|
|
Zafer AKGÜL |
Diyarbakır’da bayram |
|
Hiç hesapta yokken bu mübarek Ramazan Bayramında kendimi Diyarbakır’da buldum.Yolumuz, by-pass ameliyatı geçiren Diyarbakırlı bir yakınımızı hem ziyaret, hem ziyafet, hem de bayramlaşma gerekçelerinden dolayı eskilerin tabiriyle Diyarbekir’e düştü. Bayramın ikinci ve üçüncü gününü geçirdiğimiz Diyarbakır, görmeyeli bayağı değişmiş. İnsanı şaşırtan bir şehirleşme, yapılanma ve gelişme var bu şehirde.
Yıllar önce 1983’lerde askerlik kararı aldırırken sevk edildiğim Diyarbakır Asker Hastahanesindeki insanı bunaltan o gel/gitleri, ‘Bugün git yarın gel’leri hatırladım. Bir haftadan fazla süren o hantal ve ilkel tedavî sürecinde hafta sonu heyete girebilmem, artık on dakikalık bir evrak işlemine kalmıştı ki görevli er işimi Pazartesi'ye bırakmıştı. Bu, benim için geçmek bilmeyen üç uzun gün daha Diyarbakır’ın fakurülhal otellerinde, tahtakurulu odalarında, suyu ince ve yavaş akan abdesthanelerinde, hararetiyle bunaltan güneşin altında hamam gibi ısınmış ortadirek lokantalarında terleyerek 72 saat daha Jan Paul Sartre’ın “Bulantı” romanını yaşamaya eşdeğer bir şeydi. 10 dakikalık evrak teslimi gecikmesiyle 72 saatlik bekleme cezasına tahammül edemedim. Nüfus cüzdanımı bile almayı unutacak kadar bir öfke ve tepkiyle, resmî tüm işlemleri protesto edercesine hızla otogara gittim ve rastladığım ilk otobüsle bu şehirden ayrıldım. Askerlik işlemlerimi bir başka zamana, bir başka tarihe ertelettim. Şairin “Çatık kaş hükümet dedikleri zat” diye nitelediği hükümetin çok daha katı şekliyle karşılaştım o zamanki asker hastahanesinde. Devlet adına, askeriye adına pek iyi bir intiba bırakmıyordu. Askerlik yapmaya şevk ve aşk bırakmıyordu. O yıllarda aslında sadece Diyarbakır değil, daha sonraki yıllarda gittiğim Samsun Asker Hastanesi, Ankara Mevki Hastahanesi da dahil tüm askerî hastahaneler de acaip itici geliyordu bana. Sadece Elazığ Asker Hastahanesi eski püskü binasına rağmen güzel bir hizmet veriyordu. Her yer tertemizdi ve tüm personel güleryüzlüydü. Kendimi, yılları 2. Dünya Savaşının hastahanelerinde geçen roman kahramanı gibi hissetmiştim. Çok da romantik gelmişti bana. Her neyse gençlik yıllarının hatıraları bitmez.
Diyarbakır işte bu yönüyle itici geldi hep bana. Ama sıcakkanlı insanları, sıcak yönleri, sıcak caddeleri de vardı. Güzel yemekleri zaten malûm.
Bayram canlı ve cıvıl cıvıldı bu şehirde. Patlayıcıya getirilen yasağa rağmen çocuklar geniş alanlarda bayram dolayısıyla patlayıcılar atıyorlardı zaman zaman. Şehrin birkaç yerel televizyon kanalında mahallî san'atçılarla yüklü şarkı, türkü programları yayınlanıyordu. Alt yazıdan okuduğum kadarıyla da Belediye Başkanı Osman Baydemir “Ramazan ayı barış ve sevgi ayıdır. Tüm insanlara barış ve sevgi getirsin” gibilerden tebrik mesajları yayınlatıyordu. Ne kadar samîmî, ne kadar içtendi bilemiyorum. Bildiğim kendilerini de bağlayan bu cümle ve temennilerin gerçek olması için herkesin candan ve samîmî gayret göstermesi gerektiğiydi. Binyıldır bu mübarek topraklarda birbiriyle kaynaşmış, dili değilse bile dini, kültürü, tarihi, evi, sokağı; yaşantısı, sevinci, kederi binlerce birliklerle birleşmiş bu şanlı milletin Türk/Kürt demeden kardeşçe kaynaşmasının önünü, haramî gibi kesen ırkçılık belâsından, terör illetinden bir an evvel kurtulmasının gereğiydi. Yoksa daha çekeceğimiz var gibi.
Erzurum, Bursa gibi Diyarbakır da şehir kültürü almış ve şehir medeniyeti kurmuş bir şehir. Hemen herkesi Kürt zannedenler, Kürt kültürü yaşanıyor zannedenler aldanırlar. Bırakın ana dili Türkçe olan ve şehir kültürünü yaşatanları, Kürt kimliğini öne çıkaran vatandaşlar bile umulanın çok üstünde bir çok kültürlülük sergiliyor. Modern hayat dedikleri çağdaş giyimi, kuşamı, hayatı Diyarbakırlı Kürt vatandaşlar, Türk kökenlilerden daha fazla benimsemiş. Çocuklarına bayramlık olarak siyah şalvar ve yelek, boyunda poşu giydirmiş, ama kendisi dar pantolonlu, saçları sarıya boyalı, ekose kostumlü eşi takım elbiseli çok aile gördüm Diyarbakır sokak ve caddelerinde. Yeni bir şehir gibi kurulmuş Diclekent semtindeki modern mimarili evleri görmenizi de çok isterdim. Gece alışveriş ve gezme amacıyla gittiğim Migros’un içindeki mağaza ve cafelerde oturanları, ana kapıdan girip çıkanları görünce kendimi Ankara’nın, İstanbul’un mega mağazalarında zannettim. Diyarbakır’ın sosyetesine en çok burada rastladım galiba. O kadar Avrupai giyinmişlerdi ki bunların Diyarbakırlı olduklarını anlamakta güçlük çekilebilirse şaşmayacağımı düşündüm. Fakirinden zenginine; şehirlisinden köylüsüne, ilericisinden, muhafazakârına kadar hemen her tip insan bayram vesilesiyle beklenenin aksine bir potada kaynaşmış bir haldeydi. Bunlar bizim insanımızdı ve kendi insanımızdı aslında.
Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun surlarına sahip bu şehirde, Ulu Cami, Nebi Camiî gibi tarihî camilerin yanında Marth Thomas, Meryem Ana, Kırklar Kilisesi, Mart Pityen Kilisesi iç içe yan yana yer almıştı 1198’lerde yapılmış. Mesudiye Medresesi, Zinciriye (Sincariye) medreseleri de kültürümüzün temellerinin nerelere dayandığını gösterdiği kadar, bu günkü problemlerin çözümünde de önemli ipuçları olarak hâlâ ayakta duruyordu.Gezilecek, görülecek çok yer vardı, ama kısa bayram tatili saatlerle sınırlıydı. Daha geniş zamanda tekrar gelme temennileriyle ayrıldım bu şehirden. Çok istememe rağmen Diyarbakır’daki dostlarımı göremedim, onlarsız Diyarbakır’ın meşhur burma kadayıfını da yemedim. Boğazımdan geçmezdi çünkü. Değerli M.A. kardeşime “Gönül ne kadayıf ister, ne kadayıfhane. Gönül mülâki ister kadayıf bahane” diyecektim onu da diyemedim. Kulakları çınlasın.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Mehmet Akif’ten İbn-i Sina’ya |
|
Mehmet Akif’in hazin öyküsü hâlâ yüreğimizi yakmaya devam ediyor. Kadir-kıymet bilmezlik hâlâ telâfi edilemedi. Çünkü, 1924-1935 yılları arasında millî şairimiz sürgün edilmiş. Hayattayken, hatta vefatında bile ilgilenilmemiş. Resmî ideoloji penceresinden soğuk bir mesafe konulmuş.
Vefat ettiği 1936’dan günümüze değişen bir ilginin devlet katında oluşmadığı da bir vakıa. Mutlaka bu eksiğin farkında olan ve bunu düzeltmek ihtiyacını duyan yetkililerin olduğunu kaydetmek gerek. Ancak sonuç ortada.
Mehmet Akif’in evi/müzesi, neden günde ortalama en fazla 4-5 kişinin uğradığı garip bir yer olsun? Neden üniversitenin kampus tahsisi kadastro tasarrufuna bırakılacak kadar mevzuat sığlığında bu günlere kadar ihmal edilsin?
Tacettin Sultan’ın sokak arasında gizlenmiş hali, manevî nüfuzu ile 1500-1550 yıllarında Kanunî dönemindeki tesiri ve İstanbul’daki Üftade Hazretleriyle hem hal olup tekrar Ankara’ya dönüşünde ektiği manevî tohumların hatırasına, bu zatın bulunduğu o bölge, özel olarak düzenlenemez mi?
Hacettepe Üniversitesinin dergâh ile türbe ve caminin yanında çok katlı modern binalar yapmaya devam ettiği göz önüne alınırsa, dergâh için dışlanmışlığın hakaretamiz yükünü hissettiren ilgisizlik gerçekten büyük bir ayıp.
Sözüm burada meclisten içeri. Çoğunun Safahat’la büyüdüğü hükümet üyelerinin bu konuya derhal özel bir statü kazandırmalarını temenni ediyorum. Özel bir yasa ile Mehmet Akif Enstitüsü adıyla bağımsız ve akademik araştırmaların yapılacağı kurumsal bir hüviyet verilebilir.
Söylenecek hiçbir gerekçe ve mazeret, ihmalkârlığın itirafından ve lâkaytlığın efsunlaştıran kültürel cehaletinden öteye geçemeyecektir. Erbabına hassaten arz olunur.
Bunu bir kampanyaya dönüştürecek girişimi düşünmeye başladım. İlgilisini ve sivil toplum inisiyatifi olan kültür insanlarını bu kampanyaya dâvet ediyorum.
Yol yöntem ve stratejisi mutlaka belirlenip, teşebbüste bulunulmalı.
***
Buruk ve acı dolu bir ezilmişlikle ayrıldığımda Hacettepe’nin karşısında bulunan İbn-i Sina hastanesine geldim. Öğle saatiydi, hava açıktı ve hasta yakınları birazdan başlayacak ziyaretleri için bekliyorlardı. Hasta, hasta psikolojisi üzerine müşahedelerime takılmadan, devam eden kültürel yolculuğumda kalmak istedim.
İbn-i Sina Hastahanesi önündeki tam boy İbn-i Sina büstünün önünde durdum. Sol elindeki kitabı kalbinin üzerinde tutmuş, sağ eli ise biraz aşağıda, alıcı ve diyaloğa açık bir pozisyondaki İbn-i Sina büstünün önüne, ufka bakan bir duruşu var. Eğer karşısındaki Hacettepe’nin görüşü engelleyen binaları olmasaydı ve azıcık sağa dönse, İbn-i Sina’nın tecessüm etmiş bakışı merhum Mehmet Akif’in müze evini ve Tacettin Sultanın manevî ikliminin mekânlarını “dünya gözüyle” görebilirdi.
Büstün kaidesinde, herkese ders niteliğinde ibretli sözler var. Ön cephede “Büyük Türk Hekimi İbn-i Sina 980-1037 hekim, bilgin, filozof, şair” yazılı. Kaidenin sol cephesinde “Bilim ve san'at takdir edilmediği yerden göçer” ifadeleri yer alıyor. İbn-i Sina, bu sözleriyle bir anlamda neden bilim ve san'atta yeterli olmadığımızın ip uçlarını vermektedir.
Bilim kampüsünde büyük mütefekkir ve millî şaire reva görülen bakışı ve buna yıllardır seyirci kalan cari sistemin, “kültür ve bilimi beraberce toplumun barışı ve kalkınması için nasıl hayata geçirilebilirim”in cevabını vermesi lâzım.
Mehmet Akif, elit kesimden İbn-i Sina kadar şanslı bir muamele maalesef görememiş. Merak ettim, acaba merhum Akif’in Ankara’da adı kaç mekâna, bilim merkezine verilmiş? Kampüsün içinde olmasına rağmen, acaba bir anfi, bina veya kürsüye adı verildi mi? Adına bir araştırma merkezi kuruldu mu? Bu satırların gözlem ve yazı süreci bayrama denk geldiği için resmî zevata soramadım.
Evet, marifet iltifata tabidir. Bırakınız iltifat etmeyi, hak edilen değeri vermeyip hakirce görmezlikten gelenlerin, kültür budaması yaptıkları bu kurutulmuş millet ağacından ne tür meyveler beklenir ki?
Sevgi önlendiğinde, şiddet kapıya dayanmaz mı? Ağırlıklı olarak insan organizmasını öğreten ve bu konuda saygın bir yere sahip Hacettepe’nin sağlık kampüsünde, ruh sağlığına ve kalp vuruşuna sevgi bilinci verecek bir Mehmet Akif öğretisine o kadar ihtiyaç var ki...
Ta Arnavut’tan ziyaretçisi gelen Mehmet Akif’i acaba kampüsteki kaç öğrenci, çalışan ve akademisyen bugüne kadar ziyaret etti? Doğrusu güzel bir araştırma konusu.
TBMM çatısı altında bir Mehmet Akif Enstitüsü Kurulamaz mı? Ya da Kültür Bakanlığı bu konuya özel olarak el atamaz mı?
İnşallah, İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümü olan 12 Mart 2007’ye kadar sağlıklı bir teşebbüs gerçekleşir.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Çare’si olan söylesin! |
|
Gelişen hadiseler, insanlığın kurtuluşunun İslâmî bir hayat yaşamakla mümkün olacağını gösteriyor. Bu tesbit bir ‘slogan’ olarak görülmemeli, hayatın gerçekleri buna işaret ediyor.
Başka bütün sebepler bir yana bırakılsa bile, insanlığı öldüren ‘alkol ve uyuşturucu’ gibi ‘belâ’lara karşı ancak İslâmın emir ve yasaklarıyla mücadele edilebileceği anlaşılıyor. Yakın zamana kadar alkollü içki içmeyenlere iyi gözle bakılmayan Avrupa’da, şimdi ‘Alkolden nasıl kurtuluruz’ konusu tartışılıyor. Avrupa’dan yayılan bu yanlış anlayış, kısmen Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Ancak, fıtraten iyiyi arayan insanlık, doğruyu bulmak üzere...
“Medenî olmanın gereği” gibi görülen akollü içki alışkanlığının, başta gençler olmak üzere bütün Avrupa’yı tahrip ettiği anlaşılınca ‘çare’ arayışları da hızlanmış. AB, yılda 195 bin vatandaşının ölümüne sebep olan alkolün zararlarını en aza indirmek için üye devletlerle işbirliği içinde ortak mücadele kararı almış. (Yeni Asya, 26 Ekim 2006)
Tabiî ki alkol ve uyuşturucu (daha doğrusu ‘öldürücü’) sadece Avrupa’nın değil, içinde Türkiye’nin de bulunduğu bütün dünyanın problemidir. Dolayısı ile bu ‘bela’ya karşı ‘çare’ arayışının olması da gereklidir. Zeten iş, şu noktada düğümleniyor: Bu ‘bela’ya karşı insanlık ne ile ve nasıl karşı koyacak? Nasıl ve ne gibi bir ‘çare’ler geliştirecek?
Avrupa ve insanlık, bu ‘belâ’ya karşı çare arayışında samîmî ise(ler), er ya da geç; İslâmın prensiplerine teslim olmak zorundadırlar. Kim ne derse desin, bu ve benzeri kötülüklere karşı kalıcı çare, ancak insanların kalplerine ‘yasakçı’ koymakla mümkündür ve bunun yolu da İslâmın va’z ettiği prensiplerdir. “Din, İslâm” denince korkan ve kaçan, bu isimle anılan her türlü ‘çare’yi görmezden gelenler bu vak’ayı kabullenmek zorundadırlar. Çünkü bu belâlara karşı başka bir metodla mücadele etmek mümkün değildir. Zaten olsaydı, ‘ölüm’e geçici ‘hayat rengi’ verebilen teknoloji, buna da çare bulurdu...
İnsanlığın yaşadığı buhranı tesbit edip, çareyi hatırlatan şu tesbite kulak verilmeli: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yer yüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 543)
Bu noktada İslâmı temsil etme durumunda olanlara büyük görev düşüyor: Söz ile değil, fiillerle güzel örnekler ortaya konulabilirse, bu örneklere bütün insanlık talip olur.
Avrupa’da başlayan bu arayış, İslâm dünyasının ‘yükü’nü daha da arttırmış olmalıdır. Cemiyeti sarsan ‘hastalık’lara karşı ‘ter ü taze iman esasları’ ile mücadele edebilirsek; hem kendi toplumumuzu hem de insanlığı kurtarmış oluruz.
Başka ‘çare’ var mıdır?
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Anketin dili |
|
Ramazan geldi geçti. Acı ve tatlı anılarıyla.
Kuşkusuz bu Ramazan’ın unutulmayan ve hafızalarda kalan bir yanı da, televizyonda dev bütçeli yapımların “iftar programları” karşısında aldığı hezimet.
Radyo ve Televizyon İzleyicileri Derneği’nin (RTİD) bir anket düzenlemiş:
Ramazan ayının en iyi iftar ve en iyi sahur programlarını belirlemek için...
Anket oyları SMS hattı ve postayla belirlenmiş.
Ulusal televizyonlarda en iyi iftar programı: Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu’nun... 11.704 oy (% 41.5)
En iyi sahur programı ise yine Hatipoğlu’nun... 20.090 oy ile yani % 75,9 ile önde... (Star)
Bunu Samanyolu iftar takip ediyor: 11.531 oy alarak... (% 40,8).. Sahurda ise, 2.668 oy (% 10.1) alarak ikinci olurken Kanal 7 iftarda 1.221 oy (% 4,3), sahurda 991 oy (% 3,7) ile üçüncü oldu.
Bölgesel televizyonda ise, birinciliği her iki kategoride de Kanal A almış...
Uydudan yayın yapan kanallar içinde henüz yeni olmasına rağmen Mehtap TV en çok oy alan televizyon oldu. Yerel televizyonlar içinde Ufuk TV’nin (Malatya) iftar programı birinciliği, Ağrı’dan yayın yapan Kanal 04’ün sahur programı ile paylaştı. Geçen yıl iftar programında TRT1, sahur programında ise yine Star TV birinci olmuştu...
Elbette bu oylama “belirleyici” değil. Ancak şunu hatırlatmalı ki, milyarlarca dolar yatırım yapılarak yapılan dev bütçeli yapımlar, insanların iradesi ve şuurlu televizyon izleyicisi karşısında hezimete uğrayabiliyor.
Bu sadece Ramazan ayına has kalmamalı. İnsanlarımızın körü körüne televizyon izleyicisi olmadığını hatırlatmakta yarar var.
Kime mi?
Bir kısım medyaya! Yani “irtica” yaygarası üreten kanallara!
EDEP YA HU
Ramazan ayının unutulmaz(!) haberleri arasında, “mankenlerin türbe ziyareti” de vardı.
“Magazin” dibe vurdu ya. Hamamın namusunu kurtarmak için “maneviyata” sarılarak onu da sulandırma derdine girdiler.
Ahlâkdışı yaşantılarını, kamuoyuna deklare eden bunlar. Baktılar Ramazan’da prim yapmıyor. Hemen kamera ordusunu peşlerine takıp, Yuşa Tepesi’ni ziyarete gidiyorlar. Sonra da “yakalanmış” gibi yüzlerini gizliyorlar.
Ne söylesek az...
Edep Ya Hu!
BAŞKANIN ÖLÜMÜ
CNN Türk’ün bilboardları sokakları süslüyor(!).
Ahmet Hakan’ın dev posteri: “Ben CNN Türk’teyim” yazıyor.
İkinci bilboarda bakıyorum, George W. Bush’un resmi: “Ben (de) CNN Türk’teyim” yazılı...
Üçüncüsünde de Kofi Annan. Ona da aynı slogan yerleştirilmiş.
Konumuz bu değil.
AA’nın haberine göre, CNN Bush’u “öldürmeme” kararı almış.
“Bir Başkanın Ölümü” filminin tanıtım reklâmını yayımlamama kararı almış...
Yönetmenliğini İngiliz Gabriel Range’in yaptığı filmde, Bush’un Ekim 2007’de öldürülmesi ve bununla ilgili soruşturmanın ardındaki siyasî oyunları takip eden belgesel bir formda aktarılıyor.
CNN sözcüsü, ilk olarak geçen ay Toronto film festivalinde gösterilen filmin muhtevası sebebiyle, filmle ilgili tanıtımları yayımlamayacağını belirtmiş. Çünkü epey tartışmalara sebep olmuştu.
Aslında “Bir Başkanın Ölümü” fena bir fikir değil hani.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah namına olursa |
|
Birinci Söz’de Besmelenin sır ve hikmetlerini anlatırken Bediüzzaman Hazretleri, “Bismillah”ın İslâm nişanı ve her hayrın başı olduğunu, bütün mevcudâtın hâl diliyle Bismillâh dediklerini söyler ve konuyu şöyle bağlar: “Madem her şey mânen ‘Bismillah’ der, Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi ‘Bismillah’ demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız”1 der.
Bu ifadeler bize, “Sevdiğini Allah için seven, sevmediğini Allah için sevmeyen, verdiğini Allah için veren, vermediğini Allah için vermeyen kimse tam bir imana sahip olmuş olur”2 hadis-i şerifini hatırlattı. Diğer bir hadis-i şerifte de en üstün amelin, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemek olduğuna dikkat çekilmektedir.3
Madem ki insanın içinde bir sevme duygusu vardır. İnsan ister istemez bir kısım şeyleri sevecektir. Leziz yiyecekleri, meyveleri; anne babamızı, evlatlarımızı, eşimizi, dost ve ahbablarımızı, enbiyâ ve evliyayı, hayatı, gençliği, baharı, güzel şeyleri, dünyayı severken de Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sevmek gerekir. “Meselâ leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahman-ı Rahimin in’amı olduğu cihetiyle sevmek, Rahman ve Mün’im isimlerini sevmektir. Hem manevî bir şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren, meşrû dairesinde kanatkârâne kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirâne yemektir.”4
32. Söz’de (3. Mevkıf) yukarıda bahsi geçen hususlara gösterilecek sevginin Allah namına nasıl yapılacağı bir bir anlatılır. Meselâ hayatın Allah namına nasıl sevileceği açıklanırken, Onun bize verdiği en kıymetli; bakî hayatı kazandıracak bir sermaye, bir define, bakî kemalâtın cihazatını içinde bulunduran bir hazine cihetiyle sevmek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmekle olacağı belirtilir.
Gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâbı Hakkın lâtif, şirin, güzel bir nimeti noktai nazarından güzel görmek, sevmek; iyiye, güzele yönlendirmek Cenâb-ı Hakkın isimlerini sevmek demektir.
Dünyayı Allah hesabına sevmek ise dünyayı ahiretin bir tarlası, Esmâ-i Hüsnânın bir aynası, Cenâb-ı Hakkın mektupları, geçici bir misafirhanesi olarak görmek, nefs-i emmâre karışmadığı müddetçe Cenâb-ı Hak hesabına sevmek demektir.
Kısacası her şey Allah namına sevildiğinde güzel.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 13. 2- Tirmizî, Kıyame: 60; Ebû Davud, Sünnet: 15. 3- Ebû Davud, Sünnet: 2. 4- Sözler, s. 583.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kefaret orucunun hükmü ve kaynağı |
|
Adnan Kır: “Kefaret orucu ile ilgili hüküm Kur’ân-ı Kerim’de var mıdır? Var ise hangi âyettir? Yok ise bu hükmün kaynağı ve hükmü hakkında bilgi verir misiniz?”
İzmir’den okuyucumuz: “Her ayda belirli sürelerde âdet gören kadınlar kefaret orucunu nasıl tutarlar?”
Kefaret oruçları, Ramazan orucunu bilerek bozanlar için cezaî bir müeyyide olarak teşrî kılınmıştır. Kefaretin vücûbu hadisle sabittir. Kefarete delil teşkil eden hadîsin, hem bir hükmün teşrî kılınışını, hem de dînimizin üzerimizdeki yüksek şefkatini göstermesi açısından bilinmesinde yarar mülâhaza ettik.
Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Ramazan ayında birisi gelerek Peygamber Efendimiz’e (asm):
“Helâk oldum yâ Resûlallah!” dedi. Allah Resulü (asm):
“Seni helâk eden şey nedir?” buyurdu. Adam:
“Ramazanda oruçlu olduğumu bildiğim halde karımla cinsel temasta bulundum” dedi. Allah Resulü (asm):
“O halde, bir köleyi hürriyete kavuşturabilir misin?” buyurdu. Adam:
“Hayır, yâ Resûlallah! Gücüm yetmez” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):
“Peki, iki ay peş peşe oruç tutabilir misin?” buyurdu. Adam:
“Hayır, yâ Resûlallah! Buna gücüm yetmez” dedi. Peygamber Efendimiz (asm):
“Öyleyse altmış fakîri doyurabilir misin?” buyurdu. Adam:
“Hayır, yâ Resûlallah! Doyuramam” dedi. O esnada, Resûl-i Kibriyâ Efendimize (asm) bir sepet hurma getirildi. Peygamber Efendimiz (asm):
“Bunu al da sadaka olarak dağıt” buyurdu. Fakat adam:
“Yâ Resûlallah! Benden daha fakir kim var ki? Medine’nin karataşlı iki dağı arasında buna benim ailemden daha muhtaç bir ev halkı yoktur” dedi.
Bu defa Kâinatın Efendisi (asm) mübarek azı dişleri görünene kadar güldü. Nihayet adama:
“Bu hurmayı al, git! Ailene yedir” buyurdu.1
Bu hadîsten istidlâl eden fakîhler, Ramazan ayında oruçlu olduğunu bilerek cinsel temasta bulunanların oruçlarının bozulduğuna ve kefâreti gerektirdiğine; böyle bir kimsenin bir gün kazâ, iki ay da peş peşe kefâret olmak üzere, toplam altmış bir gün oruç tutmalarının farz olduğuna hükmetmişlerdir. Hanefîler, bilerek yeme ve içmeyi de bu hadîse kıyaslayarak aynı hükme tabi tutmuşlardır.
Bu durumda; Ramazan’da insan tabiatının meylettiği ve yenilip içilmesi alışılmış olan şeylerden oruçlu iken bilerek yeme, içme veya cinsî münasebette bulunma halinde kaza ve ceza olmak üzere Ramazan’dan sonra toplam altmış bir gün peş peşe oruç tutmak farz bulunmaktadır.
Birden fazla oruç bozanların, bir defa kefaret orucu tutmaları kâfidir. Kefaret orucuna başlandığında altmış bir gün ara verilmeden oruç tutulur.
Kadınlar, âdetli oldukları günlerde oruçtan muaf olduklarından bu günlerde oruç tutmazlar. Kefaret orucuna başlayan bir kadın âdetli olduğu günlerde kefaret orucuna ara verir. Âdeti bitip temizlik dönemine girdiği zaman kefaret orucuna kaldığı yerden devam eder. Böylece altmış bir gün süresince oruç tutar ve kefaret orucunu tamamlar.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Savm: 30; Müslim, Sıyam: 81.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Yaratılışı düşünmek |
|
Çevremizi gözlemlediğimizde mikroptan zehire, kayalardan madenlere, bitkilerden unsurlara, hayvanlardan kürelere kadar tüm varlıkların yaratılışlarının bir ana sebebi, pek çok tâlî gayesi, hikmeti olduğunu görürüz. Öyle ise, şu muhteşem kâinatın bir özeti, minyatürü ve antika varlık olan insan da bu sistemin dışında kalması düşünülemez. Aksi halde yaratılışı abes olur.
Bu perspektiften varlığı, kendimizi, hayatı sorgularız. En basit varlıkların bir, birkaç vazifesi olduğuna göre “Acaba yaratılışımızın ana gayesi, en büyük hikmeti nedir?” diye kendi kendimize sorarız ve şöyle bir mantık silsilesi takip ederiz: Bir makine, cihaz ve mimarî yapının keşfedilip yapılmasının bir ana, birkaç tâlî gayesi vardır. Öyleyse harika ve antika bir varlık olarak yaratılan insanın da bir ana, pek çok tâlî gayeleri olmalı.
Şuna eminiz: Bir makine veya cihazın yapılış sebebini ve nasıl kullanılacağını en iyi bilen ustası, sanatkârıdır.
İnsanın harika ruh, duygu, duyu, organ ve cihazlarla donatmasının sebebi nedir? Akıl, kalp, vicdan gibi duygular neden verilmiştir? Kezâ, âmirimiz veya şirketimiz gizli bir görev gönderdiğinde düşünürüz: Bize verdiği tâlimatnâme zihnimizde yankılanır. Bizi kim gönderdi, niye gönderdi, bizden ne yapmamızı istiyor?
Bir işe veya üniversiteye girmek zorunda olan birisi; işiyle ilgili bilgi ve beceri kazanmaya; üniversite imtihanına hazırlanması gerekirken, bütün vaktini hikâye-masal okuma, bulmaca doldurma, oyun ve eğlenceye verirse ne düşünürüz? En hafifinden, “Bu insan kaçık veya çıldırmış!” deriz. İşte, en önemli meselemiz, yaratılışımızın hikmetini ve dünyaya gönderilişimizin gayesini öğrenmek iken; çok basit, eften püften meselelerle uğraşmamızın bundan ne farkı var?
Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme ve sevme, vicdan gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelinde yaratılıp dizayn edildiğine göre; insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesinin Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmek; verdiği sayısız nimetlere karşı teşekkür olduğu anlaşılmaz mı? Ki, “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım”1 şeklinde, yaratılışımızın ana gayesini beyan eder.
Zaten, insanoğlunun tarihten günümüze kadar batıl, ilkel veya yanlış da olsa bir şeye inanması, muhayyel bir güce tapınması; bu duygunun fıtrî olarak var olduğunu gösterir. Bu sebeple, tapınma, ibâdet etme ve sığınma; insan rûhu için nefes almak gibi temel bir ihtiyaçtır.
Ancak Kâinatın Yaratıcısı’nı inanmayan, batıl ilâhlara tapma sapkınlığı gösterir. Çünkü, su bir ihtiyaçtır ve mutlaka içilmelidir. Ne var ki, temiz hava, su bulamayan pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanıyamayan, Onun vasıflarını maddeye, toteme, putlara taksim eder. Şuûr ve akıl sahibi melek ve sâir rûhânî varlıklara inanmayan; bu duygusunu hayal mahsulü ufolar, uzaylılarla doyurmaya çalışır... Bugün ise, içten gelen bu tapınma ihtiyacı; gerçek imâna ulaşılmamışsa para, iktidar-güç, kadına “taparcasına bağlanarak” veya sevdikleriyle güçlü kabul ettiklerini putlaştırarak karşılanır!
Ruhumuz Kadir-i Mutlak olan Yaratıcının eseridir. Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak değil; Ona iman etmek, Onu bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak, “ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmekle”2 bilgi ve maharet kazanarak olgunlaşmak ve mükemmel insan olmaktır. Yani, ruhî çalışma, gayret ve manevî yükselmekle kâmil insan olmak için çalışmak ve mutluluğu yakalamaktır.3
İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaç olduğu gibi; rûh cephesi de Kur’ân’da zikredilen bütün mânevî gıdalara (imân-ibâdete) muhtaçtır. Her duygu, duyu ve organımızın, âlet ve cihazımızın farklı bir görevi var; göz görür, kulak işitir, dil tadar; ciğer hava teneffüs eder; mide yiyecekleri hazmeder. Kalbimizin görevi ise, Yaratıcısına iman, marifet ve sevmekle görevli. Dolayısıyla dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, iman etmek, ilim ve duâ vasıtasıyla gelişmek, yükselmek olmalı. Akıl ve kalb ancak Allah’ı anmak, Ona inanmak, Onu tanımak, Onu sevmekle tatmin olur, huzur bulur.
Dipnotlar:
1. Kur’ân, Zâriyat, 56.; 2. Mektûbât, s. 440-441.; 3. Mesnevî-i Nûriye, s. 108.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Değerler manzumesi |
|
Dünyada 7 milyar insanın 14 milyar gözü var. 73 milyonluk Türkiye’de 146 milyon insan gözü var. Bu büyük ailenin hepsi birer değer, fakat her birinin bakış değerleri farklı. Yunus Peygamber (as) var, merhum Yunus Emre var, bir de Yunus balığı var. İsimler aynı fakat değerleri farklı. Eğer değerleri karıştırırsak hoşgörü de kaybolur, eğitim de olmaz. Her değeri kendi kabında, makamında ve hakkaniyeti içinde değerlendirmek, saygı duymak, hoş görü ile beraber eğitimin temel taşıdır.
Değer kelimesine baktığımızda karşımıza çok kelimeler çıkıyor: Kıymet, baha, erbab, yüksek vasıf, kalite, ehliyet, kabiliyet, itibar, güçlü, kadın, erkek, mukaddes mefhumlar, maharetli, taklit kabul etmez ve emsâli tesbitler uzar gider. Benim bu makalemde üzerinde durmak istediğim iki konu; hoşgörü ve eğitim. Türkiye ve dünya toplamında 2 milyar genç okuyor. Eğer her ikisini bir havz-ı ekberde, yani uluslar arası ilişkilerde bir araya getirirlerse dünyanın akıbeti bahar mevsimi olacaktır. Dünya ailesinin Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle 4 istinat duvarı var: “Çocuklar, gençler, ihtiyarlar ve aile hayatı.” Fakat halk lisanında ise 3’e ayırmışlar: “Ben, biz ve öteki” diye. Esasında hepsinin kökeni bir ve biri birsiz yaşayamazlar. Çünkü fıtrat kanununa aykırıdır, zira birbirlerine muhtaçtırlar, çünkü hepsi ayrı bir değerdir.
Geçenler de elime geçen müthiş bir belge: “Ben, biz ve öteki” yani diğer tabirle “Çocuklar, gençler, ihtiyarlar ve aile hayatı” içini yansıtan bir belge. 23 ülkeden 250 bayan, pedal çevirerek selâm (barış) parolası ile yollara çıktılar. Savaşlar dursun diye. Bunların içinde İslâm ülkelerinden 4 ülke bayanı var. Şimdi değer içinde değer, hoşgörü içinde hoşgörü var. İslâmın selâmı başlı başına bir değer. Fakat onun selâm, yani barış kelimesini parola yaparak dünyayı dolaşmak hoşgörünün ve hakkaniyetin zirvesidir. Yani ırklar, diller ve dinler, yaşlar ayrı, fakat selâm bir, parola aynı, gaye bir. Eğer bu nevî hadiseler eğitime yansır ve temel unsur haline gelirse, o zaman İslâm dünyasında Saddam gibi kişiler ve Batı dünyasında da Bush gibi devlet liderleri ortaya çıkamaz. Kime zulüm edecek ve nasıl yapacak? Zemin, zaman ve taraf bulamazlar. Esasında hoşgörünün ve eğitimin temel unsuru mukaddes dinlerdir. Bunların hepsini, son din olan ve son mukaddes kitap olan İslâm ve Kur’ân’da Rabbimiz derc etmiştir. Sayısız dokümanlar vardır. Meselâ: Maide Sûresi, 32. âyet: “Masum ve günahsız bir kişiyi öldürmek, bütün insanlığı öldürmektir.” Bunun ışığında Hz. Mevlânâ “Bir kişiyi kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmaktır” ve Hz. Bediüzzaman “Kimin imanı varsa, o cihetle kardeşimizdir”; Hz. Yunus Emre ise “Gönül yıkma, Kâ’beyi yıkmış olursun”diyor. Şimdi “Ben, biz ve öteki” bunun neresindeyiz? Bu müthiş değerler manzumesini yakaladığımız zaman ülkelerin rengi değişecektir. Katma değer vergisi olur da, bu hakikatlerin değeri olmaz mı?
Elbette ölçüleri kaçırmamak lâzım, ilâçların teşkili gibi, bir miligram fazlalık bazen insanı hüsrana götürür. Meselâ Türkiye’de, 24 ilde lise 2. sınıf 18.500 kız ve erkek talebe üzerinden yapılan ankette; talebelerden yüzde 22’si devamlı sigara içmekte, yüzde 17’si alkol kullanmakta ve yüzde 4 civarı uyuşturucu haplar kullanmakta olduğu tesbit edilmiş. Bunda hoşgörü olur mu? Burada eğitim yerinde sayar mı? Buradaki hoşgörü ve eğitim, gençlerin kurtulması için var gücüyle mücadele etmektir. İşte değer budur.
Bir kavim, bir aşiret, bir değerdir. İçindeki bir değersiz kişi için o kavme ve hatta o beldeye zulüm etmek, hoşgörünün ve eğitimin dışındadır. Hz. Allah insanı “en güzel şekilde” (ahsen-i takvim) yaratmış. Bu harika değeri, bu takvîmi karalamak hoşgörü olur mu? Fikr-i hürriyet bir değerdir. O değeri iki de bir mahkûm etmenin, hoşgörü ile ne alâkası var? İkna yolları dururken kavgaya gitmek hoşgörü olur mu? Eğitim bu değerler manzumesini yakalamazsa, “Ben, biz ve öteki” nereye varacaktır?
Bu itibarla Türkiye’de STK’lara çok görev düşmektedir. Hoşgörüyü yaşatanları, azimle çalışanları ve bu büyük boşluğu dolduranları alkışlıyorum.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kazakistan dersleri |
|
Kazakistan'da yaşanan ve yüzlerce Türk işçinin yaralanmasıyla sonuçlanan hadiseye nasıl bakmalı, orada yaşananlardan nasıl bir ders çıkarmalı?
Bu vahşiyane hadise, bir şantiyede çalışan işçiler arasında yaşanmış.
Bir yanda, o ülkede geçici ikamet eden 600 (altı yüz) kadar Türk işçisi, diğer yanda o ülkenin vatandaşı olan 4000 (dört bin) kadar Kazak işçi.
Sayı olarak aralarında uçurum bulunan iki taraf, aralarında geçen basit bir münakaşadan sonra birbirine giriyor.
Sonuç, yüzlerce yaralı... En çok ve en ağır şekilde yaralananlar ise, Türk işçiler.
Şu ana kadar yara-bere içinde Türkiye'ye, yani ülkesine dönenlerin sayısı 400'ü geçti. Muhtemelen diğerleri de orada tutunamayıp geri dönecek.
Durum, vahim olduğu kadar, üzüntü ve ıztırap verici.
Zira, iki taraf da Türk ve Müslüman. Yani, hem soydaş, hem de dindaş.
Ancak, bütün bu yaşananlar gösteriyor ki, aradaki kardeşlik bağları alabildiğine zayıflamış.
Dolayısıyla, sadece Türk olmak, bu insanların "birliğini, beraberliğini" sağlamaya yetiyor mu?
Türklüğü istediğiniz kadar kuvvetlendirin, netice yine değişmez. Çünkü, taraflar zaten Türklüğünü inkâr etmiyor.
Peki, ya "din kardeşliği" için ne demeli? Öyle anlaşılıyor ki, dinî kardeşlik bağlarında epeyce bir aşınma var. Zira, bir Müslüman, bir diğer Müslüman kardeşine bu yapılanları revâ görmez ve göremez.
Hele hele, bir taraf diğer tarafın ülkesinde bir nevi "misafir" konumundaysa...
Ayıp ki, ne ayıp... Kazakistanlı kardeşlerimiz, bu yaptıklarıyla Alman dazlakları dahi geride bırakmış görünüyor.
Öte yandan, binlerce işçinin çalıştığı bir şantiyede, güvenlik tedbirlerinin de yeterli olmadığı açıkça anlaşılıyor.
Bütün bu olup bitenlerden, en az Türkiye vatandaşı kadar Kazakistan vatandaşları da kendilerine göre bir ders-i ibret çıkarmalı ve kendilerini ciddî bir muhasebeden, bir murakabeden geçirmeli. Tâ ki, yeni yeni utandırıcı dramlar yaşanmasın.
Çıkıntı
Uzun burunlu ayakkabı modası
Erkeklerde "uzun saç tipi"ni yadırgamıyorum.
Çünkü, aksi yönde geçerli olacak herhangi bir dayanak bulamıyorum.
Sonra dönüp "Herkes kendine yakışan saç tipiyle yaşasın" diyerek rahatlıyorum.
Yani, erkeklerin—kadına benzememek şartıyla—saç uzatması, hiç de damarıma dokunmuyor.
Kısacası, uzun saç meselesi için durum böyle...
Ama, şu uzun burunlu ayakkabılar yok mu, onları gördükçe âsabım bozuluyor, arkadaş.
Bu konuda hanım–erkek hiç fark etmez.
Düpedüz israf, kabalık, hantallık ve dahi zevksizliğin alâmeti o upuzun burunlu ayakkabılara nerede rastlasam, kimin ayağında görsem, ciddî şekilde rahatsız olurum.
Gözüme iliştikçe, o tür ayakkabıların fazlalık kısımlarını şöyle keskince bir testere ile tutup kesmek geliyor içimden.
Zira, o tarz bir modanın tutarlı hiçbir tarafını bilemiyorum, bulamıyorum.
Evvelâ, imalatında apaçık bir müsriflik hali var.
Sonra, onu giyen kişi rahat yürüyemiyor; o fazlalık kısım, giyene her yerde engel çıkartıyor.
Kalabalık yerlerde, o uzun burunlara basan basana...
Moda diye giyinenler ise, topluluk içinde kasıntılı mı kasıntılı oluyor. Ayağına basılmasına sinirlenip kavgaya teşne oluyor. Hiç yoktan gerilimler yaşanıyor.
Toplu ulaşım vasıtalarında, düğün–derneklerde, hatta cenaze merasimlerinde, özellikle de mezarlıklarda defin esnasında söz konusu gerilimlere şahit olduğumuzdan, bu çıkıntılı moda tarzına kısaca değinme ihtiyacını duyduk.
Günün Tarihi
Cunta idaresi üniversiteyi de iğdiş etti
27 Ekim 1960: Demokrasiyi hançerleyen "silâhlı cunta", nihayet üniversitelere de el attı: Çeşitli üniversitelerden toplam 147 öğretim üyesi (profesör, doçent, asistan) vazifeden alındı.
Meclis gibi üniversiteler üzerinde de bu baskıcı tasarrufu yapan merkezin adına da, ne yazık ki, hatta yazıklar olsun ki "Millî Birlik Komitesi" denildi. Artık, bu nasıl bir "millî birlik" ise...
Bu Komitenin, işine son verilen öğretim üyeleri hakkında çıkarmış olduğu 114 sayılı kànun için ise “vazifeden affına dair kànun” tâbiri kullanıldı.
* * *
İhtilâlci komite, 27 Mayıs 1960 günü yaptığı askerî darbe ile, önce hükümeti devirdi ve ülkenin idaresine el koydu. İktidardan düşürdüğü DP'lilerle en hasmane bir şekilde mücadeleye girişti. Böyle bir durumda, silâhsız olanların silâhlı olanlara karşı yapacağı herhangi bir şey yoktu.
Nitekim, o günün şartlarında, tıpkı siyasîler gibi akademisyenlerin de eli kolu bağlı durumdaydı. Bu sebeple, cuntanın üniversiteler üzerindeki "kitabına uydurduğu" totaliter baskısına karşı hiçbir öğretim üyesi çıkıp da herhangi bir mukabelede bulunamadı.
Bu vak'a, "Siyasiler, ihtilâlcilere karşı niçin direnemedi?" türünden sorulan suâllere de en kestirme bir cevap teşkil ediyor.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
AB ve Irak cephesi |
|
Hem ABD, hem de AB cephesinde kritik bir takvim işlemeye başladı. Avrupa Birliği Türkiye’yle ilgili ilerleme raporunu 8 Kasım’da açıklayacak.
Limanların Rum gemilerine açılmaması nedeniyle Türkiye’nin üyelik sürecinin askıya alınmasına kadar varan karamsar yorumlar yapılıyor bu konuda. Ancak ciddi bir pürüz olmasına rağmen, masada Fin Planını öldürmemek için, limanlar konusunda, askıya almaya kadar uzanacak bir yaptırım gerçekçi bulunmuyor.
Hatta farklı bir havadan söz ediliyor. O nedir? Bu süreçte Türkiye’nin desteklenmesini isteyenlerin harekete geçmesi. Bunların başında Genişlemeden Sorumlu Üye Olli Rehn geliyor.
Türkiye’de AB karşıtlarının gücünün farkında olan Rehn, Brüksel’den değil, Ankara’dan AB trenini raydan çıkarma heveslerini fark ettiği için, bir anlamda Türkiye’nin cesaretlendirilmesi eğiliminde. Avrupa’da en azından birileri AB yolculuğunda Türkiye’nin cesaretlendirilip, desteklenmesi gerektiğini fark etmiş olmalılar. İşte bu noktada Türkiye’nin de bir limanlar engeline takılmaması için, kendini destekleyenlerin elini güçlendirici adımları atması gerekiyor.
Bu nasıl olabilir? Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Başmüzakereci Ali Babacan başta Brüksel olmak üzere AB başkentlerinde yaptıkları temaslarda, 301. madde konusunda söz verdiler. AB’de Türkiye’yi destekleyenlerin ellerinin güçlendirilmesi açısından böyle bir adım gerekliydi. Hâlâ da gerekli. Türkiye’yle ilgili İlerleme Raporu dün akşam üyelerin müzakeresine açıldı. Ancak son şeklini almadı. Önümüzdeki hafta AB’de tatil var. Türkiye’yle ilgili olumsuz ifadelerin törpülenmesi için hükümetin önümüzdeki haftayı iyi değerlendirip, 301. madde konusunda adım atması gerekiyor. Bunlar atla deve işler değil.
Ancak Başbakan’ın rahatsızlığı nedeniyle işleri rolantiye alan hükümetin, artık tatil modundan çıkması ve işinin başına dönmesi gerekiyor. İlerleme raporu açıklandıktan sonra yapılacak olan değişikliğin, stratejik bir getirisi olmaz.
Türkiye AB ilişkilerinin raydan çıkmasını ya da en azından tavsamasını önleyebilmek için öncelikle hükümet katarının bir raya oturması gerekiyor. Sadece AB cephesinden değil, ABD cenahından da bizi kritik kararlar almaya itecek gelişmeler kapımızı çalacağa benziyor.
ABD’nin Irak’ta bir strateji değişikliğine gidip, güvenli bulduğu için kuzey Irak’a çekileceği yönündeki senaryolar güç kazanmaya başladı. Başından beri ABD Irak’ın tamamında kalamaz, nihayetinde Kuzey Irak’a çekilip, İran’a yönelik faaliyetlerini buradan yürütebilir şeklinde gündeme getirilen kaygılar ciddiyet kazanmaya başladı.
Bunlar bizim bayram rehavetinden çıkıp, kapağını kaldırmamızı gerektiren dosyalar. Ancak her fırsatta, ‘Irak’ta ABD’nin yanında yer almalıydık, 1 Mart’ta tezkere kabul edilmediği için Irak konusundaki tüm iddialarımızdan vazgeçtik’ diyenlere sormak istiyorum: Irak’ı işgal eden güç, başarısız olduğunu belirtip, güvenli bölgeler ararken, Bush, Irak’ın Vietnam olduğunu itiraf ederken, bu iddiayı gündeme getirenler acaba ne düşünüyor?
Hâlâ mı Irak’a girmeliydik havasındalar? Peki Irak’ı işgal edenlerin ne yaptığını ve sonlarının ne olduğunu görmüyorlar mı? Bu günler ABD için çok iyi günler. Gelecek ABD açısından hiç te iyi olmayacak. Irak cehennemi büyüdükçe, alevler ABD’yi daha çok yutmaya başlıyor.
Bizi Irak cehennemine itemeyenler, ABD bir gün oradan kaçtığı takdirde ne diyecekler acaba?
Çünkü o günler de çok uzak değil. Bundan emin olun.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|