|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratamaz mı? elbette yaratır, O her şeyi yaratan, her şeyi hakkıyla bilendir.
Yâsin Sûresi: 81
|
09.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kişi kardeşleriyle kuvvetlidir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3784
|
09.11.2006
|
|
Zaman, musibetlerin şeklini değiştirmiş
Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri—fakat musibet dine dokunmamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsâllerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevî hastalıklar musibet değil, bir nevî nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevî ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.
Hâtime
Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.
Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.
Lem’alar, 2. Lem’a, s. 19
Lügatçe:
iras: Verme.
merbutiyet: Bağlılık.
çendan: Gerçi.
sefahet: Gayrimeşru eğlenceler.
derc: İçine koyma.
nukuş-u esmâ: Allah’ın isimlerinin nakışları.
halk: Yaratma.
insan-ı ekber: Büyük insan.
âlem-i asgar: Küçük âlem.
nâfi: Faydalı.
âlâm: Elemler.
müheyyiç: Heyecan verici.
tehyiç: Heyecanlandırma.
münderiç: Birşeyin içine konulmuş bulunan.
tazammun: İçine alma.
levh-i misalî: Dünyada yapılanların kaydedildiği, görüntülendiği yer.
mukadderât-ı hayat: Allah’ın takdir ettiği hayat.
kaside-i manzume-i Sübhâniye: Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah’ın hassas ölçülerle düzenlediği kaside.
|
09.11.2006
|
|
Hayatın şakası yok!
“Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden ‘birisinin’ varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş, bana tam da en doğal gelen ifade şekliydi.”
Böyle diyordu Tolstoy inançları reddederek arayış içerisine girdiği dönemde. Zevk ve lezzetlerle dolu dünyaya bir gün gözlerini kapayacak olmanın hâlet-i ruhiyesiyle sarfetmişti bu sözleri.
Gerçekten de inançsızlık hâlet-i ruhiyesiyle dünya hayatına dair söylenebilecek ‘en doğal’ ifade şekillerinden biriydi belki de bu.
Tolstoy’un bu sözleri, aslında öldükten sonra dirilişe inanmayan her insanın yaşadığı ruh hâletini de ortaya koyuyordu. Hayat, ‘birisinin yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka’ gibiydi inançsız insanın gözünde. Bir daha dirilmemek üzere ebediyyen yokluğa mahkûm olmak düşüncesi, dünya hayatını ve zevklerini anlamsız, daha ötesi çekilmez bir işkenceye çeviriyordu.
Tolstoy’un bu sözleri, aslında “Mâdem dünya var; ve dünya içinde, bu âsârıyla (eserleriyle) hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi katî olarak âhiret de var” hakikatini teyid eden bir fıtrat itirafıydı da. Sadece bu geçici dünyanın varlığı, tatmin etmemekteydi insanoğlunu. Sonsuza dek sürecek bir başka dünya daha olmalıydı. Bediüzzaman, insan fıtratının karşı konulamaz bu ebed arzusuna, çocukluğunda yaşadığı bir hatırayla değinir:
“Bir zaman, küçüklüğümde hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe (yokluğa) ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim’ dedi.” Evet sonsuzluğa meftun insan hayali, dünyada bir cehennem azabı yaşamaktansa, ‘ebedî cehenneme’ razı olmaktaydı!
Bediüzzaman, sonsuz saadetin en büyük delillerinden birisinin “rahmet” olduğunu söyler. Dünyada tecellî eden sonsuz rahmet, o rahmete mazhar olanların varlığının devamını gerektirmektedir. Çünkü rahmet eseri nimetlerin gerçek anlamıyla nimet olması, nimetlerle birlikte o nimete mazhar olanların da varlıklarının sonsuza dek sürmesini gerektirir. Yok olmaya, elden çıkmaya mahkûm bir nimet, nimetten çok nikmettir, azaptır insan için. Lezzetin biteceğini, bir daha gelmemek üzere sona ereceğini düşünmek, alınan lezzetten kat kat fazla acı çektirir, lezzeti lezzet olmaktan çıkarır. İşte öldükten sonra dirilişe inanmayan insanın yaşadığı bu acınacak hali, Bediüzzaman şöyle dramatize eder: “Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?”
Tolstoy’un “Ejderhayı ve tutunduğum dalı kemiren fareleri gördüğümde ise, artık hiçbir baldan tat alamaz oluyordum” sözleri ise, insanın hayvan gibi ‘ince meseleleri’ düşünmeden dünya lezzetlerinden istifade etmesinin mümkün olmadığının itirafıdır. Bediüzzaman’ın da 8. Söz’de bahsettiği; aslı, Hz. İbrahim’e gönderilen suhufta bulunan temsilî hikâyeden yola çıkan Tolstoy’a göre, ejderha ölüm; ömür dalını kemiren siyah ve beyaz iki fare, gece ve gündüz; balsa dünya zevkleridir.
Evet, kendini gayrimeşrû lezzetlerle sarhoş etmeyen her aklı başında insanın, inkâr edilemez ölüm gerçeği karşısında takınacağı tavır, tercihini Allah’a ve ahirete inanmaktan yana koyup, hayatın gerçek anlamını bulmak olmalıdır. Aksi halde hayat anlamsızlaşacak ve akıl, hayatı çekilmez bir azaba dönüştürecektir. Çünkü tadılan herbir dünyevî lezzet, peşi sıra ayrılışın acı azabını da hissettirecektir.
İşte Tolstoy, böyle bir anlamsızlığı ve azabı “Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka” sözleriyle dile getiriyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın, ahiret olmazsa “şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsanât-ı rahîmânenin sahibini—hâşâ, sümme hâşâ—sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir” demesinde olduğu gibi.
|
İsmail TEZER
09.11.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Melekler
Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi, semâvâtın da kendine münâsip sekeneleri bulunsun. Lisân-ı şer’îde o ecnâs-ı muhtelifeye “melâike ve ruhâniyât” tesmiye edilir.
Sözler, s. 162
***
..şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, “melâike ve cân ve ruhâniyâttır” der, tesmiye eder.
Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhâniyât dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.
Sözler, s. 469
***
Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarıyla tegaddî edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk oldukları için gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler Ma’budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin umumi bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i müekkel nezâret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.
Hem de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir. Umumuna Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret etmekle Cenâb-ı Hakka ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mîkâil Aleyhisselâm şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara müşâbehetleri yoktur. Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir ve Onun nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız Rubûbiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nevin ef’âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmek; hem onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve bâzı gàyelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir, belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü, herşeyde Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri değildir.
Sözler, s. 318
|
09.11.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
TEKVİR:
1. Ey Kıyâmet günü güneşi katlayıp düren, yıldızları karartan, hamile develeri başıboş salıverdiren! (1, 2, 4)
2. Ey gizlenen ve açığa çıkan yıldızların, kararmaya yüz tuttuğu anda gecenin ve ağardığı zaman sabahın Rabbi! (15-18)
|
09.11.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Kuvvetli iman şart
Ahlâk, edep ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahip olabilmek için, kuvvetli bir imana sahip olmak lâzımdır. İman hakikatleri, Risâle-i Nur’da gayet kuvvetli deliller ve açık misallerle anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalâlete düşmekten, en yüksek medeniyet esaslarını câmi, hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum.
|
09.11.2006
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
Develer de Ona (asm) şehadet ediyor
Beş altı tarikle, mühim Sahabelerden nakledilen cemel (deve) hadisesidir ki:
Ezcümle, Ebû Hüreyre ve Sa’lebe bin Mâlik ve Câbir ibni Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni Ebî Evfa gibi müteaddit tarikler ve o tariklerin başındaki Sahabeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma tahiyye-i ikram nevinden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarikte haber veriliyor ki, o deve bir bağda kızmış, vahşî olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm girdi; deve geldi, ikrâmen secde etti, yanında ıhtı (çöktü). Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yular taktı. Deve, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi: “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.” Deve sahibine söyledi: “Böyle midir?” “Evet” dediler.
***
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebû İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler.
Mektubat, s. 154
|
09.11.2006
|
|
|
|