Zamanın su gibi akıp gittiği, niyetlenerek plan yapmadığınızda bomboş eller ve gözlerle kalakaldığınız günümüz şartlarında hayat sermayesinin gün içinde nasıl kullanılması gerektiğiyle ilgili anekdotlar hep ilgimi çekmiştir. Zübeyir Gündüzalp’in, Ali Fuat Başgil’in nefis muhasebesi ve zaman kullanımı ile ilgili tavsiyelerini okumak pek keyifli, aynı zamanda da yol göstericidir. Tavsiye ederim…
İşte böyle anekdotlardan bir tanesi de Merhum Prof. Dr. Esat Coşan Hocadan… “Verimli Çalışma Prensipleri”yle ilgili yazısında, “Sebat eyle! Damlaya damlaya göl olur ve aynı noktaya düşen damlacıklar zamanla taşı bile deler” diyor.
Hedefe kilitlenme, sebat, sabır, kararlılık, düzenli çalışma ve kısmetse başarı…
Günümüzde büyük bir “hırs”la devamlı “başarı”ya odaklanmış hayat modelleri ne yazık ki, stres, karamsarlık duygularını, acelecilik ve türlü çeşit şikâyetleri de beraberinde getiriyor. Hatta insanlar başarıya ulaşmak için gayr-i meşrû yolları denemeyi bile göze alabiliyorlar. Çalınan ÖSS sınav sorularını ve karnesine zayıf not geldi diye evden kaçan, intihar eden çocukları hatırlayın. Bu çocuklar bu hale nasıl geldi?...
“Başarı” ya kilitlenmiş hayat şartlarında; sabır, sebat, gayret, himmet, fiilî-kavlî duâ, tevekkül, kader ve kazaya rıza gibi kavramları sık sık hatırlamaya ne kadar ihtiyacımız var! Size devamlı bunları telkin eden dostlarınız bulunuyorsa, inanın çok zenginsiniz!
Bir kitapta Sahabelerin sık sık birbirlerine Asr Sûresindeki hakikatleri hatırlattıklarını okumuştum: “İnsan muhakkak hüsrandadır. Ancak iman eden, güzel işler yapan ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”
Örneklerimiz onlar olmalı, değil mi?
Taşın oğlu
İşte kendi nefsimize ve çocuklarımıza model olarak gösterebileceğimiz, en güzel sebat ve kararlılık misallerinden bir tanesi…
Hadisler konusunda uzman büyük âlimlerden Ebü’l-Fazl Şihabüddin Ahmed bin Ali bin Muhammed el-Askalani ki, biz onu lâkabıyla kısaca İbni Hacer (Taşın oğlu) diye tanırız… Askalanî, ilim tahsili için gittiği okulda verilen derslerden hiçbir şey anlamayınca, bu işin kendisine göre olmadığını düşünerek, eğitim hayatına kendi dünyasında son verip evine doğru yola çıkar… Dinlenmek için mola verdiğinde, fark edip dikkatle izlediği bir şey onu bu kararından vazgeçirir ve okuluna geri döner.
Fark ettiği şey, onu yüzyıllar öncesinde yaşadığı halde, ilmi bu günlere ulaşabilen âlimlerden biri yapar…
Askalanî’nin kararını değiştiren sahne şudur: Mola yerindeki su kaynağı, damlaya damlaya aktığı taşı delip geçmiştir. Narin ve nazenin su, devamlı aynı noktaya, damla damla da olsa düzenli aktığı için taş gibi sert bir cismi delmeyi başarmıştır… İlmi suya, başarısız gördüğü kafasını da taşa benzeten Askalanî, “Benim kafam bu taş kadar da olamayacak?” diye düşünür ve geldiği yolu geri döner…
Farkımız, “insan” olmak…
Minik ve korunmasız yavruya şefkatle muamele edip, dış etkenlerden muhafazaya çalışma hayvan anne babalarında bile gözlemleyebildiğimiz bir davranış modeli. “Yemeyip yedirdim, giymeyip giydirdim… “ hesabı, tüm canlılarda yavruların güvenliği ön planda. Kediler, kuşlar, balıklar hepsinde aynı şefkat ve himaye kanunu… Neslin devamı için programlanmış zengin bir duygu donanımı…
İnsan anne babalarında da böyle. Yoğun bir şefkat ve himaye ile “Bir şeyleri eksik kalmasın” diyerek çocuklarımızın üzerine titriyoruz. Karınca kararınca…
Maddî eksiklerini kapatmak konusunda gösterdiğimiz titizliği, manevî ihtiyaçlarını giderme konusunda da gösterebiliyor muyuz? Bu konuda ne kadar başarılıyız? Neler yapıyoruz? Kimlerden, hangi kaynaklardan istifade ediyoruz? Çocuklarımız için örnek bir model oluşturabiliyor muyuz?.. Anne babalar olarak bunlara benzer soruları sık sık kendimize sorup, iç muhasebemizi yapmamız gerekmiyor mu?
Kendi notumuzu kendimiz verelim.
Çünkü, evlâdımıza bırakacağımız en büyük miras, onlara kazandırdığımız güzel hasletler olacak şüphesiz.
Haramı helâli, sabrı sebatı, kanaati iktisadı, dişini tırnağına takıp çalışmayı, ama neticeye rıza göstermeyi yani tevekkülü, hürmeti şefkati, sükûnet ve ahengi, hayırlı ve öz konuşmayı, temizliği, sadece insanların değil diğer canlıların da hukuklarının olduğunu, kul hakkını, davranışlarımızda sadece Allah rızasını asıl almamız gerektiğini, her olayda bulmamız gereken mutlaka bir ibret dersinin gizli olduğunu sevdirerek, müjdeleyerek, nefret ettirmeyerek öğretebiliyorsak, öğretebilmişsek ne mutlu bize!
Aksi takdirde, hayvan anne babalarından ne farkımız kalır ki?...
Not:
Geçtiğimiz hafta, yazımızda geçen 6-7 Eylül 1960 olayları cümlesi, 6-7 Eylül 1955 şeklinde olacaktır. Düzeltir, özür dileriz.
10.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|