Kendine odaklı kamu kuruluşlarının cenderesinde ya da tenceresinde pişen vatandaşa Allah yardım etsin. Vatandaşın burnundan tüten tepki dumanı, kazanı küçük kurum hafızalarının “kurum” bağlamış zihin bacalarından geçemiyor. Sonuçta olan oluyor. Bacadan tütmesi gereken duman, tekrar odayı ısıtan ateşin etrafında ortamı zehirliyorsa, çektiğimiz eziyet, “kurum” tutan kurumların eserinden başka bir şey değildir.
Örnek ister misiniz? Ya da örneksiz vak'a var mı?
Bir tarafta kanun koyucu Meclis, diğer tarafta bu yüce çatının millet tercihleri ile çatışan bir kurum... Her halde cevabı benden önce tahmin ettiniz; Cumhurbaşkanlığı.
Bir tarafta Millî Eğitim Bakanlığı harıl harıl eğitim ordusuyla şûrâ topluyor. Kararlar alıyor. Diğer tarafta YÖK hem katılmıyor, hem tepki veriyor, hem de şûrâ sonrası apar topar rektörler komitesini toplayıp, bildik iflâh olmaz tutumu ile sonuçları “Kabul edilemez” görüyor.
Meclisten geçen kanunların, ikinci kez aynen dikiş alması halinde kerhen Cumhurbaşkanının imzalama mecburiyetinden sonra, bu defa Anayasa Mahkemesi devreye giriyor. Çoğu zaman ya Cumhurbaşkanının, ya YÖK’ün ya da benzer muhalif tavırlı parti veya sendikaların görüşüne paralel kararlar çıkıyor.
Bu kazandan çıkın çıkabilirseniz. Bir de iktidarın “gizli ortakları” ile önceden görüş isteyip daha güvenli yasa çıkarmak için kazasız belasız onay alma tedirginliği de ayrı bir mevzu. Neredeyse belli organların teminat senedi gibi CHP’nin rızası da alınıyor. Bu arada esas kaybediliyor veya kadük hale getiriliyor.
Olan yine değişim sürecine oluyor. Gerginliğin ve sürtüşmenin yıpranma riski yine vatandaşın işine ve aşına yansıyor. “Kurumsal mutabakat” arayan hükümet, vatandaşı erteletmek durumunda kalıyor.
Böylesi bir sarkaçta, siyasî iktidar istediği gibi muktedir veya becerikli olamamanın ceremesini yine kendisi çekmiyor. Çekene dönüp, mağduriyet pozisyonuna geçiyor ve oy stokunu korumaya çalışıyor.
Sendikalarla hükümetin ve işverenlerin, öğrencilerle eğitimcilerin, bürokratlarla siyasetin, halkla akademisyenlerin birbirini anlamayan dili ve çatışması bir denge ve kuvvetler ayrılığı sistemine dönüştürülemiyor.
Sebebi basit. Problemin tarafları üzerinden ahkâm kesme kolaycılığına girmeden şunu söyleyebilirim: Konuları esastan sorgulamalıyız. Bu durumda çok farklı bir çerçeveyi tartışmamız gerekiyor.
Neden mi? Çünkü herkes bu sonuçlardan şikâyetçi ve tedirgin. Peki kazananı olmayan ve kimseyi mutlu etmeyen tarafları bu noktaya getiren nedir?
Bireyler mi? Kurumlar mı? Siyaset mi? Bürokrasi mi? Asker mi? Halk mı? İşsizler mi? Laikler mi? Dindarlar mı? Sol mu? Sağ mı?
Galiba hepsini bir şekilde yörüngesinde eriten sonrasında sıralı dövüştüren bir başka cari işleyişin hinliği var. Bu cari yapının dayanağı hiç biri olmadığı halde, payandası oldukça fazla.
Peki neden bumerang gibi sarmala düşen gidiyor? Sırasını savan eşekten düşmüşten beter bir şekilde toparlanmak için kendince akıllanıp cari sisteme dahil oluyor?
Kim dayatıyor? Kim yönetiyor? Krizleri kim planlıyor? Bu kadar çatışmacı bir kültürü kim körüklüyor? Nasıl başarıyorlar? Bunu görmezden gelme aymazlığına düşen taraflar; gerginlik içinde bulanık suda balık avlamaya veya sisli havada kurt olmaya neden hevesleniyorlar? Görünmeyen el, nereden besleniyor? Gelişmelerin tıkacı ve darbelerin gizli eli nerede?
Komplo teorilerini hiç okumayan biriyim. Sonuçlardan hareketle bulanıklığı merak etmemi mazur görün.
Kapalı kapıların sırlı kutularına şifrelenmiş ve milletle çatışan gizli niyetlerin bir gün tercümesi gün ışığına çıkarsa, herkes rahatlayacak. Yine farklılıklar olacak, ancak bu kadar nifak olmayacak.
Nifakın kökü, galiba bizi kasavete götüren ve değerleriyle karşı karşıya getirip, milletin mayasına su katan mayasızlıkta aranacak. Carî zihniyetin deşifresi, sunî çatışmaları çözecektir.
Artık, cendereden çıkmanın yolu görünüyor. Pencereden seyret artık. Dışarıda güzel bir hava var... Bizi zehirleyen sobanın dumanına rağmen sağlıklı bir atmosfer bizi kucaklıyor.
23.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|