Günlerden beri merakla beklenen, ama sadece ne gibi değişiklik ve üslubla sunulacağı merakla beklenen—çünkü anafikri önceden ilân edilmiş—Büyükanıt Paşa’nın konuşması irtica konusunda varsayılan problemin çözümü olmak yerine, problemin bir parçasını teşkil etmiştir. Yani asker cephesinde yeni bir şey yok. Bildik şeylerdi.
Türkiye’de irtica tehlikesi var mı, yok mu? Paşanın açıklamaları zaten irtica ve AB eksenliydi. İlk dikkati çeken irtica var mıydı, yok muydu meselesi oldu. Tabiî paşaya göre irtica vardı. Tâ Amerika’dan seslenen Başbakan Erdoğan’a göre ise irtica tehlikesi yoktu. Bu tip demeçler piyasayı karıştırmak içindi. (Ekonomistlerin açıkladığına göre Pazartesi günü borçlanma 5.6 milyar dolar daha fazlaya patladı.)
Var mı, yok mu tartışmaları kamuoyu önünde sivil toplum kuruluşlarınca ve sade vatandaşlarca tartışılabilir, ama meselâ hükümet üyeleri, özellikle MGK üyeleri alenen bunları tartışamaz. Hele hele birbirlerine cevap verme yarışına giremez. Birbirlerine göndermelerde bulunamaz. Devletin statüsü de, strüktürel pozisyonu da buna müsait değildir.
Birileri kalkıp Türkiye’de demokrasi var mı yok mu, tartışmasını açabilir ve bunu alenen gerekçeleriyle sıralayabilir. Söz gelimi “Demokrasiyle idare edilen ülkelerde askerler, sivil iradeye özellikle seçimlerde halktan vekalet alarak Meclisi dolduran millî iradeye karşı gelemez, tavır koyamaz, alternatif olamaz. Türkiye’de maalesef askerler ikinci bir hükümet gibi, ikinci bir bütçe ile, ikinci bir iç hizmet kanunuyla, ikinci bir anayasa ile, ikinci bir sistem ve anlayışla her alanda kanaatini belirleyerek icraat yapmaktadır. Asker gölgesinde bir demokrasi vardır. Askerî vesayet altında demokrasi olmaz. Militer demokrasi belki olabilir” dese inanın içinden kırk akıllı zor çıkacaktır.
İç hizmet kanunu gereği ileri sürülen askerin “Cumhuriyeti korur ve kollar” yetkisi nerede, ne zaman, hangi şartlarda başlar? Hangi “harekât, muhtıra, ihtilal” cumhuriyeti koruma ve kollama harekâtı, muhtırası ve ihtilâlidir. Cumhuriyet idaresinde askerler silâhını kendi milletinin iradesiyle gelen hükümete ve kendi vatandaşına çevirebilir mi? Buradaki cumhuriyetin tanımının netleşmesi gerekir, dense acaba üst düzey yetkililerimiz net ve kesin bir tanım getirerek sorunun cevabını verebilecekler mi?
Bir başka kademede Türkiye’nin laik olduğu her fırsatta vurgulanır. Laiklik en temel vazgeçilmez unsurlardandır. Ancak bir taraf sürekli karşı tarafı laikliğe ihanet, saldırı ya da muhalefet içinde olmakla suçlarken birisi sahneye çıkıp da “Önce Türkiye’de laiklik var mı, yok mu bunu belirginleştirelim” diye teklifte bulunsa nasıl bir yaklaşım sergileyeceğiz. Var veya yok diye bağırıp çağırarak, sert konuşarak mı? İkinci adımda “Bu sizin bahsettiğiniz laiklik, Avrupa’daki demokrasiyle idare edilen ülkelerdeki gibi bir laiklik mi yoksa, laisizm ve laikliğin şu veya bu ideolojiye göre anlam kaymasına uğratılmış halindeki laiklik m?” diye sorarsa ne tür bir laikliğin uygulamasını yaptığımızı nasıl meşru biçimde ve mukni delillerle açıklayacağız acaba?
Çağdaş ve muasır bir medeniyete taraftar olduğumuzu söylememize rağmen çağdaş medeniyet ve muasır teknoloji konusunda acaba nereye kadar sözlerimizin arkasındayız, nereden sonra bir takım kurumları ve kişileri hıyanet, aymazlık, sinsilik, saldırganlık ve bölücülükle suçlayacağız bunun da tanımı, tarifi, konumu ve sınırları kısaca çerçevesi çizilmemiştir.
Kısaca Türkiye’de bir çok kavram ve terim tartışmaya açılabilir. Var mı yok mu diye. Hukuk var mı yok mu; din ve vicdan özgürlüğü var mı yok mu; demokrasi var mı yok mu; yargının bağımsızlığı, bilimin özerkliği var mı yok mu? Demirel’in meşhur deyimiyle bitirelim “Varsa vardır, yoksa yoktur” diye geçiştiremeyiz.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|