İslâmın ahlâk anlayışı; kuru kaideler manzumesi değil; bir hayat tarzı, bir yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden, varlık ve bunun gibi insanla ilgili ne varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak kullanım yolu, yaklaşım üslûbudur.
Ahlâk, Yaratıcı’ya ve sonra Onun hesabına, yarattıklarına muhatabiyettir. Kısaca ahlâk, insanın, Yaratanı, kendisi, âilesi, toplumu, çevresi ile ilgili yaklaşımını, davranış biçimini belirleyen vicdânî bir esastır. Dolayısıyla davranış ve fiillerimizin tüm alanlarını kapsar.
Nazariye/teori seviyesindeki bu bilgi ve hasletler; imânla gönül, akıl, kalb ve vicdanlarda tesbit edilir; ibâdetlerle pratiğe dökülür. Sevap-günah, emir-yasak, helâl ve haramlarla sınırları çizilir, teşvik, takviye edilir, pekiştirilirler. Ve mü’minin kişilik, huy, karakter ve mizacını yüksek seviyede oluştururlar.
İnsan mümtaz, şerefli, medenî, nâzik ve nâzenin, aynı zamanda sosyal varlık olduğundan, insaniyete lâyık bir şerefle yaşamak ister. Son derece aciz ve zayıf olması; ihtiyaçlarının da kâinatın her tarafına dağılması sebebiyle hayat şartlarına uyumunu sağlayacak, arzularını tatmin edecek bilgi, maharet, meslek ve gelire yalnız başına sahip olması imkânsız.
Acz ve zaafımız bizi Kadîr-i Mutlak’a sığınmaya, dayanmaya, dergâhına ilticaya yöneltir. İhtiyaçlarımızı karşılamak için de hemcinslerimizle ilişki kurarak yardımlaşma, dayanışma, çalışmalarımızın meyvelerini bölüşme ve değiş-tokuşa mecburuz. Böylece Yaratıcı, âilemiz, içinde yaşadığımız toplumumuz ve çevremiz vesilesiyle, ilişkilerimizin şeklini, sınırlarını, dozajını, uslûbunu belirleyecek ahlâkî normlar, kıstaslar devreye girer.
“Akıl, gadap/savunma ve şehvet” gücü gibi temel duyguların ifrat ve tefritleri ahlâkî değerlerden yoksunluğu, bu ise dehşetli sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan bazıları; hazcılık, çıkarcılık (menfaatperestlik), egoizm, ideolojik saplantılar, ırkçılık (asabiye damarı), nefisperestlik/narsizm, zulümperestlik/sadizm, güçperestlik/diktatörizm/mazoşizm. İnsânî sapma olan bu duyguların tatmini için insan, hak, hukuk, saygı, büyük-küçük, sevgi, insanlık gibi hiçbir ahlâkî değer tanımıyor.
Ahlâk; iyi, güzel, doğru, yerinde, uygun davranış ve duruş biçimidir. Yüksek ahlâkı ve yüce huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı dâimâ yaşattıran da ciddiyet ile doğruluktur.1
Ancak, iyi-kötü, doğru-yanlışın kıstası, ölçüsü nedir? Kime, neye göre iyi, doğru, güzel, ahlâkî; kime ve neye göre hata, çirkin, günah ve ahlâk dışı? İnsanın aklı kısa, ömrü kısa olduğuna göre; ahlâkî hakikatleri tüm yönleriyle ortaya koyamaz. Ayrıca, insan egoist ve bencil bir yapıya sahip olduğundan, dâima kendisinden/nefsinden, cibiliyetinden yanadır. Oysa, bir arada yaşamak zorunda ve sosyal bir varlık olan insanlar, beşerüstü ve tarafsız bakacak genel ahlâk prensiplerine muhtaçtır.
Hiç şüphesiz ki, davranışların ahlâkî olup-olmadığını, kâinatı, insanı, imtihan dünyasını irâde edip yaratan bilir. Bir cihazı, âleti, makineyi kim icad etmiş, keşfetmiş ise; nasıl verimli kullanılacağını en iyi o bilmez mi? İnsan Cenâb-ı Hakkın hârika ve antika bir sanatıdır. Öyle ise, hangi davranışın onun için daha iyi, güzel, doğru olacağını elbette O daha iyi bilir. Onu da, “vahiy-peygamber ve kitaplar” vasıtasıyla bildirmiştir. Peygamberler insanlığın maddî ve mânevî açıdan üstadı, kılavuzu, rehberi, önderidirler. Kitaplar da bir harita, katalog.
İman esaslarından ve İslâm şartlarından beslenmeyen ahlâkî yapılar çökmeye mahkûmdur. Tarih bunun trajik örneklerini verirken, günümüzde de dehşetli ahlâkî çöküntüler yaşandığı görülmektedir. Medyanın içinde bulunduğu ahlâkî dejenerasyon ve gençleri ittiği ahlâkî bunalım ise içler acısıdır.
Dipnot:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162
09.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|