Seçim yılına yaklaştıkça gündem ısınmaya devam ediyor. Ancak genel seçimlerden önce prova niteliğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi var. İlk gerdirme ve erdirme senaryoları burada yoğunlaşıyor. Kimse eskisinden daha rahat değil. Çünkü kamuoyu ve demokratik reflekslere direnen statükocu alışkanlıkların ve gizli ajanda ile siyaseti köy-yol işinde görevli gören hakim yapının hiddeti karşı karşıya gelmiş bulunmakta.
Adı konulamayan/bulunamayan gerginliklerin perde arkasında, şablonunu şartlara göre değiştirmek istemeyen katı ve korumacı oligarşinin, toplumun ve siyasetin sivilleşme emarelerine duyduğu hazımsızlık var.
Sivil siyaset “heeyyt!” demenin maliyetini ödemek istemiyor. Resmî söylemlerin gölgesinde araştırma ve muhakeme yorgunu düşmüş bir beynin kıvılcımlarını taşıyor. Siyaset üretken, ezberi şaşırtan cesur ve makul çıkışlar yapmadıkça, her sözünden sonra şamar oğlanına çevrilerek şevki kırılacak ve yenilenen hücreleri peşinen tahrip edilecektir.
Önümüzde mayınlı gündemler var. Siyasetçiye tuzaklar kurulmuş sürekli. “Aman mayın patlamasın” deniyor. “Gerginlik olmasın” korkutuculuğu siyasî irade aleyhine işliyor. Ancak mayın tarlasında yüründüğü unutuluyor. Bu ne garabet?
Siyaset, mayınlı tarlada yürümemeyi mi tercih edecek? Yoksa, kendisi için tahsis edilmiş bölgede mayınsız yürümeye göre mi güdülenecek? Bu tayin ve takdirin görünmeyen inisiyatifi kimde kalmalı gerçekten?
Acaba siyasetin bu şıkların dışında bir misyonu yok mu? Hep önüne konulan teknik raporlara göre mi işaret koyacak? Yüksek gerekçeli(!) paranoyak ve veriye dayalı olmayan ideolojik aygıtlarla mı yönlendirilecek?
Siyaset kendi felsefî arka planını neden kuramasın? Bizzat risk ve inisiyatif alarak engelleri kökten bertaraf etmeyi neden stratejik bir dönüşüm olarak görmesin?
Siyasetin düşüncenin havuzunu kurma, ülkenin geleceğine ait kültürel kotlar inşa etme, eğitimi bağnaz ve kişiselleştirilmiş/nesneleştirilmiş akla ziyan ve beyni hırpalayan dayatmacı ezberlerden temizleme vazifesi yok mu?
Ayrıca evrensel normların bireye tekabül eden odağından meselelere bakıp, iç barışı ve kucaklayıcı fikirleri toplumun kılcal damarlarına işleyecek kadar sevgi ve şefkat ikliminde ortaya koymak gibi aslî bir görevi yok mu?
Ülkedeki farklı etnik kimliklere eşit bakmak, bunu ahlâken ve niyeten her ortamda korumak, fikir akımlarına saygı duymak, ifade özgürlüklerine sonuna kadar sahip çıkmak ve daha ilerisi örgütlenme haklarına sonuna kadar destek vermek, siyasetin omurgası değil mi? Sivilleşmenin arterleri buradan çalışmayacak mı? Tersi bir yaklaşım esasında bölücülük olmaz mı?
Yıllardır bu ayrıştırıcı karakterlerin nefret ve tepki psikolojisi ile tahrik edici bir hal aldığını kim inkâr edebilir? Sünnî karşısında Alevî kendini ezilmiş hissediyorsa, bunun telâfisi şefkatle eşitlikçi anayasal vatandaşlık inancıyla aşılır. Kürtlerin bir kısmı kendini Türklere mal olan bazı söylemler karşısında incinmiş ve dışlanmış görüyorsa, herhalde çaresi demokrasi kılıfına sarılmış kadife yumruk indirmek değildir. Özen ve ilgi göstermek çaredir.
Benzer şekilde laikliğin inançlar üzerindeki baskıcı ve itici üslûbu ile mütedeyyin insanları yaralayan tavrı, daha saygılı ve onları öteki görmeden sosyal ortaklıkla çözüleceğine inanması gerekmez mi?
Tersi de geçerli. Kürt veya başka bir ırktaki vatandaş Türkiye kavramına ve onun aslî unsuru Türk’ten rahatsızlık duymayacak ve sevgiyle kabullenecek. Alevî de Sünnîyi hazmedecek. Dindar insanlar, başkasının görüşlerini itham etmeyecek ve yaşayışına müdahale çağrıştıran söylemlerden uzak duracaktır.
Siyaset, birbirine açılma ve kaynaşma kültürünün önündeki cari zihniyeti çözmenin adıdır.
Birliğin kapsama alanına her ferdi dahil etme uzlaşıcılığı ve dirayetli zihin güvenliğidir.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|