Ticarette reel sektör, gerçekçidir, üreticidir ve somut sonuçlara endekslidir. Düşüncenin veya umudun ticareti ise daha hayalî ve ideolojik bir karakter taşır. Birinde teslim edilmiş ve yaşanmış başarı vardır, diğerinde ise başaracağına sizi inandırmaya çalışan bir söylem parlaklığı vardır.
Türkiye’de üretim ve kalkınma ile barışık olmayan, beyin jimnastiğine zaman ayırmayan ve büyük yatırım projelerinin neredeyse hiç birinde imzası olmayan bir sol var. Çok iddialı bir cümle kurduğumun farkındayım. Ama ne yazık ki böyle. Sağın köyden kente kalkınmacı, sanayici ve tüccar kültürünün fakirliği, makus talihi kırma projeleri ve heyecanı, soldan destek alsaydı, daha dengeli ve istikrarlı bir ülke olurduk.
CHP’nin kurucusu, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin de kuruculuk sıfatına sahip. Devlet CHP üzerinden yapılandırılmış. Dolayısıyla CHP’nin devletçi kodları ve devletin siyaset çerçevesini belirleyen rejim tarifi, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra askerî darbelerle anayasal zemine oturtulmuştur.
Osmanlı’nın tarihî birikimini ve entelektüel sermayesini bir çırpıda reddeden Cumhuriyet aydını, yeni bir kültürle büyüdü, kendilerine benzeyen ve renk seçimi gibi zevk seçimine dayalı bir çağdaşlık soyutunda halkı ve geçmişi belirleyici olmaktan çıkardılar.
Böyle olunca da, halka dayalı kalkınma süreçleri, geleneği önemseyen kültürel olgunluk, geleceği tasarlayan ufuk tayini ve proje disiplini, CHP ve çevresine nasip olmadı.
Her şeyi reddeden ve kendi zihnî farklılığını topluma mal etmeye çalışan bir alana enerjilerini harcadılar. 1950’ye kadar devam eden birinci ve ikinci adam döneminde ülkenin kıt kanaat ve sefil halinde, övünülecek ciddi bir kalkınma ve sanayileşme hamlesi yoktur. Halk tamamen devre dışıdır. Bu döneme, tek partinin ezanla, Kur’ân’la, dinle, tarihle çatışan bir hükümranlık denemesi ve baskıcı süreçleri hakimdir.
Cumhuriyet baloları, asla cumhura hitap etmedi. 1950 öncesi tayinle seçilen milletvekilleri, yaşanan provokasyonlar, Serbest Fırka’ya müsaade etmeyen tek tip katılığı, CHP’nin değişmez devlet ve rejim standardı oldu.
Atatürk ve İnönü, daha çok askerî öncelikleri olan “paşa” ünvanları ile birlikte parti başkanı sıfatını kullanmışlardır. Bunlara ilâveten ülke yönetimini ellerinde bulundurmuşlardır. Alternatif bir harekete açık demokratik bir ortam oluşturmamışlardır.
Ne zaman ki, “Yeter söz milletin!” parolası ile Demokrat Parti seçimlerde zaferle çıktıysa, CHP’nin hazımsızlığı ve tahrikçiliği artmış ve ordunun askerî darbelerini destekleyen bir pozisyonda meşru iktidarların devre dışı kalmasına zemin hazırlamıştır. Sonrasında zaman zaman sonuçlardan zarar görüp tepki ihtiyacı duymuşsa da, esastaki tahrikçiliği rejim ve laiklik kaygısıyla süregelmiştir.
İnönü’nün ilerleyen yaşı ve CHP’nin müzmin muhalefetteki daralması, Ecevit’e fırsat verdi. Bundan yararlanarak solun üretimden uzak ve katı rejim ayarını siyaset ortamında kaybeden durumunu, konuşma ile oya dönüştürmek isteyen bir Ecevit çıktı.
Ecevit, CHP ile soldaki boşluğu ve kendini yönetemeyen hırçınlığını sadece oya tahvil etmiştir. Aslına bakarsanız, Ecevit’in kolejde öğrendiği iyi derecede İngilizcesi ile Rahşan Hanımla başlayan lise aşkı dışında meslek hanesinde gazeteciliği vardır. Herhangi bir uzman eğitimi yoktur.
Ne kadar gazeteci olduğu, şiirlerinin ne kadar sanat değeri taşıdığı, ne kadar felsefî arka planının bulunduğu, ne kadar düşünce analizine ve sentez kabiliyetine sahip olduğu tartışma konusudur.
Peki, Ecevit, bu yeteneğini aşan şöhretini neye borçlu? Solun üretimden mahrum ve iki dünya savaşının arasına sıkışmış dünya konjonktürü ile Osmanlı’nın yıkılışı üzerine bina edilen genç Cumhuriyeti ellerinde tutma otoritesine borçlu. Yoksa halktan ilham alan bir barış, eğitim ve kalkınma hamleleri ortada yoktur.
Ecevit’in farkı, İnönü’nün cephe dışı masa taktiklerinin ve kontrol sistemlerinin yetmediği ve CHP’nin devleti yönetme hafızasının zayıf olduğu bir süreçte; şiir, kasket, güvercin, gömlek, Kıbrıs üzerine kurulu sözü bol, özü zor ve sonucu fiyasko olan söylemler cennetinde hayali bir serüveni iyi kullanmasıdır. CHP’nin rüyalarını ninnileştirmiş ve solu uyutmuştur. Halk ise uyanık kalmış ve itibar etmemiştir. 1999’da verdiği birinciliği 2002’de yüzde 1’e çekmiştir.
Basının, bu günlerde Ecevit’ten nasıl ilham(!) aldıklarını anlatan “büyük” gazetecileri, devletin oligarşik katmanları ile sanat ve aydın çevrelerinin bitmeyen laf senfonisi, üstüne bir türlü oturmayan “Fatih,” “Halkçı” ve “Karaoğlan” sloganları ile neredeyse bir mitolojiye dönmüş durumda.
İşin garibi dindarından milliyetçisine ekranın parlak sözlerine ilgi duyan bir hayli “badem gözlü ve sırma saçlı” nakaratlı söylem var ortalıkta. Ölüm sonrası “etkileyici,” “duygusal” konuşmalar ve hatıralar da işin çabası. DSP ile hangi soldan ve demokrasiden bahsedileceğini sorgulamadan “bilge kişi” benzetmeleri ile Ecevit’in umut tacirliği sol entelektüele nefes aldırmış sanki.
Doğrusunu isterseniz, hükümetin de dinlenmesi için mezar hazırlıkları iyi bir meşguliyet oldu. Ne de olsa laik çevrelere gösterilecek her itina, Çankaya yokuşunda bir basamak daha güvenliği arttırır.
Siyaset tacirliği “umut” olunca, ölenin arkasında yeni tüccarlar çıkacaktır.
Hayırlısı Allah’tan...
09.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|