Gelişen hadiseler, insanlığın kurtuluşunun İslâmî bir hayat yaşamakla mümkün olacağını gösteriyor. Bu tesbit bir ‘slogan’ olarak görülmemeli, hayatın gerçekleri buna işaret ediyor.
Başka bütün sebepler bir yana bırakılsa bile, insanlığı öldüren ‘alkol ve uyuşturucu’ gibi ‘belâ’lara karşı ancak İslâmın emir ve yasaklarıyla mücadele edilebileceği anlaşılıyor. Yakın zamana kadar alkollü içki içmeyenlere iyi gözle bakılmayan Avrupa’da, şimdi ‘Alkolden nasıl kurtuluruz’ konusu tartışılıyor. Avrupa’dan yayılan bu yanlış anlayış, kısmen Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Ancak, fıtraten iyiyi arayan insanlık, doğruyu bulmak üzere...
“Medenî olmanın gereği” gibi görülen akollü içki alışkanlığının, başta gençler olmak üzere bütün Avrupa’yı tahrip ettiği anlaşılınca ‘çare’ arayışları da hızlanmış. AB, yılda 195 bin vatandaşının ölümüne sebep olan alkolün zararlarını en aza indirmek için üye devletlerle işbirliği içinde ortak mücadele kararı almış. (Yeni Asya, 26 Ekim 2006)
Tabiî ki alkol ve uyuşturucu (daha doğrusu ‘öldürücü’) sadece Avrupa’nın değil, içinde Türkiye’nin de bulunduğu bütün dünyanın problemidir. Dolayısı ile bu ‘bela’ya karşı ‘çare’ arayışının olması da gereklidir. Zeten iş, şu noktada düğümleniyor: Bu ‘bela’ya karşı insanlık ne ile ve nasıl karşı koyacak? Nasıl ve ne gibi bir ‘çare’ler geliştirecek?
Avrupa ve insanlık, bu ‘belâ’ya karşı çare arayışında samîmî ise(ler), er ya da geç; İslâmın prensiplerine teslim olmak zorundadırlar. Kim ne derse desin, bu ve benzeri kötülüklere karşı kalıcı çare, ancak insanların kalplerine ‘yasakçı’ koymakla mümkündür ve bunun yolu da İslâmın va’z ettiği prensiplerdir. “Din, İslâm” denince korkan ve kaçan, bu isimle anılan her türlü ‘çare’yi görmezden gelenler bu vak’ayı kabullenmek zorundadırlar. Çünkü bu belâlara karşı başka bir metodla mücadele etmek mümkün değildir. Zaten olsaydı, ‘ölüm’e geçici ‘hayat rengi’ verebilen teknoloji, buna da çare bulurdu...
İnsanlığın yaşadığı buhranı tesbit edip, çareyi hatırlatan şu tesbite kulak verilmeli: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yer yüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 543)
Bu noktada İslâmı temsil etme durumunda olanlara büyük görev düşüyor: Söz ile değil, fiillerle güzel örnekler ortaya konulabilirse, bu örneklere bütün insanlık talip olur.
Avrupa’da başlayan bu arayış, İslâm dünyasının ‘yükü’nü daha da arttırmış olmalıdır. Cemiyeti sarsan ‘hastalık’lara karşı ‘ter ü taze iman esasları’ ile mücadele edebilirsek; hem kendi toplumumuzu hem de insanlığı kurtarmış oluruz.
Başka ‘çare’ var mıdır?
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|