Çevremizi gözlemlediğimizde mikroptan zehire, kayalardan madenlere, bitkilerden unsurlara, hayvanlardan kürelere kadar tüm varlıkların yaratılışlarının bir ana sebebi, pek çok tâlî gayesi, hikmeti olduğunu görürüz. Öyle ise, şu muhteşem kâinatın bir özeti, minyatürü ve antika varlık olan insan da bu sistemin dışında kalması düşünülemez. Aksi halde yaratılışı abes olur.
Bu perspektiften varlığı, kendimizi, hayatı sorgularız. En basit varlıkların bir, birkaç vazifesi olduğuna göre “Acaba yaratılışımızın ana gayesi, en büyük hikmeti nedir?” diye kendi kendimize sorarız ve şöyle bir mantık silsilesi takip ederiz: Bir makine, cihaz ve mimarî yapının keşfedilip yapılmasının bir ana, birkaç tâlî gayesi vardır. Öyleyse harika ve antika bir varlık olarak yaratılan insanın da bir ana, pek çok tâlî gayeleri olmalı.
Şuna eminiz: Bir makine veya cihazın yapılış sebebini ve nasıl kullanılacağını en iyi bilen ustası, sanatkârıdır.
İnsanın harika ruh, duygu, duyu, organ ve cihazlarla donatmasının sebebi nedir? Akıl, kalp, vicdan gibi duygular neden verilmiştir? Kezâ, âmirimiz veya şirketimiz gizli bir görev gönderdiğinde düşünürüz: Bize verdiği tâlimatnâme zihnimizde yankılanır. Bizi kim gönderdi, niye gönderdi, bizden ne yapmamızı istiyor?
Bir işe veya üniversiteye girmek zorunda olan birisi; işiyle ilgili bilgi ve beceri kazanmaya; üniversite imtihanına hazırlanması gerekirken, bütün vaktini hikâye-masal okuma, bulmaca doldurma, oyun ve eğlenceye verirse ne düşünürüz? En hafifinden, “Bu insan kaçık veya çıldırmış!” deriz. İşte, en önemli meselemiz, yaratılışımızın hikmetini ve dünyaya gönderilişimizin gayesini öğrenmek iken; çok basit, eften püften meselelerle uğraşmamızın bundan ne farkı var?
Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme ve sevme, vicdan gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelinde yaratılıp dizayn edildiğine göre; insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesinin Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmek; verdiği sayısız nimetlere karşı teşekkür olduğu anlaşılmaz mı? Ki, “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım”1 şeklinde, yaratılışımızın ana gayesini beyan eder.
Zaten, insanoğlunun tarihten günümüze kadar batıl, ilkel veya yanlış da olsa bir şeye inanması, muhayyel bir güce tapınması; bu duygunun fıtrî olarak var olduğunu gösterir. Bu sebeple, tapınma, ibâdet etme ve sığınma; insan rûhu için nefes almak gibi temel bir ihtiyaçtır.
Ancak Kâinatın Yaratıcısı’nı inanmayan, batıl ilâhlara tapma sapkınlığı gösterir. Çünkü, su bir ihtiyaçtır ve mutlaka içilmelidir. Ne var ki, temiz hava, su bulamayan pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanıyamayan, Onun vasıflarını maddeye, toteme, putlara taksim eder. Şuûr ve akıl sahibi melek ve sâir rûhânî varlıklara inanmayan; bu duygusunu hayal mahsulü ufolar, uzaylılarla doyurmaya çalışır... Bugün ise, içten gelen bu tapınma ihtiyacı; gerçek imâna ulaşılmamışsa para, iktidar-güç, kadına “taparcasına bağlanarak” veya sevdikleriyle güçlü kabul ettiklerini putlaştırarak karşılanır!
Ruhumuz Kadir-i Mutlak olan Yaratıcının eseridir. Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak değil; Ona iman etmek, Onu bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak, “ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmekle”2 bilgi ve maharet kazanarak olgunlaşmak ve mükemmel insan olmaktır. Yani, ruhî çalışma, gayret ve manevî yükselmekle kâmil insan olmak için çalışmak ve mutluluğu yakalamaktır.3
İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaç olduğu gibi; rûh cephesi de Kur’ân’da zikredilen bütün mânevî gıdalara (imân-ibâdete) muhtaçtır. Her duygu, duyu ve organımızın, âlet ve cihazımızın farklı bir görevi var; göz görür, kulak işitir, dil tadar; ciğer hava teneffüs eder; mide yiyecekleri hazmeder. Kalbimizin görevi ise, Yaratıcısına iman, marifet ve sevmekle görevli. Dolayısıyla dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, iman etmek, ilim ve duâ vasıtasıyla gelişmek, yükselmek olmalı. Akıl ve kalb ancak Allah’ı anmak, Ona inanmak, Onu tanımak, Onu sevmekle tatmin olur, huzur bulur.
Dipnotlar:
1. Kur’ân, Zâriyat, 56.; 2. Mektûbât, s. 440-441.; 3. Mesnevî-i Nûriye, s. 108.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|