Kendi kabahatini örtmek adına irticâ ithamı
Bidayetlerde herkesten suâl olunduğu gibi, Divân-ı Harpte bana da suâl ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin?”
Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.
Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dâhil misin?”
Dedim: Maaliftihar! En küçük efrâdındanım. Fakat, benim târif ettiğim vecihle. Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.
İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrûtiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:
Dedim: Ey paşalar, zabitler!
Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli:
Medâr-ı iftiharım olan mehâsinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim.
Mukaddeme olarak söylüyorum:
Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlûmiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irticâ ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?
Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 16
Lügatçe:
adalet-i mahz: Tam bir adalet.
itizar: Kusurunu bilerek özür dilemek.
setr: Örtmek, gizlemek.
cerbeze: Demagoji.
efrad-ı kesîre. Pek çok kişi.
tahallül-ü mehasin: Güzellikleri birbirinden ayırmak.
müteferrik: Çeşitli, kısım kısım, başka başka, dağınık.
|
ESMA-İ HÜSNA
Hamîd
Allah (c.c.), Hamîd’dir, Mahmûd’dur. Yani, hamd ve senâ, medih ve minnet Allah’a mahsustur. Bütün mevcûdâtta medih ve senâ sebebi olan bütün mükemmellikler, kemâller, olgunluklar ve iyilikler Allah’a aittir. Kendisine hamd ve senâ edilen, övgü ve minnet sadece Kendisinin hakkı olan, gerçek övgüye lâyık olan, methedilmeye ve övülmeye değer tek varlık Cenâb-ı Haktır.
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebîr’de bildirdiği Hamîd ve Mahmûd isimleri, Cenâb-ı Hakkın izzet ve azameti takdir edilen, büyüklüğü bilinen, güzel isimleriyle, yüce sıfatlarıyla ve san’at eserleriyle gerçek övgüyü hak eden tek varlık olduğunu ifâde eder. Bunlardan Hamîd ismi Kur’ân’da da gelmiştir. İlgili âyetleri inceleyelim:
“Onlar sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılmışlar ve Hamîd’in yoluna eriştirilmişlerdir.”1
“Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan ve Azîz ve Hamîd olan Allah’a îmân etmelerinden dolayıdır. Allah her şey üzerinde Şehîddir (her şeyi görendir).”2
“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”3
Bedîüzzaman’a göre, Kur’ân’da dört sûrenin “Elhamdülillâh” kelimesi ile başlaması (Bunlar En’am, Kehf, Sebe’ ve Fâtır sûreleridir.), “hamd”i zorunlu kılan dört esas nimete ve hakîkate işâret hükmündedir.
Bunlar: (1) Birinci yaratılış olan dünya hayatı, (2) birinci yaratılışta devamlılık, (3) ikinci yaratılış olan öldükten sonra diriliş, (4) ikinci yaratılışta beka ve ebedî hayattır.
Bediüzzaman Saîd Nursî, böylece “hamd”in, yaratılışın gayesini nazara verdiğini ve hikmetini düşünmeye sevk ettiğini kaydeder.4
Bedîüzzaman’a göre, “hamd”in en geniş mânâsı Allah’ın kemâl sıfatlarını kavramak ve göstermektir. Yani, kâinata bir özet olarak yaratılan ve bünyesine Allah’ın her bir isminin birer tecellîgâhı olan muhtelif âlemlerden birer emânet bırakılan insan, eğer maddî-mânevî âzâlarını ve duygularını Allah’ın emrettiği yerlere sarf ederek hamd vazifesini gerçekleştirirse, cevherinde emânet bırakılan o örneklerden her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. O âleme tecellî eden sıfatla, o âlemden tezâhür eden isme bir ayna olur. Bu durumda insan ruhuyla ve cismiyle yaşadığımız âleme ve gayb âlemine bir öz ve bir hulâsa olur. Ve her iki âleme tecellî eden, insana da tecellî eder. Bu cihetle insan Allah’ın kemâl sıfatlarını hem kendi üstünde görür, hem de şuur sahiplerine gösterir.5
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, her bir mahlûk, her bir yaratık, her bir zerre, birer methiye kasîdesi hükmündeki nakışları ile Rablerine hamd etmektedirler.6 Bütün varlıklar âleminde ezelden ebede kadar, medih ve övgü kimden kime karşı yapılmış ve yapılacak olursa olsun, hepsi gerçekte Allah’a mahsustur. Çünkü medih sebebi olan nîmet, ihsan, kemâl, cemâl ve hamde konu olan ne varsa Allah’ındır, Allah’a aittir.7
Cenâb-ı Hakkın varlıkları îcâd ederek kendini tanıttırmak ve sevdirmek istediğini kaydeden Bedîüzzaman, böylece varlıkların medh ü senâsını ve minnettarlıklarını Kendi üzerine çekmenin, büyük bir Rabbânî maksat olarak tecellî ettiğini beyan eder.8 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, yeryüzünde her bahar mevsiminin birer erzak vagonu olarak tanzim edildiğini görüp hamd ve şükür etmeyenler, yeryüzündeki hamd ve şükür etmeye vesîle olan nimetlerin tamamını yok saymaya mecbûrdurlar.9
Bedîüzzaman’a göre, şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsûlâtın en âlâsı hamd ve şükürdür.10 Çünkü kâinat tabir olunan şu büyük kitap, tefsîri olan Kur’ân-ı Azîmüşşânın beyanına göre, bütün babları ile, bütün fasılları ile, bütün sahifeleri ile, bütün satırları ile, bütün kelimeleri ile ve bütün harfleri ile, o Zât-ı Akdes’in cemâlî ve kemâlî sıfatlarını gösteren birer senâhandır, birer hamd ve şükür kelimesidir. Allah’a mütemâdiyen hamd etmektedir.11
(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)
Dipnotlar:
1- Hac Sûresi: 24; 2- Buruc Sûresi: 8-9; 3- Fatiha Sûresi: 2; 4- İşaratü’l-İ’câz, s. 22; 5- A.g.e., s. 23; 6- Sözler, s. 513; 7- Mektubat, s. 230; 8- Şuâlar, s. 25; 9- A.g.e., s. 519; 10- Mektubat, s. 348; 11- Şuâlar, s. 654.
|
Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)
Ebû Hureyre’nin hafızası
Hem Tufeyl ibni Amr, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bir mucize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Allahım, onu nurlandır” demiş. İki gözü ortasında bir nur zuhur etmiş, sonra değneği ucuna naklolmuş. Bununla “zinnur” diye iştihar bulmuş.
***
Hem Ebû Hüreyre, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma şekvâ etmiş ki, “Nisyan bana ârız oluyor.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş, bir mendil şeklinde birşey açmış. Sonra, mübarek avucuyla gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki üç defa öyle yaparak Ebû Hüreyre’ye demiş: “Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı mânevî-i duâ-yı Nebevî ile, Ebû Hüreyre kasem eder: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.”
Mektûbât, s. 146
|