kendimiz verelim.

Çünkü, evlâdımıza bırakacağımız en büyük miras, onlara kazandırdığımız güzel hasletler olacak şüphesiz.

Haramı helâli, sabrı sebatı, kanaati iktisadı, dişini tırnağına takıp çalışmayı, ama neticeye rıza göstermeyi yani tevekkülü, hürmeti şefkati, sükûnet ve ahengi, hayırlı ve öz konuşmayı, temizliği, sadece insanların değil diğer canlıların da hukuklarının olduğunu, kul hakkını, davranışlarımızda sadece Allah rızasını asıl almamız gerektiğini, her olayda bulmamız gereken mutlaka bir ibret dersinin gizli olduğunu sevdirerek, müjdeleyerek, nefret ettirmeyerek öğretebiliyorsak, öğretebilmişsek ne mutlu bize!

Aksi takdirde, hayvan anne babalarından ne farkımız kalır ki?...

Not:

Geçtiğimiz hafta, yazımızda geçen 6-7 Eylül 1960 olayları cümlesi, 6-7 Eylül 1955 şeklinde olacaktır. Düzeltir, özür dileriz.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Taşları bağlarsanız



Son yıllarda ülkemizde suç oranlarının büyük ölçüde arttığı ifade edilmektedir. İstatistikler de bu ifadeyi doğrulamaktadır. Hırsızlık, kapkaç, yaralamalı ve ölümle sonuçlanan sokak kavgaları haber bültenlerinde hiç eksik olmuyor. Pompalı tüfekle yedi masum insanı öldüren insanlar “Zevk için öldürdüm” diyebiliyor.

Uyuşturucu kullanımı ortaöğretim çocuklarına kadar inmiş, okul önlerinde otçular tezgâh açmış durumda. İlköğretim sınıflarında bıçaklı kavgalar oluyor, öğrenciler öğretmenini dövüyor, okullarda şiddet kol geziyor.

Ahlâksızlık başını almış gidiyor. Çocuk pornosu, internet vasıtası ile evlere kadar girmiş bulunuyor. Bebeklere tasallut eden mahlûklar ortaya çıkıyor. Daha fazlasını yazarak “batılı iyice tasvir etmek” istemiyorum. Zaten televizyonlarda ve gazetelerde bunlar ballandıra ballandıra anlatılarak sâfî zihinler iyice bulandırılıyor.

Psikologlar, pedogoglar, asayiş ve emniyet birimleri bu konuda baş başa verip, suç işleme sebepleri ile suçları önleme tedbirleri hakkında her halde geniş kapsamlı çalışmalar yapıyorlardır. Ama alınan tedbirlerin ne kadar işe yaradığı, suç oranlarının artmasından anlaşılmaktadır. Yasalar ne kadar mükemmel, kolluk kuvvetleri ne kadar eğitimli ve fedakâr olursa olsun, insanlardaki manevî boşluklar doldurulmazsa suçları önlemek mümkün olmuyor. Belki hiç bir tedbir, suçu ve suçluyu tamamen ortadan kaldırmaz ama, en aza indirmek ve en az insanın suçtan zarar görmesini sağlamak mümkündür.

İnsanların eğitim seviyesi, toplumun sosyo ekonomik yapısı, kültür ve medeniyet seviyesinin yüksek olması da suçu azaltmaya yetmiyor. Hatta hayat standartı yüksek kesimlerde bazen daha çok suç ve suçluya rastlanmaktadır. Ekonomik suçların en büyüğü ise, büyük sermaye ile çalışan kişi ve kuruluşlar tarafından işlenmektedir. Batık krediler, milletin malını ve parasını kursaklarına indiren büyük çaplı hortumlar, yüksek kesimlerde işleyen yüksek miktarlı rüşvet ve dolandırıcılık olayları da bunu göstermektedir.

Suçları sadece yasal düzenlemeler ve sıkı emniyet tedbirleri ile önlemek mümkün olmadığına göre, bunun mutlaka başka yolları olmalıdır. Başka yol deyince eğitim akla gelebilir. Ama insanlara sadece felsefe ve fen ilimleri öğretirseniz yine suç işleme eyilimini azaltamazsınız. Teknik donanım ve mühendislik bilgilerini kullanarak bankaların içini boşaltan mühendislere ve kimya bilgilerini kalpazanlıkta kullanan kimyagerlere rastlanmaktadır.

İnsanların aklı dolu, vicdanı boş olduktan sonra onları suç işlemekten vazgeçirmek mümkün olmaz. Onun için akıllarını boşaltmak değil, vicdanlarını doldurmak gerekmektedir. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, “Aklın nuru fen ilimleri, vicdanın ziyası din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar” Demek ki din ilimleri hem fert, hem de toplum için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Vicdanlara söz geçirmek, ancak inancın verdiği bir güçle mümkün olabilir.

İnanan insan, vicdan sahibi insandır. Başkalarına zarar vereceği zaman önce bunu vicdan süzgecinden geçirir. Bu süzgeçten ise kötülüklerin geçmesi mümkün değildir. Yani suça yönelik bir davranış, düşünce aşamasında iken önlenmiş olur. ‘En güzel önleyici tedbir, iyi bir din eğitimidir’ demek hiç de yanlış olmaz. Zira din insanlara hakkı, adaleti, şefkati ve merhameti tavsiye eder. Başkalarının hakkını gasp etmeyi, zulmü, işkenceyi yasaklar.

Toplumda barış ve kardeşliği tesis eder. Böylece emniyet ve huzurun güvencesi olur. Yani din, suçları önlemede en büyük etkendir. Buna rağmen din eğitimini kısıtlamak, dindarları kamu hizmetinden mahrum etmeye çalışmak isteyenlerin gayretlerini hayretle izliyoruz. Toplumda dinin etkisini ortadan kaldırmak isteyenler, kime ve neye hizmet ettiklerini iyi düşünmeli.

Dinin etkisini kırmak, taşları bağlamak demektir. Taşları bağlarsanız ortalığı itler istilâ eder.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kapımız çalındığında



Azrail (as) kapıyı çaldığında, Lokman Hekim ne yapabilir ki? Hekimden vefa beklemek, neye yarar? Saati dolan giderken, uyandırıcı sesle gaflet perdesini yırtarak yüzleştirir kendisiyle. Son/biten an; ani gidişle fark edilmeyen keskin kılıca saplanmakta ve ölümü tatmakta. Acı çekmeden gidişin bir anlık tecellisi bu.

Azrail (as) kapıyı çaldığında, ne yaptığınız önemli mi? Son ânın iyiliğine yakalanmak mı önemli, yoksa bizzat bitmez tükenmez işiniz mi?

Şu an, Azrail (as) cep telefonunuzdan arasa ve “alo” sesinize mukabil “Ben Azrail” dese ne hissederdiniz? Can boğazınıza tıkanır mı? Sıcak sular dökülür mü tepenizden? Bir titreme gelir mi can evinden?

Hakikaten şu an Azrail (as) ile ne konuşuyorsunuz? Canınızı almaya gelmiş. 30 saniyeniz var. Son bir talep hakkınızı kullanacaksınız. Saliseler sizin kronometrenizi doldururken, neyi durdurmak istersiniz?

Neleri unuttunuz şu an? Ne kaldı içinizde en son? Son hatırladığınız nedir? Son isteğiniz netleşti mi?

Azrail (as) karşısında kan beyninize sıçradı mı? Sisteminiz durdu mu? Dondunuz mu kalakaldığınız yerde? Yoksa bu bir sonuç deyip kabullendiniz mi son ânı?

Sonrası için ne var heybenizde? Ne biriktirdiniz bu bostanda, bu tarlada? Ne ektiniz de şimdi biçiyorsunuz?

Saati durdurma hilesi geçer mi aklınızdan? Bu teknik sayaç neye tıkaç olacak? Zamanın saati çoktan dolmuşsa, sizi kurtaramaz ne mazi, ne de âtî? Var mı başka alternatifiniz?

Amel yükü boşalttı mı kendini? Ne kaldı geriye? Neyi taşıyacak ileriye? Ne var turfanda? Ne kaldı heybede?

“Çok âcil”ler listeniz, Azrail (as) için ne ifade eder? Önemli dedikleriniz sizden sonra önemini koruyacak mı? Korunan mı önemli, önemliler mi korunuyor?

Siz ne yapacaksınız şimdi? Ne olacak anlı şanlı başarılarınız? Nereye götüreceksiniz malları, mülkleri ve unvanları? Ne olacak birikimleriniz, etiketleriniz ve bilumum emanetleriniz?

Azrail (as) çaldı kapınızı. Kapıyı açmamanız da söz konusu olamaz. Kapılar her zaman Azrail’e (as) açıktır. Biz kapatırsak bile, o açar süresi dolanın kapısını. Alır götürür ruhunuzu evc-i âlâya, gerçek sılaya... Eriştirir Rahman-ı Rahime...

Bir duaya hasret, bekler gününü...

Ne dersiniz? Azrail’i (as) davet etmeye? Ya da misafirliğimize gelirken bizi haberdar etmeye? Kendimiz mi gidelim bizi bekleyene, yoksa o gelip götürsün mü bizi? Severek mi gidiyoruz, yoksa sürüklenerek mi?

Azrail’i (as) ne kadar seviyoruz? Vazifesini yaparken ona ne kadar ilgi duyuyoruz? Ne kadar şimdiden kabulleniyoruz? Kerhen kabulle, imanla teslimiyet arasındaki farkın inceliğine haiz miyiz?

Nasıl bir şey ölmek, ölümle dünya değiştirmek? Nasıl oluyor ölüm? Ölen ne? Geriye kalan ne? Dirilecek olan ne? Sahiden ne oluyoruz? Nasıl bir şey bu? Karanlık bir odada, kendi başımıza bunları yarım saatliğine düşünmeye ne dersiniz?

Kapatın gözlerinizi, nefesinizi izlemeye, başınızın üstünde dinlemeye odaklayın zihninizi. Kopun şu ânın gerginliğinden, telâşından ve hayali korkularından.

Derinleşin derinliğinizde, kaybolun serinliğinizde. Yeni bir iklim keşfedin içinizde. “Dünya”nızı değiştirin, dünyadan gitmeden. Yoksa siz Azrail’in (as) dünya değiştirme teklifini mi bekliyorsunuz?

Tercih sizin, ya “dünya”nızı değiştirin, ya da Azrail (as) dünyanızı değiştirecek? Biri sizin elinizde, diğeri elinizden çıkmıştır.

Ya değiştireceksiniz, ya da değiştirileceksiniz. Biri size aittir, diğeri sizden alınan nakittir.

Ya borçlu gideceksiniz, ya da ödeyerek.

Ya siz hakikatin Azrail’isiniz. Ya hakikat sizin Azrail’inizdir.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“1. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali” başlıyor!



“1. Denizli Altın Horoz Sinema, Tiyatro ve San'at Festivali”nden bahsederken; “...sosyalleşmenin, ortak kültür paylaşmanın yolu, kültürel faaliyetlerin varlığından ve kalitesinden geçiyor.” demiştim… İşte böylesine önemli ve kaliteli bir faaliyet daha bu hafta ortasında Bursa’da başlıyor. Yani; san'atla daha yakın olmaya, san'atı, sinemayı daha özel ve yakından solumaya niyetlenen illerimiz arasına Bursa da katılıyor bu hafta.

Bursa’da 13–17 Aralık 2006 tarihleri arasında gerçekleşecek olan “1. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”, sahasında en ehil isimlerden biri olan meslektaşımız Burçak Evren’in yönetiminde gerçekleşecek.

Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından 13–17 Aralık 2006 tarihleri arasında Bursa’da birincisi gerçekleştirilecek olan “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”, tarihini özenle korumayı başarabilen ender metropollerden olan Bursa’nın ve ülkemizin kültür san'at hayatını saygın ve uluslar arası bir film festivaliyle renklendirmeye hazırlanıyor. Dünya sinemasının seçkin örneklerinin bir araya getirildiği ve çoğu Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşacak olan 40 filmden oluşan programıyla “1. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”, Bursalı sinemaseverlere iddialı bir sinema şöleni sunmayı amaçlıyor.

Tarihî İpek Yolu’nun önemli bir durağı olan Türkiye’nin hem Avrupa hem de Asya ile olan bağlarının, bu iki kıt'anın kültürel değerlerinin buluşmasına ev sahipliği yapmak için önemli bir fırsat olduğu düşüncesinden yola çıkan “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”nin gösterim programı hazırlanırken İpek Yolu rotasındaki ülkelerin ulusal sinemalarından son dönem örnekleri derlemeye özen göstererek gerçek anlamda bir Avrasya Sineması Seçkisi oluşturuyor.

Film gösterimleri, galalar, söyleşiler, sergiler, belgesel atölyesi ve ücretsiz sinema kurslarının yer aldığı yoğun faaliyet programıyla ‘Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’ tüm sinemaseverleri sinemayla dolu bir hafta geçirmek üzere Bursa’ya dâvet ediyor.

Bu yıl ilki gerçekleştirilen “Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali” kapsamında düzenlenecek olan ve alanlarında yetkin isimlerin vereceği dersler sonunda katılımcıların sinema san'atına ilişkin temel bilgilerle donatılmasının amaçlandığı Ücretsiz Sinema Kursları, sinemanın profesyonellerini Bursalı sinemaseverlerle buluşturacak.

Ayrıca festival bünyesinde; İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden, ödüllü belgeselci Ethem Özgüven ve Petra Holzer Özgüven’in gözetmenliğinde İpek Yolu Belgesel Film Atölyesi de hizmet verecek.

TAKVA

Türk sineması özellikle son 2 yılda oldukça önemli bir virajı sessiz sedasız dönüyor!

Daha önce, beyazperdeye “iyi” tanımına yakın bir din adamını bile getiremeyen sinemamız, son dönem yapımlarda bırakın din adamını, çok daha derinlikli konulara giriyor… Büyük bir yüreklilikle, merak eden ve ettiren konularla, düşündüren hikâyelerle, olabildiğince samîmî ve tarafsız bakış açılarıyla…

Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyetten yola çıkarak “Büyü” gibi “Dabbe” gibi “Araf” gibi filmler yapılırken, “Dondurmam Gaymak”, “Beş Vakit” gibi filmlerle beraber “Takva” da din eksenli bir konuyu işliyor…

Daha çekim aşamasındayken, zikir sahnelerinin çekimi gerçek polisler tarafından basılmasıyla medyada kendine yer bulan “Takva”nın, yurt dışında – Toronto Film Festivali’nde- kazandığı başarıların ardından katıldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de ödülleri toplaması, film gösterime girmeden sinemaseverleri meraklandırmaya yetmiş de artmıştı bile… Filmin geçen hafta gösterime girmesiyle beraber özellikle ezberleri bozulanlar susmayı tercih ederken veya ufak tefek şaşırtmacalar yapmaya çalışırken, normal sinema seyircisi alkışını esirgemedi “Takva”dan… Çünkü en azından bir filmde de olsa ilk defa gördüğü kimi sahnelerle yıllarca korkutulmalarının boyutunu görmüş oldular gözleriyle!

Yapımcıları arasında Fatih Akın’ın da olduğu “Takva”, bir süredir suskun olan Yeni Sinemacılar’ın imzasını taşıyor. Filmin yönetmeni Özer Kızıltan. Senaryo ise Önder Çakar’a ait. “Takva” filminde, içine kapanık, dini bütün Muharrem’in bir tarikata girmesiyle yaşadığı dönüşümün hikâyesini; Erkan Can, Güven Kıraç, Murat Cemcir, Settar Tanrıöven, Engin Günaydın, Müfit Aytekin, Feridun Koç gibi oyuncular aktarıyor bizlere… Özellikle sevgili Erkan Can’ın oyunculuğunun zirvesine çıkışının altını ben de çizmeliyim.

“Takva” gibi bir konuda film yapılınca elbette anlayan anlamayan, iyi niyetlisi-kötü niyetlisi bir şeyler söyleyecekti, söyledi de. Onun için de “Takva”yı üretenlerin, “Takva”yı bizlere sunanların hangi düşüncelerle hareket ettiklerini, nasıl bir ruh hâliyle bu filmi yaptıklarını önceden bilmekte fayda var.

Medyamızda, özellikle Antalya döneminde, ödüller alındıktan sonra ve de film gösterime girdikten sonra “Takva” ekibiyle çeşitli söyleşiler yapıldı medyamızda… Ama bizler Sarmaşık Kültür Dergisi olarak çok daha önce, henüz film çekim aşamasındayken söz konusu ekiple oturup söyleşmiştik. Dergimizin 8. sayısında yer alan bu söyleşiyi sevgili Gülcan Tezcan kardeşim gerçekleştirirken, Ayşe Şahinboy kardeşimiz de fotoğraflamıştı… İşte o önemli söyleşinin girişindeki şu iki soru ve cevap, senaryo yazarı kadar ekibi tanımamız açısından da önemli. Kendilerini açıkça ve dürüstçe böyle tanımlayan bu sinemacıların, nasıl da “san'atçı” duyarlılığıyla dürüst bir iş çıkardıklarını düşünmeli… Düşünmeli ve “Takva”yı ortaya koyan “Yeni Sinemacılar”ı yürekten kutlamalı. İşte o söyleşiden ilk iki soru ve cevabı:

“Sarmaşık: Takva’yı çekmeye başlarken sizi en çok zorlayan ne oldu?

Senarist Önder Çakar - Benim annem, babam Müslüman. Ve ben bir Müslüman ailenin çocuğuyum ama hem İslâm hem de tasavvufla ilgili bir bilgim yoktu. Aslında bu projeyi hayata geçirmeye çalıştığımızda da hiçbir şey yani eksi derecesinde hiçbir şey bilmediğimizi anladık. Bu filmi çekmek bizim için o kadar olağanüstü zor ki. Çünkü şu ekipte 60 kişi çalışıyor ve belki bunların en az 45’inin daha alınları secdeye gelmemiştir. Namaza nasıl durulur, nasıl niyet edilir, rükû nedir, secde nedir? Sadece teknik ekibe de değil oyuncularımıza da en temel abdest alma biçimini bile baştan, sıfırdan öğretmek zorundayız. Erkan Abi dışında kimsenin bu konuda özel bir bilgisi yoktu.

Size böyle bir hikâyeyi yazdıran neydi?

Ö.Ç. - Ben biraz babamın anısına saygı olsun diye bu projeyi yazdım. Babam öleli üç, dört sene oldu. Ben babamın takva sahibi bir insan olduğunu düşünüyorum. Bu benim değerlendirmem. Babam çok sıkıntı çekti ölmeden önceki üç, dört sene. Çok korkuyordu çünkü. Babam Müslüman ve Cumhuriyetçi bir insandı. Her zaman takım elbisesini giyen, kravatını takan, 50 yaşına kadar içki içen, her türlü dünyevî hayatını yaşayan bir insandı. Ama aileden gelme bir gelenekle babaları, dedeleri Nakşibendî’ydi ve O da öyle oldu. 50 yaşından sonra günlük hayatını sürdürdü ama beş vakit namazını kılıp, zekâtını, daha doğrusu Allah’ın yapmakla yükümlü kıldığı emirleri harfiyen yerine getirmeye başladı. Yine elbisesi aynıydı, sünneti çok uygulamıyordu ama farzları uyguluyordu. ‘Avrupa Birliği’ne gireceğiz ve kurban kesmemiz yasaklanacak’ diye korkuyordu babam. Yaşadığı ülkede İslâm dininin kurallarının yasaklanacağı korkusuna kapılmıştı. Ve bu babama yanlış işler de yaptırdı bence. Politik olarak tercihlerini hep daha sert daha uzlaşmaz yerlerde aramaya başladı.”

Atilla Dorsay’ın ifadesiyle “dindar olmanın dayanılmaz zorluğu”nu taraf tutmadan bizlerle paylaşan “Takva”daki baş kahraman “Muharrem’i son derece başarıyla oynayan Erkan Can dostumun, bu rol için kendini tam 5 senedir hazırladığını da eklemeliyim.

“Takva” ehli olmak kadar “Takva”nın filmini çekmek de çok zor bir olay. İşte Yeni Sinemacılar bu zoru kolay kılmışlar gerçekten… Ellerine yüreklerine sağlık…

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

DÜN VE BUGÜN



Bu haberi mutlaka okuyun ve birazcık düşünün!

Her geçen gün Türkçe'nin biraz daha yozlaştırıldığını görüyoruz. Dilimizdeki yabancı kökenli sözcüklerin istilâsı artarak sürüyor. Aşağıda yıllar içinde Türkçe'de nasıl bozulmalar olduğunu gösteren çarpıcı bir metin var!

Yıl: 1965

"Karşıma âniden çıkınca ziyâdesiyle şaşakaldım.. Nasıl bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim. Buna mukabil az bir müddet sonra kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı.. Üstümü başımı toparladım, kendinden emin bir sesle 'akşam-ı şerifleriniz hayrolsun' dedim.."

Yıl: 1975

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım.. Ne yapacağıma karar veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim.."

Yıl: 1985

"Karşıma âniden çıkınca fevkalâde şaşırdım.. Nitekim ne yapacağıma hükûm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum, nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı.. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'hayırlı akşamlar' dedim.."

Yıl: 1995

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım.. Fenâ hâlde kal geldi yâni.. Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim.. Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selâm' dedim.."

Yıl: 2006

"Âbi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yâni.. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fenâ göçeriz dedim, enjoy durumları yâni.. Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik.. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin.. 'Hav ar yu yavrum?'"

Yıl: 2026

"Ven ay vaz si hör, ben çok yâni öyle işte birden.. Off, ay dont nov âbi yaa.. Ama o da bana öyle baktı, if so âşık len bu manita.. 'Hay beybi..'" (İnternetten)

...noktalama...

Devlet memuru sahte fiş basarken yakalanmış.

Yakalayan kim?

Yine bir devlet memuru.

Devlet işliyor.

Kars'ı 100 bin köpek istila etmiş.

Demek,

Orada taşlar bağlı.

YANLIŞ HESAP

ABD Başkanı Bush:

"Irak'ta durum kötü" diyor.

Günaydın. Yanlış hesap "Bağdat"tan döner.

ÇAN-VETO

Cumhurbaşkanı A. Nejdet Sezer'in TRT'ye alerjisi var.

Nereden mi anlaşılıyor?

Baksanıza, 2 yıldır 6 kez TRT Genel Müdürlüğü'ne atananları "veto"luyor.

GİDİŞAT...

TOBB diyor ki:

11 ayda 96 bin şirket açıldı, 31 bini kapandı!

Peki,

Bu rakama göre, ekonomi nereye gidiyor?

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Darbeden daha tehlikeli olan...



Bugünkü yazımızı üç ayrı konuya ayırmak istedim. Bunlardan birisi darbe tartışmaları…

Amerika’da Hudson Enstitüsü’nde “kıdemli uzman” olarak çalışan Zeyno Baran’ın Amerikan Newsweek dergisinde, 2007 yılı içerisinde askerî müdahale ihtimalinin yüzde 50 olduğunu yazmasının ardından Türkiye’de bir darbe veya postmodern darbe tartışmaları yapıldı, yapılıyor.

Bu tartışmalara siyasî parti liderlerinden sert tepkiler geldi. Denizli’de gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, “konuşması dahi uygun değil” diyen Mehmet Ağar, “Türkiye’de demokrasiden başka bir yol yok. Tek adres millettir, demokrasidir” diyerek darbelere tepkisini dile getirmişti.

Geçen hafta içinde partilerin grup toplantılarında “darbe” konusu gündeme geldiğinde siyasetçiler tepki gösterdiler. Başbakan Erdoğan, “Türkiye’nin değişmez istikameti demokrasi yoludur. Bunu kimse boşuna zihinleri bulandırmaya çalışmasın, boş vehimlere kapılmasın, boş vehimlerle uğraşmasın. Türkiye geleceğini demokrasiye endekslemiştir” derken, Deniz Baykal, “Artık(!) asker çare değil, darbe çare değil; tek çare halkın demokrasi bilinci” diyerek tepkisini gösterdi.

Darbelere karşı tepkilerde en çok dikkatimizi çeken açıklama Erkan Mumcu’dan geldi. Partisinin grubunda konuşurken, “Bana bu konu soruldu. Ben ‘bu konuyu tartışmak dahi istemediğimi, sivil siyasetten başka hiçbir şey seslendiremeyeceğimi, demokrasiden başka hiçbir şey etrafında konuşamayacağımı’ söyledim. Lafına bile karşıyım” derken birden sertleşerek, “Amma dün gazetelerde bir şey okudum ki; değil darbe, bu memlekette yarından itibaren, bugünden itibaren gökten taş yağsa, kıyamet kopsa, taş taş üstünde kalmasa haktır, caizdir” diyerek devam etti. Merak ettik tabiî… Türkiye’den darbeden daha tehlikeli olan neydi? Mumcu, Sabah gazetesindeki Darüşaffaka’nın Taşyapı’ya satılması haberini göstererek, bu olayı darbeden daha tehlikeli gördüğünü ve hesap soracağını sert bir üslupla söyledi. Biz bir anlam veremedik, ya siz?

Siyasetçilerin darbe lafına dahi tahammül edememeleri demokrasi adına hakikaten sevinilecek bir şey. Artık gazetelerinde de “darbenin ayak sesleri” değil, “demokrasinin ayak sesleri” diye yazmaları gerekir. Bu tür haberleri yapıp, hem zihinler bulandırılmamalı, hem de bir yerlere mesaj verme huyundan vazgeçmeleri gerekir.

* * *

Fıkralarla siyaset…

Turgut Özal cumhurbaşkanı olarak Köşk’e çıkmasının ardından başbakan olan Yıldırım Akbulut’la ilgili ortaya atılan ve çoğu da “çirkin” olan fıkralı dönemden sonra şimdi de siyasette meramını “fıkra” ile anlatma dönemi başladı. İlk fıkra, AKP Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu’dan, “Temel Maliye Bakanı olmuş. Çift haneli enflasyonu tek haneye düşürmüş. Ama muhalefet bir türlü mutlu olmuyormuş. Bunun üzerine Temel Karaburun’a kadar denizin üzerinden yürüyerek geçmiş. Ama muhalefet ertesi gün ‘Bakan yüzme bilmiyor’ demiş.” Baştopçu’nun fıkrası bitince CHP’liler, “Temel bu ekonomik iyileşmeleri rüyasında görmüş” diye laf attılar.

İkinci fıkra CHP Trabzon Milletvekili Akif Hamzaçebi’den… “Temel bir ülkede cumhurbaşkanı olmak istemiş. ‘Deli misin’ demişler. Temel de, ‘şart mı’ diye sormuş…”

Ve son fırka Erkan Mumcu’dan… Bir Başbakan, görevden ayrılırken kendisinden öğüt isteyen yeni başbakana üç zarf bırakır. ‘Başınız sıkıştıkça sırayla bunları açarsınız’ der. İktidarın ilk yılı geçtikten sonra yeni Başbakan bunalmaya başlar ve ilk zarfı açar. Zarfın içindeki öğüt şöyledir, “Sizden evvelkileri suçlayın.” Bir süre böyle idare ettikten sonra, gene sıkışınca ikinci zarfı da açar. Oradaki öğüt de şöyledir, “Etrafınızdakileri ve medyayı suçlayın.” Bir süre de böyle geçer, son zarfı da açmak durumunda kalır. Son zarfta, “Siz de üç zarf hazırlayın” önerisi vardır.”

Bu gerginlikte biraz da tebessüm edelim, değil mi?

***

Neyin mesajı…

Bir diğer konu ise, ulusalcı çizgide yayın yapan Kanaltürk televizyonu kuruluş yıldönümünde yaşanan sürpriz “konuk”la ilgili olacak.

6.5 yıllık görev süresinde medyayla bire bir ilişki kurmayan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, ilk kez bir televizyon kanalının resepsiyonuna katılması, hele de böyle bir televizyonun resepsiyonuna katılması, siyasî duruşunu göstermesi açısından “ilginç ve anlamlı”ydı. Resepsiyona katılanlara bakınca, bu “anlam” daha artıyor. Deniz Baykal, Zeki Sezer, Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, TESK Başkanı Derviş Günday, ATO Başkanı Sinan Aygün… İşin bir başka ilginç yönü de, bir medya kuruluşunun resepsiyonuna kameralar ve foto muhabirlerinin alınmamasıydı...

Görevinin bitmesine 6 ay kala katıldığı gecede 4 saat 10 dakika kalan Sezer, resepsiyonda bulunanların yazdığına göre 10. yıl marşına tempo tutarak eşlik etmiş. Zaten, Semra Sezer de, sürekli bu kanalı izlediklerini söylemişti Peki kim Tuncay Özkan? Yıllarca muhabirlik yaptıktan sonra yazarlığa terfi eden, televizyonculuk yapan, sonrasında Kanaltürk televizyonu kurarak medya patronu olan bir isim… Ankara’da, Tandoğan meydanında CHP’nin seçim otobüsünden, “Cumhurbaşkanlığı önüne barikat kuracağımız günler gelecek. Tayyip’i Çankaya’ya çıkarmayacağız” sözleriyle dikkatleri üzerinde toplayan bir televizyon patronu…

Bütün bunlar alt alta konulduğunda, Sezer’in görev süresi boyunca ilk defa bir televizyonun kuruluş yıldönümü resepsiyona katılması sizce de anlamlı değil mi? Artık Sezer “siyasete mi hazırlanıyor, mesaj mı veriyor veya başka bir niyeti mi var?” bunu bilemiyoruz. Cevabını da ancak “çok az konuşan” Sezer bilir. Ancak bize sorarsa siyasete girmeli. Girmeli ki, arkasındaki halk iradesinin ne olduğunu ve halkın yüzde kaçının oyu ile 7 yıl Köşk’te oturduğunu görmeli…

16 Mayıs’ta görev süresi dolacak olan Sezer’in “siyaset mi yapacak” sorularına da neden olan Ankara Farabi Sokak’taki evini “çalışma ofisi” olarak kullanmak amacıyla kiracısını çıkarmasına bakılırsa, ya yazarlık, ya eşinin çok sevdiği televizyonda yorumculuk ya da siyaset yapacağı düşünülebilir.

Bu tarihe yaklaşık 157 gün kaldı bekleyelim görelim…

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kalıcı gündem



Türkiye’de tartışılan konular o kadar hızlı değişiyor ki, tam anlamıyla ‘gündem savrulması’ yaşıyoruz. Bir gün, ‘AB yolu tıkandı’ diye yorumlar yapılırken; öbür gün, açıklanan “Kıbrıs planı” ile ‘altın gol’ atıldığı yazılıyor.

Bu ve benzeri gündemler çok sık değişmekle birlikte; ‘değişmeyen gündemler’imiz de var. Bunların başında da eğitim ve aile ile ilgili konular yer alıyor. Televizyon yayınlarının sebep olduğu facialar o hale geldi ki, konuyu hatırlatmaya bile gönlümüz el vermiyor. Toplumun temel direği olan ‘aile’yi hedef alan ve ‘kötü’lüğü kutsayan bu tavra en son örnek; kamuoyunda ‘ahlâksız teklif’ olarak isimlendirildi. Televizyon dizisine göre bir anne, hasta çocuğuna yardım edebilmek için kendisine yapılan—çok afedersiniz—’zina teklifi’ni kabul ediyor.

“Dünyada en çok TV izleyen”ler listesinde ilk sırayı kapan Türkiye’de, bu çirkin tekliften en çok etkilenenler de çocuklar oluyor. Öyle ki, bir ilkokul öğrencisi aynı çirkin teklifi okul/sıra arkadaşına yapıyor. Teklifin duyulması üzerine şok olan öğretmen, acil ‘veli toplantısı’ düzenliyor ve durumun vahameti ortaya çıkıyor. (AA, 6 Aralık 2006)

Öğrenci velileriyle yaklaşık 40 dakika süren bir görüşme yaptığını söyleyen öğretmen, “Velilere çocuklarına gece geç saatlere kadar televizyon izlettirmemelerini, aynı zamanda bu körpecik yavruların ahlâkî yozlaşmadan uzak tutulmasını istedim. Önlem alınmayınca ne yazık ki buna benzer olumsuzluklar yaşıyoruz. Veliler kadar program yapımcılarının da çocukları düşünerek toplum ahlâkını ön planda tutan içerik hazırlamaları gerekiyor” diye konuşmuş. (Yeni Asya, 7 Aralık 2006)

Aslında bu gelişme bir skandaldır ve buna sebep olanlar büyük vebal altındadır. Acaba, okullarımızda kamuoyuna yansımayan kaç tane benzer ‘çirkin hadise’ yaşanmıştır ve yaşanmaktadır? Bu hadiseden sonra TV’leri hâlâ dost bilmeye ve evlerimizin ‘baş köşe’sinde oturtmaya devam edecek miyiz?

Türkiye’nin değişmeyen gündemi bu ve benzeri hadiselerdir. Gelip geçici gündemler yerine, asıl bu konuları tartışalım ve kalıcı çareler bulalım. Daha doğrusu, “Amerika’yı yeniden keşfetmek” yerine doğruluğu ‘test’ edilmiş, makul ve doğru çareleri uygulayalım. Yanlışta inat ve ısrar etmeyelim. Aksi halde her yeni gün yeni ‘çirkin teklifler’le sarsılırız!

*

Gerçek İslâm anlatılsın

Prof. Dr. Guang Pan isimli Çinli bir profesör, Türkiye’yi ‘idare edenler’in dahi görmek istemediği bir gerçeği görüp, şöyle ifade etmiş: “İnsanlar Kur’ân’ı okumuyorlar. Ben okudum. Kur’ân’da birçok yerde uyumdan, hoşgörüden, ılımlı olmaktan, barıştan bahsediliyor. Örneğin Çin’de, İslâmdan bahsettiğinizde insanların aklına hemen Usame bin Ladin ya da intihar komandoları geliyor.” (Nokta, 23-29 Kasım 2006)

İnsanların Kur’ân’ı anlamakta güçlük çekebildiğini, gerçek İslâmı anlatan kitapların sayısının da çok az olduğunu hatırlatan Prof. Pan, Müslüman aydınların insanlara gerçek İslâmı anlatmaları gerektini de söylemiş.

Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu bütün dünyaya ilân etme vaktidir vesselâm...

10.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Takva



Bir zamanlar maddî-ekonomik imkânların zirvesindeki insanların o refah ortamında mutlu olamayıp derin bir manevî bunalıma girdikleri ve bu halden ancak dine, manevî değerlere yönelerek kurtuldukları, aradıkları huzur ve saadeti bu yolla yakaladıkları mesajını veren yayınlar çok revaçtaydı.

Kimilerinin “hidayet romanları”—ya da filmleri—diyerek küçümsedikleri bu yayınların, birçok insanın dine ve maneviyata yönelmesinde gayet etkili olduğu da bir vâkıa.

Hattâ son dönemlerde pek çok araştırmaya konu olan “toplumdaki dindarlaşma” olgusunda bu tarz yayınların asla gözardı edilemeyecek bir rolü ve hissesi bulunduğu da.

Ancak özellikle son dönemlerde bunun tam tersi yönde bir eğilimin kendisini göstermeye başladığına dikkat etmek gerekiyor.

Bu çerçevede, “Dindarlık yükseliyor, ama içi boşaltılıyor” şeklinde okunabilecek bazı araştırma sonuçları, bunun alarm sinyallerini veriyor.

Bu düşündürücü gelişmenin altında ise, zaman zaman ısrarla altını çizerek vurgulamaya çalıştığımız “dünyevîleştirilme, dünyaya alıştırılma” tuzağı yatıyor.

Bu tuzakta kullanılan araçların haddi hesabı yok: siyaset, iktidar, ticaret, para, medya, cinsellik ve bağlantılı daha pek çok şey...

Dindarlaşma sürecini baskılar ve yasaklar yoluyla engellemenin mümkün olmadığını, aksine baskıların ters teperek bu yöndeki gelişmeleri daha da kuvvetlendirdiğini gören odaklar, artık değişik taktikler uyguluyorlar.

Bu taktiklerin, özellikle, Bediüzzaman’ın seneler önce dikkat çektiği “materyalist felsefenin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve lezzetli zehirleriyle ifsad” (Tarihçe-i Hayat, s. 373) temelinde yoğunlaştığını görmekteyiz.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren, öncesinde Altın Portakal’la ödüllendirilen ve medyanın yere göğe sığdıramadığı “Takva” adlı film, bu bağlamda çok ilginç bir örnek.

Namazından, niyazından, zikrinden başka birşey düşünmeyen kendi halindeki bir müridin, şeyhi tarafından dergâha ait mülklerin kiralarını toplamakla görevlendirilmesini takiben yaşadığı değişimi işleyen filmin verdiği mesaj şu: :

Modernitenin sunduğu, günaha gidişi kolaylaştıran cazip imkânlar, para, statü, Can Dündar’ın ifadesiyle “tatlı hayat,” en sıkı ve muttakî tarikat ehlini bile yoldan çıkarıp saptırabilir; cinsellikle ilgili olanlar başta olmak üzere zorlu sınavları kaybetmesine yol açabilir...

Nitekim filmin kahramanı girdiği bunalım sonucu “çıldırıyor.”

Böylece, bu finalle, inançlı, dindar ve takva sahibi insanların, günümüz dünyasında, modern kapitalist sistemin çarkları içinde ezilmeye mahkûm oldukları ve bundan kurtuluş çarelerinin olmadığı gibi bir nihaî mesaj veriliyor.

Bu mesajın tarikat üzerinden verilmesi ve filmin, dindarları dünyevîleştirme projelerinde özgün bir yere sahip bulunan bir siyasî partinin iktidarında Kültür Bakanlığının finans desteğiyle çekilmiş olması da son derece düşündürücü.

Bu mesaja en güzel cevabı ise “Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur” ölçüsüne dayalı bir takva anlayışını hayat tarzı haline getirerek dengeyi ve mutluluğu yakalayan iman kahramanları veriyor.

10.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004