Eskişehir’de, Hacı Havva Camii’nin girişindeki kapının üzerinde, “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” şeklinde bir levha göze çarpar. Levhada bu sözün kime ait olduğu, hangi eserden alındığı belirtilmemiştir. Bediüzzaman’a ait olan ve Lemeât adlı eserde geçen bu sözün devamı ise, “İhyâ-yı din ile olur, bu milletin ihyâsı” şeklindedir. Cümlenin birinci bölümü bile dünyaya nizam verecek derin anlamlar ihtiva etmektedir. Dinin fert ve toplum hayatında ne kadar önemli olduğunun şifrelerini taşıyan bu söz, her binanın kapısına, bilbordlara, meydanlara, alanlara yazılsa yeridir. Zira din, birey ve toplum için temel bir ihtiyaçtır. Gerçekten de hayatın hayatıdır. Bu ihtiyacı yok saymak, insanı ve hayatı yok saymak anlamına gelir.
İnsanın olduğu her yerde ve her devirde din de var olmuştur. İlkel toplumdan modern topluma geçmekle dine olan ihtiyaç ortadan kalkmamıştır. Belki daha da ziyadeleşmiştir. Onun için dini sosyal hayatın ve kamusal alanın dışına çıkarma gayretleri hiçbir zaman sonuç vermeyecektir. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde böyle bir yola gidilmiş, camiler kapatılıp ibadet yasaklanmış, din toplumları uyuşturan bir afyon olarak görülmüştü. Ama yasaklama ve ortadan kaldırma gayretleri başarıya ulaşamadığı gibi, sonunda Sovyet İmparatorluğu ve komünizm ortadan kalkmıştır. Bugün Rusya’nın her yanında camiler ihya ve inşâ edilmekte, Kızılmeydan’da toplu namazlar kılınmaktadır.
Dinin insanları iyiye, güzele ve doğruya sevk ettiğini insaf ehli olan her insan kabul eder. Bütün emir ve yasaklarda fert ve toplum için bir fayda vardır. Zaten dinin gayesi, insanları doğru yola iletmek, adalet ve saadeti temin etmektir. Cehaleti, zulmü, sapıklığı ortadan kaldırmaktır. Dinimize sıkıca sarıldıkça yükseldiğimizi, dinden elimiz gevşettiğimizde ise geri kalarak perişan bir hale düştüğümüzü tarih bize göstermektedir. Yüksek medeniyetler kurduğumuz devirler, İslâmiyetin fert ve toplum hayatına hâkim olduğu devirlerdir. Dinden uzaklaştıkça, muâsır medeniyet seviyesinden de uzaklaştığımız bir gerçektir.
Dinimiz bizim en kuvvetli istinat noktamızdır. Askerî ve ekonomik gücümüzün bittiği, maddî sebeplerin tamamen sukut ettiği bir zamanda, inancımızdan aldığımız bir güçle kurtuluş savaşını kazandık ve cumhuriyeti kurduk. Çanakkale tabyalarında Kur’ân sesleri top seslerine karışmasa, Sakarya boylarında tekbir sesleri yükselmese, Kocatepe’de “Allah Allah” nidaları yankılanmasa, düşmanları denize dökecek gücü nereden alacaktık?
Milli mücadelenin önderleri de, kurtuluş savaşı süresince istinat noktamızın inancımız olduğunu her fırsatta vurgulamışlar, dîni duygulara hitap ederek milleti motive etmişlerdir. Daha sonra bazı kesimlerin dine bakış açıları değişmiş, bir zamanlar istinat noktası olarak gördükleri inancımızı ihtilaf sebebi olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bugün ise, din kamusal alandan ve sosyal bünyemizden çıkarılıp atılmak istenmektedir. Bu şekilde muâsır medeniyet seviyesine çıkacağımızı zannedenler, büyük yanılgı içindedirler. Bin yıldan beri dinimizin medeniyet yolunda bize ışık tuttuğunu unutmaktadırlar. Bu ışıktan mahrum kaldıkça medeniyet yarışında da geri kaldığımızı görmek istememektedirler.
Tarihin şeref levhalarına ilim ve medeniyet destanları yazdığımız devirler, hayatımıza dinin hâkim olduğu devirlerdir. El sanatlarından mimariye, edebiyattan mûsikiye kadar, geçmişimizle iftihar ettiğimiz bütün şaheserler, inancımızın izlerini taşımaktadır. Dinimizi ihmal ettiğimiz devirlerde ise, iftihar edeceğimiz bir eserimiz yoktur. Bugün yaşadığımız terör, cinayet, kapkaççılık, uyuşturucu bağımlılığı, çocuklara yönelik şiddet gibi sosyal sancılarımız da dini ihmal etmenin bir sonucudur. Dinî duyguların yoğun olarak yaşandığı Ramazan aylarında suç oranlarındaki büyük düşüş, bunun en açık delilidir.
Yazımı, Bediüzzaman Hazretinin şu tespiti ile bitiriyor ve herkesi bunun üzerinde düşünmeye davet ediyorum. “Dînin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı, zaaf-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir...”
25.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|