Hiç hesapta yokken bu mübarek Ramazan Bayramında kendimi Diyarbakır’da buldum.Yolumuz, by-pass ameliyatı geçiren Diyarbakırlı bir yakınımızı hem ziyaret, hem ziyafet, hem de bayramlaşma gerekçelerinden dolayı eskilerin tabiriyle Diyarbekir’e düştü. Bayramın ikinci ve üçüncü gününü geçirdiğimiz Diyarbakır, görmeyeli bayağı değişmiş. İnsanı şaşırtan bir şehirleşme, yapılanma ve gelişme var bu şehirde.
Yıllar önce 1983’lerde askerlik kararı aldırırken sevk edildiğim Diyarbakır Asker Hastahanesindeki insanı bunaltan o gel/gitleri, ‘Bugün git yarın gel’leri hatırladım. Bir haftadan fazla süren o hantal ve ilkel tedavî sürecinde hafta sonu heyete girebilmem, artık on dakikalık bir evrak işlemine kalmıştı ki görevli er işimi Pazartesi'ye bırakmıştı. Bu, benim için geçmek bilmeyen üç uzun gün daha Diyarbakır’ın fakurülhal otellerinde, tahtakurulu odalarında, suyu ince ve yavaş akan abdesthanelerinde, hararetiyle bunaltan güneşin altında hamam gibi ısınmış ortadirek lokantalarında terleyerek 72 saat daha Jan Paul Sartre’ın “Bulantı” romanını yaşamaya eşdeğer bir şeydi. 10 dakikalık evrak teslimi gecikmesiyle 72 saatlik bekleme cezasına tahammül edemedim. Nüfus cüzdanımı bile almayı unutacak kadar bir öfke ve tepkiyle, resmî tüm işlemleri protesto edercesine hızla otogara gittim ve rastladığım ilk otobüsle bu şehirden ayrıldım. Askerlik işlemlerimi bir başka zamana, bir başka tarihe ertelettim. Şairin “Çatık kaş hükümet dedikleri zat” diye nitelediği hükümetin çok daha katı şekliyle karşılaştım o zamanki asker hastahanesinde. Devlet adına, askeriye adına pek iyi bir intiba bırakmıyordu. Askerlik yapmaya şevk ve aşk bırakmıyordu. O yıllarda aslında sadece Diyarbakır değil, daha sonraki yıllarda gittiğim Samsun Asker Hastanesi, Ankara Mevki Hastahanesi da dahil tüm askerî hastahaneler de acaip itici geliyordu bana. Sadece Elazığ Asker Hastahanesi eski püskü binasına rağmen güzel bir hizmet veriyordu. Her yer tertemizdi ve tüm personel güleryüzlüydü. Kendimi, yılları 2. Dünya Savaşının hastahanelerinde geçen roman kahramanı gibi hissetmiştim. Çok da romantik gelmişti bana. Her neyse gençlik yıllarının hatıraları bitmez.
Diyarbakır işte bu yönüyle itici geldi hep bana. Ama sıcakkanlı insanları, sıcak yönleri, sıcak caddeleri de vardı. Güzel yemekleri zaten malûm.
Bayram canlı ve cıvıl cıvıldı bu şehirde. Patlayıcıya getirilen yasağa rağmen çocuklar geniş alanlarda bayram dolayısıyla patlayıcılar atıyorlardı zaman zaman. Şehrin birkaç yerel televizyon kanalında mahallî san'atçılarla yüklü şarkı, türkü programları yayınlanıyordu. Alt yazıdan okuduğum kadarıyla da Belediye Başkanı Osman Baydemir “Ramazan ayı barış ve sevgi ayıdır. Tüm insanlara barış ve sevgi getirsin” gibilerden tebrik mesajları yayınlatıyordu. Ne kadar samîmî, ne kadar içtendi bilemiyorum. Bildiğim kendilerini de bağlayan bu cümle ve temennilerin gerçek olması için herkesin candan ve samîmî gayret göstermesi gerektiğiydi. Binyıldır bu mübarek topraklarda birbiriyle kaynaşmış, dili değilse bile dini, kültürü, tarihi, evi, sokağı; yaşantısı, sevinci, kederi binlerce birliklerle birleşmiş bu şanlı milletin Türk/Kürt demeden kardeşçe kaynaşmasının önünü, haramî gibi kesen ırkçılık belâsından, terör illetinden bir an evvel kurtulmasının gereğiydi. Yoksa daha çekeceğimiz var gibi.
Erzurum, Bursa gibi Diyarbakır da şehir kültürü almış ve şehir medeniyeti kurmuş bir şehir. Hemen herkesi Kürt zannedenler, Kürt kültürü yaşanıyor zannedenler aldanırlar. Bırakın ana dili Türkçe olan ve şehir kültürünü yaşatanları, Kürt kimliğini öne çıkaran vatandaşlar bile umulanın çok üstünde bir çok kültürlülük sergiliyor. Modern hayat dedikleri çağdaş giyimi, kuşamı, hayatı Diyarbakırlı Kürt vatandaşlar, Türk kökenlilerden daha fazla benimsemiş. Çocuklarına bayramlık olarak siyah şalvar ve yelek, boyunda poşu giydirmiş, ama kendisi dar pantolonlu, saçları sarıya boyalı, ekose kostumlü eşi takım elbiseli çok aile gördüm Diyarbakır sokak ve caddelerinde. Yeni bir şehir gibi kurulmuş Diclekent semtindeki modern mimarili evleri görmenizi de çok isterdim. Gece alışveriş ve gezme amacıyla gittiğim Migros’un içindeki mağaza ve cafelerde oturanları, ana kapıdan girip çıkanları görünce kendimi Ankara’nın, İstanbul’un mega mağazalarında zannettim. Diyarbakır’ın sosyetesine en çok burada rastladım galiba. O kadar Avrupai giyinmişlerdi ki bunların Diyarbakırlı olduklarını anlamakta güçlük çekilebilirse şaşmayacağımı düşündüm. Fakirinden zenginine; şehirlisinden köylüsüne, ilericisinden, muhafazakârına kadar hemen her tip insan bayram vesilesiyle beklenenin aksine bir potada kaynaşmış bir haldeydi. Bunlar bizim insanımızdı ve kendi insanımızdı aslında.
Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun surlarına sahip bu şehirde, Ulu Cami, Nebi Camiî gibi tarihî camilerin yanında Marth Thomas, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi, Mart Pityen Kilisesi iç içe yan yana yer almıştı 1198’lerde yapılmış. Mesudiye Medresesi, Zinciriye (Sincariye) medreseleri de kültürümüzün temellerinin nerelere dayandığını gösterdiği kadar, bu günkü problemlerin çözümünde de önemli ipuçları olarak hâlâ ayakta duruyordu.Gezilecek, görülecek çok yer vardı, ama kısa bayram tatili saatlerle sınırlıydı. Daha geniş zamanda tekrar gelme temennileriyle ayrıldım bu şehirden. Çok istememe rağmen Diyarbakır’daki dostlarımı göremedim, onlarsız Diyarbakır’ın meşhur burma kadayıfını da yemedim. Boğazımdan geçmezdi çünkü. Değerli M.A. kardeşime “Gönül ne kadayıf ister, ne kadayıfhane. Gönül mülâki ister kadayıf bahane” diyecektim onu da diyemedim. Kulakları çınlasın.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|