Kazakistan'da yaşanan ve yüzlerce Türk işçinin yaralanmasıyla sonuçlanan hadiseye nasıl bakmalı, orada yaşananlardan nasıl bir ders çıkarmalı?
Bu vahşiyane hadise, bir şantiyede çalışan işçiler arasında yaşanmış.
Bir yanda, o ülkede geçici ikamet eden 600 (altı yüz) kadar Türk işçisi, diğer yanda o ülkenin vatandaşı olan 4000 (dört bin) kadar Kazak işçi.
Sayı olarak aralarında uçurum bulunan iki taraf, aralarında geçen basit bir münakaşadan sonra birbirine giriyor.
Sonuç, yüzlerce yaralı... En çok ve en ağır şekilde yaralananlar ise, Türk işçiler.
Şu ana kadar yara-bere içinde Türkiye'ye, yani ülkesine dönenlerin sayısı 400'ü geçti. Muhtemelen diğerleri de orada tutunamayıp geri dönecek.
Durum, vahim olduğu kadar, üzüntü ve ıztırap verici.
Zira, iki taraf da Türk ve Müslüman. Yani, hem soydaş, hem de dindaş.
Ancak, bütün bu yaşananlar gösteriyor ki, aradaki kardeşlik bağları alabildiğine zayıflamış.
Dolayısıyla, sadece Türk olmak, bu insanların "birliğini, beraberliğini" sağlamaya yetiyor mu?
Türklüğü istediğiniz kadar kuvvetlendirin, netice yine değişmez. Çünkü, taraflar zaten Türklüğünü inkâr etmiyor.
Peki, ya "din kardeşliği" için ne demeli? Öyle anlaşılıyor ki, dinî kardeşlik bağlarında epeyce bir aşınma var. Zira, bir Müslüman, bir diğer Müslüman kardeşine bu yapılanları revâ görmez ve göremez.
Hele hele, bir taraf diğer tarafın ülkesinde bir nevi "misafir" konumundaysa...
Ayıp ki, ne ayıp... Kazakistanlı kardeşlerimiz, bu yaptıklarıyla Alman dazlakları dahi geride bırakmış görünüyor.
Öte yandan, binlerce işçinin çalıştığı bir şantiyede, güvenlik tedbirlerinin de yeterli olmadığı açıkça anlaşılıyor.
Bütün bu olup bitenlerden, en az Türkiye vatandaşı kadar Kazakistan vatandaşları da kendilerine göre bir ders-i ibret çıkarmalı ve kendilerini ciddî bir muhasebeden, bir murakabeden geçirmeli. Tâ ki, yeni yeni utandırıcı dramlar yaşanmasın.
Çıkıntı
Uzun burunlu ayakkabı modası
Erkeklerde "uzun saç tipi"ni yadırgamıyorum.
Çünkü, aksi yönde geçerli olacak herhangi bir dayanak bulamıyorum.
Sonra dönüp "Herkes kendine yakışan saç tipiyle yaşasın" diyerek rahatlıyorum.
Yani, erkeklerin—kadına benzememek şartıyla—saç uzatması, hiç de damarıma dokunmuyor.
Kısacası, uzun saç meselesi için durum böyle...
Ama, şu uzun burunlu ayakkabılar yok mu, onları gördükçe âsabım bozuluyor, arkadaş.
Bu konuda hanım–erkek hiç fark etmez.
Düpedüz israf, kabalık, hantallık ve dahi zevksizliğin alâmeti o upuzun burunlu ayakkabılara nerede rastlasam, kimin ayağında görsem, ciddî şekilde rahatsız olurum.
Gözüme iliştikçe, o tür ayakkabıların fazlalık kısımlarını şöyle keskince bir testere ile tutup kesmek geliyor içimden.
Zira, o tarz bir modanın tutarlı hiçbir tarafını bilemiyorum, bulamıyorum.
Evvelâ, imalatında apaçık bir müsriflik hali var.
Sonra, onu giyen kişi rahat yürüyemiyor; o fazlalık kısım, giyene her yerde engel çıkartıyor.
Kalabalık yerlerde, o uzun burunlara basan basana...
Moda diye giyinenler ise, topluluk içinde kasıntılı mı kasıntılı oluyor. Ayağına basılmasına sinirlenip kavgaya teşne oluyor. Hiç yoktan gerilimler yaşanıyor.
Toplu ulaşım vasıtalarında, düğün–derneklerde, hatta cenaze merasimlerinde, özellikle de mezarlıklarda defin esnasında söz konusu gerilimlere şahit olduğumuzdan, bu çıkıntılı moda tarzına kısaca değinme ihtiyacını duyduk.
Günün Tarihi
Cunta idaresi üniversiteyi de iğdiş etti
27 Ekim 1960: Demokrasiyi hançerleyen "silâhlı cunta", nihayet üniversitelere de el attı: Çeşitli üniversitelerden toplam 147 öğretim üyesi (profesör, doçent, asistan) vazifeden alındı.
Meclis gibi üniversiteler üzerinde de bu baskıcı tasarrufu yapan merkezin adına da, ne yazık ki, hatta yazıklar olsun ki "Millî Birlik Komitesi" denildi. Artık, bu nasıl bir "millî birlik" ise...
Bu Komitenin, işine son verilen öğretim üyeleri hakkında çıkarmış olduğu 114 sayılı kànun için ise “vazifeden affına dair kànun” tâbiri kullanıldı.
* * *
İhtilâlci komite, 27 Mayıs 1960 günü yaptığı askerî darbe ile, önce hükümeti devirdi ve ülkenin idaresine el koydu. İktidardan düşürdüğü DP'lilerle en hasmane bir şekilde mücadeleye girişti. Böyle bir durumda, silâhsız olanların silâhlı olanlara karşı yapacağı herhangi bir şey yoktu.
Nitekim, o günün şartlarında, tıpkı siyasîler gibi akademisyenlerin de eli kolu bağlı durumdaydı. Bu sebeple, cuntanın üniversiteler üzerindeki "kitabına uydurduğu" totaliter baskısına karşı hiçbir öğretim üyesi çıkıp da herhangi bir mukabelede bulunamadı.
Bu vak'a, "Siyasiler, ihtilâlcilere karşı niçin direnemedi?" türünden sorulan suâllere de en kestirme bir cevap teşkil ediyor.
27.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|