İhtilâl heveslilerine gün doğmuştu
Dünden devam
Bu sıralarda Demirel, mitinglerde Ecevit ve CHP için sık sık şu sözleri tekrarlıyordu: “Bunlar dört kazı güdemez. Akşama üçünü kaybeder gelirler.” Böyle bir ortamda, 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde CHP büyük bir yenilgiye uğradı. AP, büyük bir zafer kazanmış, oy oranını % 50’nin üzerine çıkarmıştı. Devlet idaresi içinden çıkılmaz hale gelip, ekonomik kaos ve toplumsal gerginlik bu noktalara ulaşınca, yirmi aylık iktidarın sonunda, büyük bir acziyet ve çaresizlik içinde Mecliste yeterli çoğunluğa sahip olduğu halde, Ecevit, “Millet AP’ye görev verdi” diyerek istifa etmek zorunda kalmıştı.
Bu sırada baskılar sonucunda Süleyman Demirel bir azınlık hükümeti kurmuştu. Bu hükümete, MSP ve MHP dışarıdan destek vermişlerdi. Her şeyin içinden çıkılmaz hale geldiği böyle bir ortamda üstelik bir azınlık hükümeti kurmak, hem büyük bir fedakârlık, hem de büyük bir cesaret işiydi. Dışarıdan aldığı “kerhen” destekle hükümeti kuran Demirel’in 100 günlük programı sonunda, ülke kıtlıktan ve kuyruklardan büyük oranda kurtulmuştu. Meşhur 24 Ocak 1980 Ekonomik kararları, böyle bir ortamda, cesaretle bu azınlık hükümeti tarafından alınmıştı. Bu kararlarda Türk Lirası büyük oranda devalüe ediliyor ve alınan ek tedbirlerle birlikte ülke kısa sürede kıtlık, yokluk ve kuyruklardan kurtuluyordu. Bu arada ihtilâl için de gizli gizli hazırlıklar devam ediyordu. İhtilâl yapmak için, biraz da ekonominin düzelmesi bekleniyordu. Çünkü hiçbir ihtilâl heveslisi, Ecevit sonrası bir büyük ekonomik facia yaşayan bir ülkeyi idare etmek cesaretini gösteremezdi. Piyasanın biraz düzelmesi, ekonominin biraz rahatlaması gerekiyordu. Bu sıralarda Turgut Özal da Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmişti. Aynı zamanda Devlet Planlama Teşkilâtı Müsteşarlığını da yürütüyordu.
Ülke öyle bir ekonomik çıkmazın içine girmişti ki, Başbakanlığın kaloriferleri bile yanmıyor, Başbakan ve Müsteşarı bazen sabahlara kadar Başbakanlıkta paltolarına sarılarak çalışmak zorunda kalıyorlardı. Demirel, sonraki yıllarda, önemli ekonomik kararlar alınırken, buna paralel olarak da anarşiyi önlemek için nasıl çırpındıklarını anlatacak ve komutanları toplayarak “Anarşiyi önlemek için ne gerekiyorsa yapalım. Para ise para, silâh ise silâh, kanun ise kanun. Yeter ki ülkeyi bu belâdan kurtaralım” dediğini ifade ettikten sonra, neticeye ulaşılmadığını ve anarşiyi önlemek için de ikinci bir ordumuzun olmadığını üzüntüyle ifade etmiştir. Demirel daha sonraları, bu dönemde bütün örgütlerin isim isim militanlarının sayıları ve adreslerinin krokilerle tespit edildiğini, bunların dosyalar halinde sıkıyönetim komutanlarına verildiğini, ancak bu dosyaların raflara kaldırıldığını, 12 Eylül sabahında ise raflardan indirilerek bu militanların teker teker yakalandığını söyleyecek, bunların yakalanmayıp ihtilâlin gerçekleşmesinin beklendiğini ifade edecekti.
12 Eylül’den sonra 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel de tarihî bir itirafta bulunacak, “ihtilâlin olgunlaşmasını beklediklerini, bu arada çok kan döküldüğünü” söyleyecekti. Bu dönemin akıllarda kalan önemli bir icraatı da, İstanbul’un Fethi’nden sonra camiye çevrilen Ayasofya’da, Cumhuriyetten sonra müzeye dönüştürülmesi sonucu susan ezanların minarelerde yeniden okunmaya başlanması ile bir bölümü olan Hünkâr Mahfilinin yeniden ibadete açılmasıydı. Yine Yavuz Sultan Selim tarafından Kutsal Emanetler'in İstanbul’a getirilip Topkapı Müzesine konulmasından sonra, bu bölümde yirmi dört saat süreyle okunmaya başlanan ve yine Cumhuriyetten sonra vazgeçilen Kur’ân tilavetinin yeniden başlaması idi.
Ancak 12 Eylül darbesinden sonra bu her iki hayırlı işe son verilecekti. Bu arada Erbakan da, kerhen verdiği desteği ikide bir gündeme getirecek ve “kadayıfın altının kızarmaya başladığını” söyleyecekti. Hükümet ülkeyi anarşi ortamından çıkarmak için çırpınırken, adım adım bir ihtilâl senaryosu sahneye konulmaktaydı.
12 EYLÜL DARBESİ
Ecevit ve Demirel, Cumhurbaşkanlığı seçimi için anlaşamadılar. Beş ay boyunca yapılan 115 tur seçimden bir sonuç çıkmayınca ve Cumhurbaşkanlığı seçimi de kilitlenince, ihtilâl heveslilerine gün doğacak ve ülke 12 Eylül günü yeniden kışla duvarına toslayacaktı. Bu yeniden istibdat döneminin başladığı anlamına gelecek, hak ve hürriyetler, çıkarılan kanunlarla büyük bir tahribata uğrayacak, Mamak ve Diyarbakır zindanlarında büyük dramlar yaşanacak, bu zindanlara giren sempatizanlar buralarda uygulanan işkenceler sonucu ya ölecek, ya psikolojileri bozulacak ya da militan olarak çıkacaklardı.
İhtilâlin başı Kenan Evren, ihtilâlden hemen sonra yaptığı konuşmada “eski siyasetçilerin ülkeyi uçurumun kenarına getirdiklerini” ifade ederek yönetime el koymak zorunda kaldıklarını iddia edecek ve daha sonra yaptığı meşhur Konya konuşmasında ise şunları söyleyecekti: “Tencereyi pisletmişlerdi, biz geldik temizledik. Ne zaman gideceksiniz diye gözlerimize bakıyorlar, iktidarı verelim, gene mi pisletsinler? Kurucu Meclise partilerden kimseyi almayacağız, memleketi bu hale getirenlere memleketi teslim etmeyeceğiz. Heveslenmesinler. Politikacı kolay yetişmez diyorlar. Bu memlekette, hem de ne politikacılar yetişir.”9 Bugüne kadar geçen 26 yıllık süre içerisinde, bunca hükümet gelip geçecek, gerçek demokratik yapı bir türlü kurulamayacak, hükümetler vesayetten kurtulamayacak, ülke gerçek anlamda sivillerin yaptığı tam demokratik bir anayasaya sahip olamayacaktı. Bir erken seçim imkânı olsaydı, belki bu kargaşadan cıkmak mümkün olabilirdi. Ancak, Demirel, bu konuda diğer partileri ikna edememişti.
12 Eylül’den sonra Kenan Evren’e de “Niye erken seçime gidilmedi?” diye sorulmuştu. Evren’de bu soruya cevap olarak “Erken seçime gidilsin de, AP tek başına iktidara mı gelsin?” diye cevap vermişti.
Ecevit çifti 12 Eylül İhtilâlinden sonra Demirel çifti ile birlikte Çanakkale’de Hamzakoy Askerî Tesisleri’ne gönderildiler. Bir ay kadar burada gözetim altında tutuldular. İhtilâlin hemen ardından Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Emekli Oramiral Bülent Ulusu, Millî Güvenlik Konseyi tarafından başbakan olarak atanır. Hükümeti kurma çalışmaları sırasında Demirel hükümetinin ekonomik politikalarının devamı için bir yol aranır. Bu sırada Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’a, Demirel Hükümetinin ekonomi politikasının uygulamasının devamı için çalışmaya devam etmesi teklif edilir. Turgut Özal, biraz düşünmek için süre ister. O zamanlar Hamzakoy’da gözetim altında tutulan ve “ağabey” dediği Demirel’i telefonla arar. Yapılan teklifi iletir ve görüşünü sorar. Demirel bunun üzerine şu cevabı verir: “Kabul et. Hiç tereddüt etme. Devlet hepimizindir. Memleket hepimizindir. Devlete, millete hizmetten kaçınılmaz. Devletin hizmetleri aksamasın. Elinden gelen yardımı eksik etmeyeceksin. Tamam mı?”10 Bunun üzerine Turgut Özal, paşaların teklifini kabul eder ve daha sonraları kurulan hükümette Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev alır.
Turgut Özal, 1983 yılında yapılacak genel seçimlere, Millî Güvenlik Konseyinden icazet almış üç partiden biri olan ANAP’ın genel başkanı olarak girecek ve Kenan Evren’in açıkça Turgut Sunalp’e verdiği desteğe tepki olarak seçim sonucunda tek başına iktidara gelecekti.
Bülent Ecevit, Ankara’ya döndükten sonra CHP Genel Başkanlığından istifa etti. Daha sonra hakkında açılan dâvâ nedeniyle cezaevine konuldu. Yurt içi ve yurt dışı bazı gazete ve dergilerde 12 Eylül yönetimini eleştiren makaleler yazıyordu. 12 Eylül Askerî Mahkemeleri tarafından bu yazdığı yazılar da dahil olmak üzere, çeşitli gerekçelerle üç sefer mahkûm edildi. Sonraki yıllarda CHP kadrolarıyla yollarını tamamen ayırdı. Doğasında başkalarına karşı bir güvensizlik içinde olduğu anlaşılan Ecevit, 12 Eylül sonrasında bir süre partilerle ilgilenmemiş, daha sonraları eşi Rahşan Hanım’a 14 Kasım 1985’te Demokratik Sol Parti’yi kurdurmuştu. Kendisi siyasî yasaklıydı. 1985 yılında yapılan referandum sonucu yasakların kaldırılması % 50,5 gibi bir oyla kabul edilecekti. Bu gerçekten çok küçük bir farktı ve tabir caizse siyasî yasaklı liderler kıl payı bir farkla kazanmışlardı. O zamanlar Başbakan Turgut Özal’dı ve devletin bütün imkânlarını da kullanarak siyasî yasakların kalkmaması için çalışmıştı. Özal, sonraki yıllarda, bu dönemde yaptığı kampanyanın üç büyük hatasından biri olduğunu, diğer hatalarının da “Mesut Yılmaz’a güvenmek” ve “ailesinin siyasete girmesine izin vermek” olarak açıklayacaktı. Bu sonuç, az bir farkla da olsa, eski siyasetçilerin hem 12 Eylül’ün rövanşını almaları, hem de kendisini ve partisini ortaya koyan Turgut Özal’ı mağlup ettikleri anlamına geliyordu. Zaten yasakların halk tarafından kaldırılmasından sonra onların toparlanmasına fırsat vermeden Özal seçime gidiyor ve seçim kanununda yaptığı değişikliklerle % 35 oy oranı ile % 65 milletvekili almanın yolunu açıyordu.
Bülent Ecevit yasaklar kalkınca Genel Başkanlığı da, emanetçisi olan eşinden geri almış ve Rahşan Hanım da Genel Başkan Yardımcısı olmuştu. Ecevit, 1987 seçimlerinde barajı aşamamıştı. Bu sırada bazı solcu yazarlar tarafından kendisine sol oyları böldüğü gerekçesiyle “Bir Bölen” lâkabı takıldı. Bu bir bakıma Demirel’e takılan “Bir Bilen” lâkabının Ecevit’e uyarlanmış bir versiyonuydu. Ecevit, partisinin barajı aşmaması nedeniyle DSP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti. Ancak daha sonra yapılan davetlere uyarak tekrar Genel Başkanlığa döndü. Bu seçimde Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP barajı aşarak meclise giriyor ve artık Özal için ilk kez ciddi bir muhalefet başlamış oluyordu. Ecevit, 1991 seçimlerinde, % 10’luk seçim barajını aşma başarısı göstermişti. Lakin seçim sisteminin azizliğine uğrayarak, sadece 7 milletvekilliği kazanmıştı. On bir yıl sonra tekrar Meclis’teydi. Sağ partilerin tek başına iktidar olduğu dönemlerde, milletin hissiyatına uygun bir kanun çıkarılacağı zaman, sık sık şu meşhur söylemini gündeme getirirdi: “Sayısal çoğunluk, her zaman siyasal çoğunluk olmaya yetmez.”
— Devam Edecek —
Dipnotlar:
9- Nazlı Ilıcak. Makaleler 1981, Kervan Yayınları. İstanbul 1982. Sayfa. 40
10- Emin Çölaşan. 12 Eylül-Özal Ekonomisinin Perde Arkası, Milliyet Yayınları.16. Baskı. İstanbul. Ocak 1985
|
Abdülkadir MENEK
09.11.2006
|