|
|
Hüseyin EREN |
İstiğna ve himmet eller |
|
Himmet ve istiğna ellerin buluşmasıyla büyür hizmet… İkisi de büyük ruhların hasleti… Halis ubudiyet hali… Hizmetle halleşmenin şiârı…
Himmetten daha zor istiğna… Elinde olanı vermekten daha büyük fedakârlık gerektirir yoklukta eline uzatılanı almamak…
Her türlü menfaatten uzak durma istiğna… Kalben kabullenmemek serveti ve şöhreti… İstiğna elbisesinin altında ihlâs ruh vardır… Ruh sağlamsa menfaat dikenleri yırtmaz elbiseyi… İstiğna yırtılmazsa ihlâs da zedelenmez.
İktisat ve kanaat payandaları üstünde yükselir istiğna… Payandalar paralanınca ihlâs sallanmaya başlar… İktisat ve kanaat güçlü olursa, küçük sarsıntılar zarar vermez…
Her güzel haslet bir esmâ yansıması… İstiğna “Müstean”dan bir akis, himmetse “Muhsin”den… Üzerinde hüsna esmâyı gösterebilmek miskin model için büyük şeref… O şerefin şevkine eren tenezzül eder mi küçük kıymetlere? Güneşi gören ateş böceğinin peşine düşer mi?
Esmâ kılavuzluğunda akan bir hayat sonsuz hazineler denizine dökülür. Küçük dereciklerde eğlenmek ne büyük fakirlik. Darlık “Kâbız” esmâsı okunarak geçilir, genişlik “Basıt”… Birbirini takip eder darlık ve genişlik… Ubudiyet elle esmâya tutunan, darlıkta istiğnaya, genişlikte “Muhsin”e aynadır.
Aynalarda hakikati seyretmesini bilmeyen sefildir hep… Darlıkta sefalet çeker, genişlikte sefahate düşer.
Yerin mülküyle yetinenler melekûtta fakirleşir... Mülk ve melekût kanatlarla erişilir ihsan ve istiğna zenginliğine… Böylesi zenginlikle büyür ve yürür hizmet… Şekilden, şemadan ibaret şevksiz büyüme kalıcı kalmaz, küçük darbelerle dağılır gider.
Muhabbetle birbirine uzanan himmet ve istiğna eller öpülüp baş üstünde konulası ellerdir… Bu eller kâinatı tutup atar, zerre menfaatlere tenezzül etmez hiç.
Temiz eller, temiz yüzler, temiz yürekler… Ulvî hizmet erlerine erişmek, onlara yetişmek için olması gereken vasıflar…
Müstean ve Muhsin’e ayna olmak kalbi kirlerden temizlemekle olur. Küçük kıymetlere tenezzül kalbi karartır, esmâ nuruyla yıkanmış şeffaf bir kalp, kabına sığmaz bir derya olur, akar gider kalplerden kalplere…
Kalıbımızın büyüklüğü değil kalbimizin nuruyla yayılır hizmet… Hezimetlere uğramak istemiyorsak nazarlarımız Nura olmalı…
Nurun istiğna ve himmet elli kahramanları, bizim de ellerimizden tutun yürütün bu hizmette. Şefkat nazarlarınız şevk versin bize… İhtiyaçtan öte elzem bize bunlar.
Elimiz kalbimiz Nurdan ayrı düşmesin inşaallah.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
“Bana yardım edin” mesajı |
|
Her hareket bir sinyal…
İnsanların her hareketinin altında mutlaka bir mânâ yatmaktadır. Bu mânâlar aslında davranış okuyucuları için birer sinyal niteliği taşır.
Sürekli topluluk içinde, birileriyle olmak arzusu taşıyanlar ile toplumdan, insanlardan kendilerini çeken insanlar, aslında birer sinyal veriyor değil midir?
Yerini, zamanını, kişisini, ölçüsünü dikkate almadan sürekli konuşanlar ile konuşması gereken yerde bile konuşmayan, sır vermeyen, sır küpü haline gelmiş insan tipleri aslında birer sinyal veriyor değil midir?
Davranışa dönüşen, kişi içindeki düşüncedir, kişi dünyasındaki duygudur. Onun için hiçbir davranış, hiçbir hal ve hiçbir mimik, tavır, söz anlamsız değildir.
Nitelik dünyamızda kimler var?
Her insanın vazgeçilmezlerinden oluşan fotoğraflar farklıdır. Ancak nitelikler dünyası dediğimiz kişinin özel hayat alanı, sürekli bir değişim içerisindedir. Dün, nitelik dünyasının birinci fotoğrafını oluşturan kişi, bu gün nitelik dünyasından düşmüş, düşürülmüş olabilir. Onun için belki de dönem dönem nitelik dünyası albümü de değişmektedir.
Tabiî kişi için nitelik dünyası albümünün olmazsa olmazları varolduğu gibi, zamanla albümden çıkarılmışlar da bulunabilecektir.
Hatta albümlerin birinci sayfa kahramanları olarak kabul edilen başroldeki kişi, zamanla kendisini bu albümün ortalarında veya sonlarında bulabilir. Ve hatta albümden çıkarabilir ki bu, hayatın bitmişliği anlamına gelir. Ama kişi kendisini kendi nitelik dünyasının dışına çıkararak kendi kendisine yüklenen görevden kaçamaz. Kendimizi dışarıya çıkarmamız varolmadığımız anlamına gelir…
Nitelik dünyamıza koyduğumuz hemen her şeyin bir şekilde insanlarla bir bağlantısı vardır. Bu her zaman bir insan da değildir.
Davranışlar okunması lâzım gelen mesajlardır
Daha önce hareketli bir hayatın içinde bulunan kişi, bir zaman sonra durgunlaşmayı seçmişse, bu davranış, yalvarma gibi, insanlardan yardım istemenin bir başka yoludur. Büyük bir ihtimalle başka birine verebilecek en güçlü bana yardım edin mesajıdır, durgunlaşmadır. Hatta anlaşılması güç durgunlaşma hali yaşayan insanlarla, iletişim geliştirmek de pek kolay bir iletişim süreci değildir.
Her insanı ayrı bir birey olarak kabul etmek
İnsanlar arası farklılıkların müzakere edilmeye başlandığı süreç, başarılı bir sonuca gidebilecek bir süreçtir. Çünkü farklılıkların kendini ifade edemediği ortamlar, birilerinin baskısının ve diktelerinin bulunduğu ortamlardır. Birileri birilerini kontrol ediyor ve baskı yöntemlerini kullanıyorsa, orada farklılıklar kendilerini gösteremedikleri gibi, gösterseler de oldukları gibi gelişmeden kalacaklardır.
Asgarî müşterekte anlaşmak, ortamlar için uzlaşmaya giden yoldur. Herkesin varlığını kabul noktası, herkesin taşıdığı değerden istifade noktasıdır.
Aksi halde birisinin kendini ön plana çekme çabası, kavga, münakaşa ve kontrol altına almaya çalışma, uyuşmazlığı daha da tırmandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Bir dâvâ mensubiyetinin, ait olma ihtiyacının ölçüsü ve gücü, kişinin ne kadar almayı istediğiyle değil; ne kadar vermeye istekli olduğuyla ölçülür. Vermek, fedakârlığı içerir.
Seviyor musunuz, sevilmeyi mi bekliyorsunuz?
İlginin merkezini, almak değil de vermek oluşturuyorsa sevgi meselesi kendiliğinden çözülmüş olur.
Kişinin eşiyle, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla uyuşmazlıklar yaşandığında, sevgiyi esirgeme genelde çok kullanılan bir ceza yöntemidir. Eşten, çocuktan veya arkadaştan sevginin esirgenmesi daha nitelikli bir beraberlik sağlamayacaktır. Belki ilişkilerin daha da kötüye gitmesini netice verecektir. Çünkü sevginin olmadığı hiçbir diyalog, müsbet bir neticeyi beraberinde getirmez.
Sevdiğiniz kadar sevilirsiniz; genel geçer bir kaidedir denebilir. Böylece sevilmeyi beklemekten öte, siz sevmeye başlayabilirsiniz. Ancak kendi duygularımızı kullanma konusunda elimizde yetkiler bulunmaktadır.
Onun için bilinmeli ki kontrol edebileceğimiz, değiştirebileceğimiz, sadece kendi davranışlarımızdır.
Dolayısıyla en iyi evlilikler, en iyi baba oğul ilişkileri, en iyi arkadaş ilişkileri ideal olarak, her iki tarafın da güç ve özgürlük ihtiyaçlarının yoğun olmadığı ilişkilerdir.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Cumhurbaşkanının mizah anlayışı |
|
Hürriyet’ten Oya Armutçu’nun haberine göre, Cumhurbaşkanı Sezer “espri” yapmış.
Yanlış duymadınız.
“Cumhur”başkanı Sezer ilk ve son esprisini yapmış ve bu önemsenecek bir haber.
Gazeteciler sormuş:
“Son kez resepsiyon verdiniz neler hissediyorsunuz?”
Cumhurbaşkanı gülerek (yanlış okumadınız, gülerek):
“Bugün hipodromdaki törende üşüdük. Semra Hanım ile kararlaştırdık, seneye bir daha gelmeyelim dedik.” (Burada kahkaha efekti girecek)
Sezer, gazetecilerden, “Son resepsiyonunuz ne hissediyorsunuz?” ısrarı üzerine:
“Bütün gazeteciler soruyor, duygularımı kendime saklıyorum” demiş.
Gazetecilerin:
“AKP’lilerin seneye geliriz” dediğini hatırlatması üzerine de Sezer “İyi akşamlar” demekle yetinmiş. (Kahkaha efekti)
Sezer aslında, resepsiyon öncesi Hipodrom’daki Cumhuyiyet Bayramı protokolünde de “espri” yaptı. Sanıyorum gazetecilerin gözünden kaçtı.
Mesela:
Tören öncesi protokolde, Meclis Başkanı Bülent Arınç, Sezer’le tokalaşmak için elini kaldırıyor... Sezer buz gibi... O da elini kaldırıyor ama yüzünü başka tarafa çeviriyor.
Acaba o an dalgın mı diye düşünürken, hemen ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu ile tokalaşıyor. Sezer, Tuğcu’nun yüzüne bakıyor ve hatta “gülümsüyor.”
Sayın Sezer Cumhuriyet Bayramı mesajında da üstü kapalı espri yapmış olmalı... Kimse anlamadı demek.
Diyordu ki, “Tarikatlar devrim yasaları gereği kapatılmalı.”
Çünkü:
“Devrim yasalarına göre kapatılması gereken bu oluşumların, eğitim başta olmak üzere etkinlik alanlarını genişletme çabası içine girdikleri gözlenmekte....”ymiş.
Ne diyelim:
Cumhurbaşkanının “mizah” anlayışı hayli farklı!
“EŞ”
NTV Brüksel Muhabiri Nevin Sungur, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk ile evlendi
Kim derdi ki, “Eş Başkan” Sungur’un “eş”i olacak?
ÇİFT KELOĞLAN
Böylesi sadece Türk televizyonlarında değil, dünya televizyonlarında ilk kez oluyor.
Show TV ve atv birlikte bir “ilk”e imza attı...
Aynı anda, farklı kanallarda aynı film gösterildi: “Keloğlan Kara Prense karşı.”
Film zaten çok kötü.
Ama Mehmet Ali Erbil, Özcan Deniz gibi isimlerin filmde yer alıyor olması, televizyonculuk açısından rating malzemesi sayılabilir.
Nitekim rekabet dünyasında bir kanal “rating”i topladı.
Kimin haklı, kimin haksız olduğu da önemli değil.
Türk televizyonculğunda “rekabet çılgınlığı”nın hangi noktaya kadar geldiğini gördünüz...
Tarih bize daha neler gösterecek?
CUMHURİYET ŞENLİĞİ!
CHP’li 2 tane vekil, Cumhuriyet onuruna düzenlenen gecede çiftetelli oynayıp göbek atmış.
Yetmedi, oynayan genç kızları masaya çağırıp alınlarına para yapıştırmış (Vatan).
Nerede oluyor bu rezalet:
Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Doruk Beldesi’nde...
Bu düğün havasında yapılan şey bildiğimiz “düğün,” “şenlik” veya özel bir kutlama değil:
“Cumhuriyet Bayramı Şenliği!”
Bu “şenlik” tam evlere şenlik.
Bir vekil çiftetelli oynayıp, göbek atarken, diğeri kameralı cep telefonuyla bu “an”ı görüntülüyor.
Ey CHP’li vekiller!
Bu Cumhuriyet size minnettardır!
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaatleri “kapatmak” |
|
Kara Kuvvetleri Komutanının, irticayı tarif babında “devrime karşı hareketin odağı” olarak nitelediği cemaat ve tarikatlara bir salvo da Cumhurbaşkanından geldi.
29 Ekim’de yayınladığı Cumhuriyet Bayramı mesajında cemaat ve tarikat kelimeleri yerine “oluşum” tabirini kullanmayı tercih eden Sezer, “kimi oluşumlar”a cumhuriyetlere barışık olmadıkları ve çağdaş Türkiye görüntüsüyle örtüşmedikleri eleştirisini yönelterek, “Devrim yasalarına göre bunların kapatılması gerekir” hükmünü verdi.
Sezer’in bahsettiği devrim yasaları, vaktiyle tekke ve zaviyeleri kapatmıştı. Bugünün Türkiye’sinde—devletin veya bazı dış güçlerin himayesindekiler hariç!—tekke ve zaviye adı altında faaliyet gösteren hiçbir kuruluş yok.
O zaman Sezer’in, muğlâk ve anlaşılmaz sözlerle kapatılmalarını istediği “oluşum”lar neler?
Aslında bu soruya cevap arama zahmetine dahi gerek yok; çünkü Sezer’in birçok bakımdan sorunlu hükmünün “uygulanabilirlik” imkânı bulunmuyor.
Herşeyden önce, hukuk literatüründe “açma” veya “kapatma” muamelesine muhatap olacak “oluşum” diye bir kavram yok.
Bu tür muameleler için, açılması ve faaliyetleri kanunla tanzim edilip kurallara bağlanmış bir tüzel kişilik olmalı ki, Sezer’in sözünü ettiği müeyyide devletçe işletilebilsin.
Kapatma veya el koyma müeyyidesi, ancak vakıf, dernek, şirket gibi, ilgili mevzuat hükümlerine göre kurulmak ve çalışmak durumunda olan organizasyonlar için—belli kayıt ve şartlar altında—söz konusu olabilir.
Bu kayıt ve şartlar da, AB sürecinde iyice sınırlanıp daraltılmış vaziyette. Asıl olan, temel hak ve hürriyetler bağlamında örgütlenme ve teşebbüs özgürlüklerinin özüne dokunacak müdahalelerde bulunulamayacağı.
Müeyyide koyabilmek için ise “cumhuriyetle barışık olmama ve çağdaş Türkiye görüntüsüyle örtüşmeme” gibi asılsız, sübjektif ve gayri hukukî kriterlerin dışında, hukuken geçerli ciddî gerekçeler gösterilmesi lâzım.
Böyle bir durumda bile cemaat ve tarikatlara yine dokunulamaz. Zira bunların, pozitif hukuk kurallarıyla tanzim edilen bir tüzel kişilikleri yok. Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendinin İsmail Ağa Camii cemaati için ifade ettiği “Müessesevî bir hüviyetimiz yok” beyanı (Zaman, 27.10.06) bu anlamda bütün cemaat ve tarikatlar için de geçerli.
Çünkü cemaat ve tarikatlar, dünyevî ve maddî kriterlere değil, uhrevî ve manevî ölçülere göre çalışan; insanların inanç ve gönül bağlarıyla bir araya gelerek dayanışma içine girdiği ve güçlerini manevî hizmetler için birleştirdiği manevî “organizasyon”lar.
Bunlar, kendilerine vücut ve ruh veren inanç ve değerlere ihlâs ve sadakatle bağlı kalmaya devam ettikleri sürece, hiçbir haricî ve dünyevî güç tarafından “kapatılamazlar.”
İnanç, gönül, fikir eksenli, şahs-ı manevîye dayalı sosyal hareketlerin mensupları da dayatma ve baskılarla bezdirilip dağıtılamaz.
Uzak ve yakın tarih, hele cumhuriyet tarihi bunun çok sayıda ibretli örneğiyle dolu...
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Siyasetin gerçek rolü |
|
Seçim yılına yaklaştıkça gündem ısınmaya devam ediyor. Ancak genel seçimlerden önce prova niteliğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi var. İlk gerdirme ve erdirme senaryoları burada yoğunlaşıyor. Kimse eskisinden daha rahat değil. Çünkü kamuoyu ve demokratik reflekslere direnen statükocu alışkanlıkların ve gizli ajanda ile siyaseti köy-yol işinde görevli gören hakim yapının hiddeti karşı karşıya gelmiş bulunmakta.
Adı konulamayan/bulunamayan gerginliklerin perde arkasında, şablonunu şartlara göre değiştirmek istemeyen katı ve korumacı oligarşinin, toplumun ve siyasetin sivilleşme emarelerine duyduğu hazımsızlık var.
Sivil siyaset “heeyyt!” demenin maliyetini ödemek istemiyor. Resmî söylemlerin gölgesinde araştırma ve muhakeme yorgunu düşmüş bir beynin kıvılcımlarını taşıyor. Siyaset üretken, ezberi şaşırtan cesur ve makul çıkışlar yapmadıkça, her sözünden sonra şamar oğlanına çevrilerek şevki kırılacak ve yenilenen hücreleri peşinen tahrip edilecektir.
Önümüzde mayınlı gündemler var. Siyasetçiye tuzaklar kurulmuş sürekli. “Aman mayın patlamasın” deniyor. “Gerginlik olmasın” korkutuculuğu siyasî irade aleyhine işliyor. Ancak mayın tarlasında yüründüğü unutuluyor. Bu ne garabet?
Siyaset, mayınlı tarlada yürümemeyi mi tercih edecek? Yoksa, kendisi için tahsis edilmiş bölgede mayınsız yürümeye göre mi güdülenecek? Bu tayin ve takdirin görünmeyen inisiyatifi kimde kalmalı gerçekten?
Acaba siyasetin bu şıkların dışında bir misyonu yok mu? Hep önüne konulan teknik raporlara göre mi işaret koyacak? Yüksek gerekçeli(!) paranoyak ve veriye dayalı olmayan ideolojik aygıtlarla mı yönlendirilecek?
Siyaset kendi felsefî arka planını neden kuramasın? Bizzat risk ve inisiyatif alarak engelleri kökten bertaraf etmeyi neden stratejik bir dönüşüm olarak görmesin?
Siyasetin düşüncenin havuzunu kurma, ülkenin geleceğine ait kültürel kotlar inşa etme, eğitimi bağnaz ve kişiselleştirilmiş/nesneleştirilmiş akla ziyan ve beyni hırpalayan dayatmacı ezberlerden temizleme vazifesi yok mu?
Ayrıca evrensel normların bireye tekabül eden odağından meselelere bakıp, iç barışı ve kucaklayıcı fikirleri toplumun kılcal damarlarına işleyecek kadar sevgi ve şefkat ikliminde ortaya koymak gibi aslî bir görevi yok mu?
Ülkedeki farklı etnik kimliklere eşit bakmak, bunu ahlâken ve niyeten her ortamda korumak, fikir akımlarına saygı duymak, ifade özgürlüklerine sonuna kadar sahip çıkmak ve daha ilerisi örgütlenme haklarına sonuna kadar destek vermek, siyasetin omurgası değil mi? Sivilleşmenin arterleri buradan çalışmayacak mı? Tersi bir yaklaşım esasında bölücülük olmaz mı?
Yıllardır bu ayrıştırıcı karakterlerin nefret ve tepki psikolojisi ile tahrik edici bir hal aldığını kim inkâr edebilir? Sünnî karşısında Alevî kendini ezilmiş hissediyorsa, bunun telâfisi şefkatle eşitlikçi anayasal vatandaşlık inancıyla aşılır. Kürtlerin bir kısmı kendini Türklere mal olan bazı söylemler karşısında incinmiş ve dışlanmış görüyorsa, herhalde çaresi demokrasi kılıfına sarılmış kadife yumruk indirmek değildir. Özen ve ilgi göstermek çaredir.
Benzer şekilde laikliğin inançlar üzerindeki baskıcı ve itici üslûbu ile mütedeyyin insanları yaralayan tavrı, daha saygılı ve onları öteki görmeden sosyal ortaklıkla çözüleceğine inanması gerekmez mi?
Tersi de geçerli. Kürt veya başka bir ırktaki vatandaş Türkiye kavramına ve onun aslî unsuru Türk’ten rahatsızlık duymayacak ve sevgiyle kabullenecek. Alevî de Sünnîyi hazmedecek. Dindar insanlar, başkasının görüşlerini itham etmeyecek ve yaşayışına müdahale çağrıştıran söylemlerden uzak duracaktır.
Siyaset, birbirine açılma ve kaynaşma kültürünün önündeki cari zihniyeti çözmenin adıdır.
Birliğin kapsama alanına her ferdi dahil etme uzlaşıcılığı ve dirayetli zihin güvenliğidir.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Siyasetin müstakim yolu |
|
Lügatlerde siyaset “Ülke idare etme san'atı”, “devlet idaresini düzenleme”, “devleti yönetme bilimi” ve geniş anlamı ile “yönetim bilimi ve san'atı” olarak tarif edilmiştir. Siyaset bilimcisi Maurice Duvager ise, siyasete “İktidar Bilimi” adını vererek iktidar olmak için yapılacak tüm çalışmaları siyaset olarak tarif etmiş ve siyaseti olması gereken şekli ile değil de, iktidar olmak için yapılması gerekenler yönüyle ele almıştır.
Siyasetin gerekip gerekmediği konusunda üç temel yaklaşım vardır. Bunları; ifrat, tefrit ve istikamet olarak ele almak yanlış olmayacaktır. İfrat görüşe göre, “Din siyasettir. Dinin amacı dünya saltanatına sahip olmaktır.” Tefrit görüşe göre ise, “Siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçmak ve Allah’a sığınmak gerekir.” İstikametli görüşe göre ise, “Şeraitte yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir.”
Siyaset ile saltanat iç-içe olmakla beraber, birbirinden farklıdır. Saltanatı esas alanlara göre amaç her ne suretle olursa olsun iktidar olmak ve insanlara hükmetmektir. Bu anlayış saltanatın devamı için şahısların feda edilmesine göz yuman bir anlayıştır. Siyasette ise, insanları iyiye yönlendirmek ve milletin birlik ve dirliğini sağlamak amaçtır. Bu anlayışta adalet esastır. Bu cihetle siyaset saltanattan daha geniş bir kavramdır.
Bediüzzaman Said Nursî 1918 yılında siyaseti yanlış anlayan, kendi siyasî fikrini savunan şeytan gibi zalimleri, melek gibi dindar kardeşlerine tercih eden bir zihniyet ve ecnebi esaretini siyasetin gereği gibi gören bir yaklaşım karşısında, “Şeytandan kaçar gibi bu nevi siyasetten kaçmak gerektiğini” belirtmiştir. Burada siyaseti tamamen reddeden bütüncül bir yaklaşım söz konusu değildir. Burada siyasetin amaç dışına çıkmasının ne derece dehşetli neticeleri olduğuna dikkat çekilmiştir. Nitekim Bediüzzaman 1922 yılında ısrarlı dâvetler ile çağrıldığı TBMM’ye gitmiş ve “Ben siyaseti terk ettim” dememiştir. Ancak imana ve dine karşı siyaseti dinsizliğe alet eden, dini tamamen dışlayan kanunları kabul eden bir siyasî yapılanmayı ve bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçları görerek “evvelâ imanı ve dini müdafaa etmek gerekir” demiştir. “Dinsizliğe karşı siyasetle değil, iman hakikatleri ile mukabele edilebilir” demiştir.
Muhalefete imkân tanınmadığı ve tek parti hâkimiyetinin devlet politikası haline getirildiği dönemde de Bediüzzaman bu duruma tamamen bigâne kalmayarak, parti genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup yazmış ve gerekli ikazlarda bulunmuştur. Çok partili döneme geçildiği zaman da reyini DP lehinde belirtmiş ve “Ben siyasetler üstüyüm” dememiştir. Talebelerine DP Emirdağ İlçe Teşkilâtında kurucu ve yönetici olmalarını teşvik de etmiştir. Bizzat sandık başına giderek oy da kullanmıştır. Bu DP’nin yanlış icraatlarını onaylamak anlamına gelmez. Müsbet ve doğru icraatlarına destek anlamı taşır. Çünkü “Suç işleyenindir.” Müsbet icraatlarda ise, sonuç tüm destekçiler tarafından paylaşılır. Suçun şahsîliği, yapılan hayırlı işin müşterekliği esastır. Bediüzzaman bunun için, “O iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma dâvet etmiştir.” Bazı DP bakanları ile görüşmüş ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e mektuplar yazmıştır. Bu Bediüzzaman’ın onların yanlışlarını onaylamak anlamını taşımaz.
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu istikametli siyaset anlayışına göre, “Her adam vatanıyla, milletle ve hükümetle alâkadardır.” Bu insanın fıtratı gereği ve sosyal hayatın müşterekliği sebebiyledir. Bununla beraber insan kalp ve mide dairesini ve kâinatla alâkasını unutmamalı ve insan olarak onlara karşı görevlerini ve sorumluluklarını ihmal etmemelidir. Her birine ihtiyacı kadar ve gerektiği ölçüde hayatında yer vermeli ve zaman ayırmalı, birini tamamen ihmal ve terk ederek hataya düşmemelidir. Siyasetin dinde yeri her ne kadar yüzde bir de olsa, o yüzde birlik vazifeyi terk ve ihmal etmek çok vahim neticeleri beraberinde getirecektir. Bir kaptanın vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gemiyi karaya oturtması ve tüm gemi çalışanlarını ve gemi sahibini büyük zararlara sokması misali bunu en güzel şekilde açıklamaya yeterlidir. Bir araba şoförünün vazifesi içinde yüzde birlik bir ihmal ile gaflete düşerek birkaç saniye uyumasının ne gibi feci kazalara sebebiyet verdiği her gün tekrarlanan bir tecrübe olarak karşımızda durmaktadır. Bütün bunları görerek, yaşarak “Canım bu yüzde birlik bir meseledir. Hiç önemi yoktur” demek, ne derece büyük bir gaflet olduğu açıktır. Hiçbir akıl ve vicdan sahibi bunu söyleyemez.
Bediüzzaman’ın anlayışında siyaset gerçekten ihmal edilemez derecede önemlidir; ancak bu “İktidar olmayı” hedefleyen bir amaca yönelik değildir. Bediüzzaman “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” dediği bir zamanda DP’ye açıkça destek vermiştir. “Nur Talebelerinin siyasete karışmadığını” söylediği aynı zamanda DP’yi desteklemek amacı ile talebelerini görevlendirmiştir. Burada iktidarı hedeflemeyen, ama siyaset yoluyla dine hizmeti amaçlayan ince bir siyaset vardır. Bediüzzaman ve talebelerinin “iktidar olma” ve “devleti yönetme” gibi bir amacı yoktur. İktidara ve devleti yönetenlere adil olmaları için yol göstermek; hak ve hürriyetleri korumada yardımcı olmak gibi insanî ve vatanî görevleri yerine getirme sorumluluğu vardır. Zaten halka hizmeti esas alan siyasî bir partiyi destekleme ve oy verme böyle bir vatandaşlık görevinin gereğidir.
Burada Bediüzzaman’ın çok güzel, örnek bir vatandaşlık görevini sergilediğini görmekteyiz. Siyasetin içinde olmamakla beraber, siyasî görevini ihmal etmemiş, siyaset yapmamakla beraber siyasî olaylara bigâne de kalmamıştır. İstikametli siyasî çizgi budur.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsan ne zaman helâk olur? |
|
Hayat, maddeten ve mânen birçok sebeple devam eder. Ama sona ermesi için bazan bir hayatî unsurun yokluğu yeter.
İnsanı yok eden, mahveden, helâk eden nice tehlikeler vardır. Bir hadis-i şerif, helâk edici önemli bir unsura şöyle yer veriyor: “Ya ilim öğreten, ya ilim öğrenen, ya dinleyen veya bunları seven ol. Sakın beşincisi olma, helâk olursun.”1
Helâk olma dışında hadiste sayılan dört hususu bir arada bulunduran, bir veya birkaçına sahip olan mü’minin dünya ve ahiret işlerindeki durumunu bir göz önüne alın. Beşikten mezara kadar ilimle haşir neşir olan böyle bir mü’minin dakikalarının onu maddeten ve manen ne kadar yükselttiğini anlamakta gecikmezsiniz.
Bediüzzaman Hazretlerinin belirttiği gibi, “Dünya neden herkese terakkî dünyası olsun da bizim için tedennî dünyası olsun?” Buna hiçbir sebep ve gerekçe yok. Aksine terakkî etmemizi gerektiren nice sebep var.
İlimsiz ne dünya olur, ne de ahiret. “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini de isteyen yine ilme sarılsın” buyurulmuyor mu?
Bu hakikati bir köşeye yazmalı. Daha doğrusu kafamızın köşesine yazmalı, gözümüzün önüne koymalı. Bütün meselemiz okumak, öğrenmek, öğretmek, dinlemek ve bunları sevmek olmalı.
Bir öğrencinin en pişman olacağı an ölüm-kalım savaşı denilebilecek imtihanlarda başarısız olup sınıfta kaldığı andır. Kıyamet günü dünya imtihanında derslerine çalışıp geçerli notu alamamış insan da, en çok pişman olanlardan olacaktır. İlmin, İslâmın hayatı, imanın direği olduğu bildirilmesine,2 onca emir ve teşviklere rağmen ilimsiz geçen bir hayat orada pişmanlıklarla dolu olacaktır. Şöyle buyuruyorlar Kâinatın Efendisi (asm): “Kıyamet Gününde en çok pişman olacak insanlardan biri, dünyadayken ilim öğrenme imkânına sahip olduğu halde öğrenmeyen kimsedir.”3
Her hayırlı işin muzır manileri vardır. İlim öğrenmek gibi üstün bir ibadet için de çeşitli engeller çıkabilir. Şeytan ve nefis insanı ilimden, ilim atmosferinden uzaklaştırmak için elinden gelen herşeyi yapar. İlme, okumaya karşı bir soğukluk ve nefret verir.
Geçenlerde bir dostun dükkânına gittiğimde kitabı önünde açık buldum. Müşteri yokken vaktini değerlendirmek için kitap okumaktaydı. Demek alışkanlık kazanılır, okuma sevilir ve insan isterse neler yapılmaz ki! Okumaya vaktim yok diyenlerin kulakları çınlasın!
Dipnotlar:
1- Keşfü’l-Hafa, 1:437.
2- Muhtarü’l-Ehadis, 1:100.
3- Kenzü’l-Ummal, 4:29.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Acz, fakr ve iman |
|
Dilini bilmediğiniz, krokisine yabancı, üstelik düşmanlarla dolu bir ülkenin çok büyük demir-çelik fabrikasını düşününüz. Hassas, telekomünikasyon sistemleri, korkunç ocaklar, tehlikeli gaz ve maddelerle dolu depolar, dehşetli çarklar, karmaşık bölümler, girift yollar… Bu durumda ne yaparsınız, ne yapmalısınız? Elbette fabrika yöneticisine müracaat ederek vereceği rehbere, kılavuza uymalısınız.
Şimdi, kendimizi; hayatımızı, yaşayışımızı ve çevremizi sorgulamaya başlayalım: Dünyayı bir fabrika farz edebiliriz. Sonsuz derecede aciz, zayıf, fakir ve ihtiyaç sahibi olduğumuzu biliyoruz. Hastalık, âfât, olumsuz olaylara dek sayısız tehlikeler ve düşmanlarla karşı karşıyayız. Mikroskopla bile binlerce kez büyütülüp ancak görülebilen bir virüs, bir bakteri, bir mikroba mağlûp oluyoruz! Basit bir hastalık, bizi yataklara seriyor, hatta ölümümüze sebep olabiliyor. Devamlı olarak dünyamız, yok oluşlarla çalkalanıyor. Bu müthiş yok oluşlarla beraber zevk, lezzet, huzur ve mutluluğumuzla birlikte sonsuzluk duygumuz da yerle bir oluyor.1
“Benim imanım güçlü!”
“Ben dini bütün bir insanım!”
“Dinî duygularım güçlüdür!”
Bu ve benzeri cümleler işitiriz kimi çevrelerden. Acaba bu sözlerin gereği fiil, davranış, hareket, kısaca hayatın bütün katmanlarına yansımazsa güçlü bir imana, temiz bir kalbe sahip olunabilir mi? Bunlar tıpkı, tıp tahsili yapmadan veya herhangi bir sağlık kuruluşundan sertifika almadan, “Ben güçlü bir hekimlik bilgisine sahibim, muayene edebilir, reçete yazabilirim!” demek gibi değil mi?
Hemen hepimiz imanın; kâinatın Yaratıcısına, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahirete (öldükten sonra dirilişe), kadere (olmuş ve olacak her şeyi Onun planlayıp programladığına) inanma ve kabul etme şeklinde formule edildiğini biliriz. Ancak bu, sadece kuru bir “kalbî tasdik ve lisanî ikrardan” ibaret değildir.
Bilgi, obje/nesne, olay ve soyut düşünceler; uygun tepkiler, şuurlu “zihnî oluşumlar” alarak; zihnimizin basamakları “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlama, kavrama, idrak etme), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tabi tutulur, yoğrulur ve en son kademe “itikad” (iman, yüksek inanç, kesin kanaat) şeklinde oluşan bir süreci ifade eder. Aynı zamanda kalp, vicdan gibi duygularımıza mal edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür.
İman; fikirleri, kalb ve vicdanları kâinatın Yaratıcısı Sâni-i Hakîme çevirip bağlar. Fikirlerin Ona yönelmesi, “itaat ve kayıt” altına girmeyi netice verir. İtaat ve inkıyad ise, ferdi düzen altına alır. Ferdin intizam altına girmesi, hem âilenin, hem de sosyal hayatın mükemmel bir düzene kavuşmasıdır.
İman, imân-ı billâhı, bu da ma’rifetullahı, o da muhabbetullahı gerektirir. Yani, Allah’ı, tabiatta tecellî eden isim ve sıfatlarıyla tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi netice verir. Rabbimizi bilirsek, kendimizi tanır ve geliştiririz; nefsimizi terbiye eder ve tekâmül ettiririz. Böylece Kur’ânî ve Peygamberî öğretiler çerçevesinde ruhumuzu tanır, nefsimizi terbiye eder ve hayatımızı programlarsak potansiyel halindeki yeteneklerimizi keşfeder ve fevkalâde geliştiririz. Yâni, “marifetullah” ile aklımızı, “muhabbetullah” ile kalbimizi olgunlaştırır, tekâmül ettiririz. Rûhî tekâmül, bize sayısız ihtiyaçlarımızı ve aczimizi fark ettirip; sonsuz kudret, zenginlik Sahibine dayanarak, ona hakikî “kul/abd” olmaya yönlendirir. Bu ise, bize olağanüstü bir güç/enerji verir.
Dipnot:
1- Şuâlar, s. 58-60.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hangisi gerçek Atatürk? |
|
Cumhuriyet'in 83. kuruluş yıldönümü vesilesiyle, bazı medya organlarında birbirinden farklı, hatta birbirinin zıddı olarak sayılabilecek iki Atatürk portresi ön plâna çıktı:
* Biri dindar, muhazakâr, ailesi tesettürlü, kendisi de zaman zaman cübbe–sarık giyinen, camide duâ eden, hatta hutbe okuyan bir M. Kemal.
* Diğeri ise, yüzü Batı'ya dönük, Avrupa'nın fikir hayat tarzını yeğleyen, dindarlık yerine laikliği, muhafazakârlık yerine devrimciliği, örtünme yerine tesettür karşıtlığını, "Arapların dini" olarak tâbir ettiği İslâmiyeti ise "Türk'ün millî heyecanını uyuşturan" bir din şeklinde gören M. Kemal.
Acaba bu iki şıktan hangisi doğru ve hangisi M. Kemal gerçeğini daha inandırıcı olarak yansıtıyor?
* * *
Birinci grubun içinde yer alan kimi dindar çevreler, özellikle M. Kemal'in 1923'e kadar olan hayatından, hal ve hareketinden, söz ve davranışlarından dem vuruyor. O tarihten sonrası için, inandırıcı mahiyette en ufak bir delilleri dahi bulunmuyor. Bunlar, üstelik vahim bir kompleks içinde ve sığınmacı bir edâ ile görüşünü yansıtmaya ve "İşte bakın, hakikî Atatürk budur" demeye getiriyor.
Ancak nafile... Böyle yapmakla hiç, ama hiç inandırıcı olamıyorlar.
Eminiz ki, bu yaptıklarına kendileri dahi inanmıyorlar. Dolayısıyla, bu hususta birçoğu takiyye yapıyordur.
* * *
Diğer gruptakiler ise, onlar da daha ziyade M. Kemal'in 1923'ten sonraki hayatını, fikriyatını ve icraatını nazara veriyor. İşte, buna bir örnek: Dünkü Milliyet'te bu konuyla ilgili yazısı yayınlanan Can Dündar, 1931'de Afet İnan imzasıyla çıkan Medeni Bilgiler kitabında yer alan M. Kemal'in el yazısından şu cümleleri iktibas etmiş: "Türkler, Arapların dinini kabul ettikten sonra, (..) bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. (..) Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin mânasını bilmediği halde Kur'ân'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..) Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular."
Buna benzer ifadeleri, kaynak olarak Doğu Perinçek'in yıllar önce yayınladığı "2000'e doğru" dergisi ile Yeni Asya Yayınları arasında çıkan Yakın Tarih Ansiklopedisinde de bulabilirsiniz.
Bir insanın hakikî hüviyetini, önceki safhalar değil, daha çok son hayat devresi ve bu devre içinde yaptıkları ortaya koyar. Dolayısıyla, ikinci gruptakilerin tezleri, yahut iddiaları daha doğru, daha gerçekçi görünüyor.
Gerçekleri olduğu gibi yansıtmak, insan izzet ve haysiyetine daha çok yakışan bir meziyettir.
Günün Tarihi
Cumhuriyet'in kurucuları,
bir yıl sonra yollarını ayırdı
31Ekim 1924: İstiklâl Harbini kazandıktan sonra Cumhuriyet idaresini de birlikte kuran sivil ve özellikle askerî erkân, çeşitli sebeplerle karşı karşıya geldi. Paşalar için çıkartılan "Ya askerlik, ya da milletvekili" olma şartı, Millî Mücadelenin önemli şahsiyetlerini birbirinden ayırarak, onları farklı tercihlere yöneltti. Bu tarihe kadar, paşaların çoğu hem askeriyede vazifeli, hem de Meclis'te milletvekili durumundaydı.
M. Kemal Reisicumhur, İsmet Paşa da Başbakan olduktan sonra, paşalar arasında bâriz şekilde göze çarpan bir ayrışma hareketi yaşandı. Bunları CHF'ye (CHP) taraf olanlar ile bu partiye muhalif olanlar diye iki ana eksene ayırmak da mümkün.
CHP'nin genel başkanı, aynı zamanda cumhurbaşkanı da olan M. Kemal idi. Başbakan olan İsmet Paşa ise, bu partinin başında vekâleten duruyordu.
"Ya askerlik, ya siyaset" mecburiyetinden sonra, Kàzım Karabekir olmak üzere, Rauf Orbay, Ali Fuat, Cevat (Çobanlı), İzzeddin (Çalışlar), Fahreddin (Altay) ve Cafer Tayyar gibi paşaların çoğu askeriyeden ayrılarak milletvekili olarak kalmayı tercih etti.
İki hafta kadar sonra (17 Kasım), Dr. Adnan Adıvar gibi bazı sivillerin de iştirak ettiği bu liberal meyilli grup tarafından yeni bir siyasî parti kuruldu. Adına Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) denilen bu partinin genel başkanlığına ise, Şark Cephesinin kahraman kumandanı Kàzım Karabekir getirildi.
Bu tarihten kısa bir süre sonra yaşanan Şeyh Said hadisesinin hemen bütün günahı TCF'ye kesildi.
Bununla da yetinilmeyerek, parti 5 Haziran 1925'te kapatıldı. (TCF'nin kapatılmasındaki en önemli gerekçe, parti programının 6. maddesinde yer alan şu ifade olsa gerektir: "Fırka, efkâr ve itikadât–ı diniyyeye hürmetkârdır.")
Ne var ki, yine de bu partiye fatura kesmenin sonu gelmedi. Haziran 1926'da vuku bulduğu iddia edilen "İzmir Sûikasti" bahanesiyle, TCF'nin hemen bütün yöneticileri İstiklâl Mahkemesinde yargılanarak çeşitli cezalara çarptırıldı. Bazıları idam edildi, bazılarına ise ömür boyu siyaset yasağı getirildi.
Karabekir Paşa bile idam edilmekten zor belâ kurtulabildi. Ayrıca, 1939'a kadar Ankara'dan, dolayısıyla siyasî hayattan uzak durmak mecburiyetinde kaldı.
(Kronolojik bilgiler için bkz: TTK; Tarih Kronolojisi, s. 424–426)
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
“Zamanın sesi” ve asrın tehlikesi... |
|
“Zamanın sesi” asrımızın yarasına merhem sürmek istemektedir. Bu ses asrımızın en tehlikeli fitnesine maruz kalan bir kısım cins-i lâtifin içinde bulunduğu tehlikeli konumu nazara vermektedir. Bu ses insanlığa ve bilhassa ehl-i imana kurulmuş önemli bir tuzağa işaret etmektedir.
Ve bu ses şöyle bağırmaktadır: “Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış; Yuvalarına Dönmeli”. Yıllar önce söylenen bu söze kulak verilmediği için, o yuvasından çıkıp beşeri yoldan çıkaranlar, bugün yuvalarında huzurla yaşayan hemcinslerini bile tehdit etmektedir. Yani birileri yuvalarına dönmediği gibi, yuvalarında huzur içinde yaşayanları da dışarı çıkarmaya çalışmaktadır.
Yapılan ifsat etme çalışmalarında oldukça mesafe kat edildi ne yazık ki. Derken artık yuvadan çıkıp sokakları mesken tutmak, neredeyse sıradan bir hale gelmeye başladı. Böylece yuvalarından çıkanlar dönmediği gibi, yuvanın insan yaşayışındaki ehemmiyetini bilenler de zamanla bu yakıcı ateşten etkilenme tehlikesine maruz kaldılar.
“Zamanın sesi” devamla “Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalarından uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış” demektedir. Mimsiz medeniyet “deniyyet” yani alçaklık demektir. İşte bu sözde medeniyet, bir kısım kadınları yuvalarından yani evlerinden çıkarmış ve sosyal hayatın yuvayı unutturan girdabına atmıştır. Derken yuvasızlar artık hürmete lâyık hallerini kaybetmiş, şartlar onları değersiz bir meta haline getirmiştir. (Elbette bu zor şartlara rağmen edebini ve iffetini muhafaza edenler de yok değildir. Onları tenzih ederiz.)
“Şer-i İslâm onları Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına, hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede.” İslâm şeriatı Allah’ın rahmeti gereğince o yuvasını terk edenleri yuvalarına dâvet etmektedir ve iddiâ etmektedir ki, onları ancak ailedeki konumları değerli kılacak, onlar ancak aile ortamında rahat ve huzur bulabileceklerdir.
Ve sesleniş devam etmektedir: “Temizlik zinetleri, haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemali ismet, hüsn-ü kemali şefkat, eğlencesi evlâdı.” Ehl-i iman olarak şu sese bilhassa zamanımızda iyi kulak vermemiz gerekmektedir. Çünkü yuvasından çıkma hastalığının etrafa verdiği rahatsızlık bütün insanlığı tehdit etmektedir. Bakınız, kadınların en büyük zinetlerinin temizlik olduğu ifade edilmektedir. Yani sun’î güzelliklerin güzellik olmadığı ifade edilmekte, ‘dışı süs, içi pis’ olanların durumuna düşmememiz istenmektedir. Onlar için en yüksek meziyetin güzel ahlâk olduğu söylenmektedir. Onlar için en büyük güzelliğin ismet ve namus olduğu, en büyük mükemmelliğin şefkat duygusu olduğu haykırılmaktadır. Ve evlâtlarla ilgilenmekten daha güzel bir eğlence olamayacağı beyan edilmektedir.
Ve bu ses “Bunca esbab-ı ifsad, demir sebat kararı lâzımdır, ta dayansın” demektedir. Fesada girmenin çok kolay olduğu bu zamanda, haktan şaşmamak için demir gibi bir sebatın lâzım olduğu belirtilmektedir. Bakınız bu seslenişte daha neler vardır: “Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe; riya ile rekabet, hased ile hodgamlık debretir damarları! Yatmış olan hevesât, birdenbire uyanır.” Bir kardeşlik meclisine bir güzel hanım girince oradakilerde ikiyüzlülük ve kendilerini beğendirme duyguları ortaya çıkar. Bu demektir ki, hiçbir kardeşlik meclisine fitneye sebep olabilecek kadınların girmemesi gerekir.
Lütfen bu sesi iyi takip edelim: “Taife-i nisâda serbesti inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.” Kadınların olabildiğince serbest olmasını ve istedikleri gibi davranmasını isteyenler, aslında toplumda kötü ahlâkların inkişaf etmesini, yayılmasını hedeflemişlerdir. Ne yazık ki günümüzde büyük nisbette muratlarına ermişlerdir.
Bu sesin sahibini büyük ihtimalle biliyorsunuz. Eğer bu sesin yükseldiği yeri merak ediyorsanız, müellifi Bediüzzaman Said Nursî olan Sözler kitabının (Lemaat bölümü) 668. sayfasına bakınız. Ve orada “Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış; Yuvalarına Dönmeli” başlığı altındaki metni dikkatle okuyalım lütfen…
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kadın ve erkek birbirinin örtüsüdür- 1 |
|
Bir Okuyucu: “Benim size sorum, eşler arasındaki kıskançlıkla ilgili. Eşimin bilgisayar şirketi var. Ben de şu anda 2 haftadır bu şirkette çalışmaya başladım. Eşimin bayağı değiştiğini gördüm. Öncelikle namazlarını aksatıyor. (Bunu anlıyordum zaten) Özellikle bayan müşterileriyle samîmî bir şekilde konuşuyor. Yapı itibariyle zaten sıcakkanlı birisidir. Ama bayanlarla bu şekilde samîmî konuşmaları beni çok ama çok rahatsız ediyor. Daha önce uyarmıştım. ‘İsimle hitap etme, hanım de’ diye o zaman biraz değişmişti. (Bir dönem yine işyerinde çalışmıştım) Şu anda kıskançlık krizine giriyorum diyebilirim. Bunu ona belli etmemeye çalışıyorum. Ama içim içimi yiyor. Sürekli Rabbime sığınıyorum. Allah’ım bana doğru yolu göster diye. Bu kıskançlık haklı bir kıskançlık değil mi? Eşimi nasıl koruyabilirim? Önceden bayanlarla aynı ortamda bile çalışmak istemediğini söylerdi. Şimdi bazen tokalaştığını bile söylüyor. Eşimle ne şekilde konuşmalıyım? Lütfen bana yardımcı olun. Kendi duygularımı nasıl bastırabilirim? Ne yapmalıyım? Cevap verirseniz çok sevinirim. Çünkü gerçekten kendimi iyi hissetmiyorum.”
Aile hayatı Cennetten bir köşedir. Allah için bir araya gelmiş ve bir hayat arkadaşlığı kurmuş eşler de aslında birer âhiret dostudurlar. Birbirlerini dine, takvaya ve Allah korkusuna Allah için sevk ederler. Birbirlerini haramdan korumaya Allah için çalışırlar. Birbirlerini Allah’a itaate Allah için teşvik ederler.
İki türlü kıskançlık vardır: Biri haram, diğeri sünnettir. Sırayla görelim:
1- “Hased” karşılığı kullanılan kıskançlık. Müslüman kardeşinin iyiliğini çekememekten ve kötülüğünü istemekten ibaret olan bu kıskançlık, bir kötü huydur. Haramdır.
2- Eşimizi, kızımızı, kız kardeşimizi, annemizi vesâir mahremlerimizi nâmahremlere karşı korumayı ifade eden içimizdeki sevk-i İlâhî de dilimize kıskançlık olarak girmiştir. Bu kıskançlık sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) bu kıskançlığı teşvik ve tavsiye etmiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurmuştur ki:
* “Allah, mahremlerini nâmahremlerden kıskanan kullarını sever.”1
* “Mahremini kıskanmak imandandır...”2
Mahremini kıskanmak, mahremini haramdan koruyan ve onu helâl sınırları içinde barındıran bir örtüdür. Kur’ân, “Onlar sizin örtünüz, sizler de onların örtülerisiniz”3 âyeti ile eşleri harama karşı birbirleri için örtü ilân eder. Bu örtünün önemli bir ayağı kıskançlıktır. Çünkü kıskançlık damarıyla beyini haramlardan çekip alan kadın da, eşini haram şekilde giyinmekten ve yabancı erkeklerle gereksiz yere muhatap olmaktan alıkoyan erkek de aslında yekdiğerini Allah’ın rızasına, takvaya, Allah korkusuna, Cehennemden korunmaya ve Cennete girmeye dâvet etmiş ve yardımcı olmuş olmaktadır.
Nitekim meselâ kadın için açık-saçıklık ne kadar yasaklanmış bir davranış ise, erkek için haram bakışlar o kadar yasaklanmış bir davranıştır. Netice itibariyle; erkeği haram bakışlardan ve haram meyillerden alı koyan kadının kıskançlığı da, kadını açık saçıklıktan ve erkeklerle gereksiz yere muhatap olmaktan alı koyan erkeğin kıskançlığı da Allah’ın rızası yolunda atılmış en fıtrî (şimdiki ifadeyle en tabiî) ve en saygı değer birer adımdır.
Daha açık konuşalım: Erkeğinin gözünün harama kaymasını kadın kıskanıyorsa; bu güzel bir huydur ve kadın—kendisi bilsin, bilmesin—bu tavrı Allah adına gösteriyor. Çünkü mü’min erkekler için, “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar”4; “Allah gözlerin gizlice harama bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de”5; “Şüphesiz, Rabbiniz size bakmaktadır”6 ve “Kulak, göz ve kalp; hepsi yaptıklarından sorumludur”7 buyuran Cenâb-ı Allah’tan başkası değildir.
Keza kadınının açık saçık giyinmesini ve başkalarıyla gereksiz yere muhatap olmasını erkek kıskanıyorsa eğer; bu erkek için de güzel bir huydur ve erkek—kendisi bilsin, bilmesin—bu tavrı Allah adına gösteriyor demektir. Çünkü mü’min kadınlar için, “Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocalarından veya babalarından... Başkasına göstermesinler”8 ve “Sizler her hangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer takva içinde olmak isterseniz, nâmahremlerinizle cazibeli ve çekici bir eda ile konuşmayın. Ki, kalbi bozuk olanlar bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin”9 buyuran Kur’ân’dan başkası değildir.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 2/1078; 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/2804; 3- Bakara Sûresi, 2/187; 4- Nûr Sûresi, 24/30; 5- Mü’min Sûresi, 40/19; 6- Fecir Sûresi, 89/14; 7- İsrâ Sûresi, 17/36; 8- Nûr Sûresi, 24/31; 9- Ahzab Sûresi, 33/32
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Krizsiz bir resepsiyon |
|
29 Ekim resepsiyonu, Ankara gazeteciliği açısından kaçırılmaması gereken faaliyetlerdendir.
Her ne kadar Sezer’in cumhurbaşkanlığı ile birlikte, kamusal alanın yasaklarına hapsolsa da, ne zaman ne çıkacağı belli olmuyor.
Sezer’in son resepsiyonu olması açısından bu kez farklı beklentiler hakimdi.
Cumhurbaşkanının laiklik-irtica ekseninde sert uyarılarda bulunacağı söyleniyordu. Komutanlar konusunda ise, bir öngörü yoktu. Ama Genelkurmay Başkanlığının ilk günlerinde bazı gazetecilere telefonla demeç verecek kadar medya dünyasına hızlı bir giriş yapan Büyükanıt’ın, en azından DYP lideri Mehmet Ağar’a cevap vermesi bekleniyordu.
Büyükanıt ile Ağar arasında kapatılmayan bir “o zat” tartışması vardı zihinlerde.
Ancak tüm beklentiler boşa çıktı.
Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili sorular karşısında, “Penaltı yakalamış futbolcular gibi soru soruyorsunuz” demekle yetinirken, Ankaralı gazetecilerin penaltıyı gole çevirip iyi bir manşet çıkarma heveslerini kursaklarında bıraktı.
Çankaya Köşkü’nde 29 Ekim’in Cumhuriyet ve laiklik vurgusunun ön planda olduğu bir zeminde Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’tan, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışını engellemeye yönelik bir beyanat almak fena olmazdı hani.
Bir GSM şirketinin reklâmında olduğu gibi, “Ver coşkuyu, ver coşkuyu” havalarındaydı gazeteciler, ama Büyükanıt, “Yem atıyorsunuz, ama bu sefer balık tok” karşılığını verdi.
Balık tok olsa da ısrarlar sürdü. Çünkü Büyükanıt’ın kendisinden beklentilerin yüksek olduğu, tabiri caizse, “kodu mu oturtan” bir komutan olması açısından ne diyeceği önemliydi. Büyükanıt, “Türkiye geriliyor” dedi ve ekledi, “Türkiye’yi germek isteyen biri değilim. Germek istemiyorum.”
En az bu sözleri kadar önemli olan bir çıkışı daha vardı, “Hep bunları mı tartışacağız?” dedi Genelkurmay Başkanı.
Büyükanıt Paşa disiplinli, fevkalâde iyi yetişmiş bir komutan olarak biliniyor. Ancak Şemdinli olaylarına karışan astsubaylar için sarf ettiği, “iyi çocuklar” sözünden başlayıp, DYP lideri Ağar’a, “o zat” diye hitap etmesine kadar süreci gözünün önünden geçirmesi gerekiyor. “Ver coşkuyu, ver coşkuyu” mantığının ürünü olan zeminlerde yaptığı bu tür açıklamalar Büyükanıt’ı yıprattı. Başarılı askerliğinin üzerine gölge düşürdü.
Sanıyorum Paşa artık bunun farkına vardı.
Bu tavır bir başka açıdan daha önemliydi. 8 Kasım’da AB İlerleme Raporu açıklanacak. 6 Kasım’da ise, Strateji Raporu yayınlanacak. Her iki belgede de Türkiye’de askerin rolünün demokratik normlara aykırı olduğu dile getiriliyor.
29 Ekim resepsiyonundan kriz çıkarmak isteyenler başarılı olamadı. Hatta öyle ki, Cumhurbaşkanı Sezer dahi ortamı germemek adına,“Törenlerde üşüdük. Semra Hanımla gelecek yılki törenlere katılmama kararı aldık” diyecek kadar kendinden beklenmeyen ölçüde sıcak espriler yaptı.
Bu arada Semra Sezer’in Hürriyet gazetesi yazarı Emin Çölaşan’a, “Bugün programınız yoktu” diye sorması ilginç. Çölaşan’dan, “29 Ekim Bayramı nedeniyle program yoktu” cevabını alan Semra Hanım, “Sizin ardınızdan Tuncay Özkan ile Cüneyt Arcayürek’in Politika Durağı programını izliyor” demiş.
Emin Çölaşan Cumhuriyet gazetesinin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay ile ART’de program yapıyorlar. Her TV’de çıkmayan, izlemek için çok özel çaba gerektiren bir televizyon.
Yılların ülkücüsü Mustafa Özbek’in, Balbay ve Çölaşan’a açtığı ekrandan, ulusalcılık ve AKP’ye muhalefet adına, muhafazakâr kesimi rencide edici ve yasakları savunan, askeri kışkırtan bir yayıncılık yapılıyor.
31.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|