Türkiye için ne irtica tehlikesi var, ne de bölücülük tehlikesi.
Ama Türkiye'de pekâla darbe tehlikesi var.
Hiç kimse ve hiçbir zümre Türkiye'yi ne geriye götürebilir, ne de bu ülkeyi bölebilir. Asla güç yetiremezler.
Ama, son bir asırda bu ülkede tam dört kez kanlı darbe hadisesi yaşandı.
Bunu hiç kimse inkâr edemez.
İşte, kanlı darbe çetelesi:
1909: 31 Mart Vak'ası bahanesiyle Hareket Ordusunca yapılan darbe. Hükümet devrildi, 70–80 kadar münevver vatanperver darağacında sallandırıldı.
1913: Kanlı Bâbıâli Baskını. Hükümet devrildi, hükümet binası içinde devlet adamları katledildi.
1960: 27 Mayıs Darbesi. Hükümet devrildi. Dört devlet adamı katledildi. Dört yüz kadar Demokrat Parti mensubu siyasî çeşitli cezalara çarptırıldı.
1980: 12 Eylül İhtilâli. Hükümet devrildi. Partiler kapatıldı. Sayısız idam kararı infaz edildi. Tarihimizin en büyük terör dalgası, bu süreç içinde ortaya çıktı.
Gariptir, bu darbelerin tamamında, gerekçe olarak hep irtica veya bölücülük tehlikesi dillendirildi.
Bu da gösteriyor ki, bu iki maddeli gerekçe, darbeciler için birer velinimettir. Yahut, iştah açıcı birer tablettir.
Zira, irtica yaygarası yoksa, bölücülük velvelesi yoksa, cuntacılar darbe yapamaz.
Darbe başarıya ulaşmadığı zaman, derbeciler hainlikle suçlanır ve en ağır cezalara çarptırılır. Tıpkı, albay Talat Aydemir ve Fethi Gürcan gibi...
Darbe başarıya ulaştığında ise, darbeciler bir süre baş tacı edilir, sonra da ayağa düşürülür. Tıpkı, başlangıçta "Evren"selleştirilen "Netekim Paşa" misâlinde olduğu gibi...
Şimdi, yeniden irtica ve bölücülük çığırtkanlığı yapanlar var. Bunları iki tablet gibi darbe heveslilere takdim ederek iştihalarını açmaya çalışıyorlar.
Ne var ki, bu kez çığırtkanların sesleri çok zayıf, çok cılız çıkıyor. Demek ki, artık dermanları kesildi.
Anlaşılan o ki, içerden ve dışardan yeterince güç, kuvvet, destek alamıyorlar, taraftar bulamıyorlar.
Doğrusu, sevindirici bir gelişme...
Dileriz, son yüz yıllık tarihimizin darbeler ve darbe teşebbüsleri, hatta niyetleri dahi büsbütün sona ermiş olsun.
Günün Tarihi
Bosna üzerinden büyük savaş provası
5 Ekim 1908: Avusturya, Bosna–Hersek'i ilhak ederek, bu Osmanlı eyaletini topraklarına kattığını resmen ilân etti. Bu ilhak kararı, aslında Osmanlı'yı bitirmeye yönelik bir büyük savaşın provasıydı.
Dönemin Osmanlı hükümeti şayet dikkatli ve itidalli davranmasaydı, 6–7 yıl sonra başlayacak olan Birinci Dünya Harbi, daha o gün patlak verecekti.
Başta Rusya ve İngiltere gibi büyük devletler planlarını buna göre yapacaktı. Onların tahminine göre, Osmanlı devleti bu ilhakı kabul etmeyecek ve Avusturya'nın üzerine kuvvet gönderecekti. Bu da, Osmanlı'nın en zayıf ve iç işlerinde en meşguliyetli olduğu bir zamanda kendi sonunu hazırlamak demekti.
Ne var ki, II. Meşrûtiyetin (ve de hürriyetin) ilânıyla birlikte üç ay evvel iş başına gelen yeni hükümet çok dikkatli davrandı. Askerî kuvvet yerine diplomasi silâhını kullandı. En azından Bosna–Hersek'teki Müslüman nüfusa zulüm ve baskı yapılmamasını sağlamış oldu.
Bu dönemde iş başında olan hükümeti, ağırlıklı olarak Jön Türkler'nin Ahrar (liberal/hürriyetçi) kanadı teşkil ediyordu. Sadrazam Kâmil Paşanın kendisi de Ahrar'a yakın bir devlet adamıydı. Yaptığı diplomatik manevralarla, devletin başına sarılmak istenen bir büyük belâyı en az hasarla savuşturmayı başardı.
Ne var ki, aynı belânın küçüğü 1912 ve 13'te Balkan Savaşları, belânın en büyüğü ise 1914'te başlayan Birinci Dünya Harbi olarak yeniden nüksetti.
Projeksiyon
Tarihin bu kesitine Kur'ân'ın projektörüyle bakan Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Şuâ'daki "Yirmi Sekizinci Âyet"in tefsirinde şu tahlili yapıyor: "...1324'te Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sûikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti ’24’te (1908) ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, Harb-i Umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânlarını akîm bırakmak için, ...(sırasıyla hamiyetperver, milliyetperver ve fedakâr şâkirdlerin) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor." (Şuâlar, s. 619)
Not: Parantez içindeki ifadeler, mânâya mutabık olarak tarafımızdan konuldu. (MLS)
Kritik dönem
Bosna–Hersek eyaletinin Avusturya tarafından ilhakı, Osmanlı'nın en hassas, en kritik dönemine rastlar.
Daha üç ay evvel Meşrûtiyet ilân edilmiş, parlamento yeniden açılmış, Kànun–u Esasî tekrar yürürlüğe konmuş idi. Kezâ, Sultan Abdülhamid'in re'sen atamış olduğu eski kabine gitmiş, yerine Yeni Osmanlılar'ın (Jön Türkler) tasvip ettiği yeni bir hükümet gelmişti. Yani, Osmanlının kendi iç işleriyle alabildiğine meşgul olduğu bir zaman dilimiydi, o günler.
İngiltere ve bilhassa Rusya'nın desteğini arkasına alan Avusturya ise, işte böyle bir zamanda tam bir fırsatçılık örneği sergileyerek Bosna–Hersek'i topraklarına kattığını ilân etti.
Osmanlı hükümetinin o günün şartlarında bölgeye asker gönderme imkânı yoktu. Zira, siyasete bulaşan ordunun âhengi büyük çapta bozulmuştu. Ayrıca, eski kuvveti de kalmamıştı.
Neticede, 1463 yılında Osmanlı idaresi altına geçen Müslüman Boşnaklar, 1878'de kısmen, 1908'de ise tamamıyla Osmanlı idaresinden ayrılmış oldu. Bu tarihten sonra yaklaşık on yıllık bir süre içinde nisbî bir rahatlığa kavuşan Boşnaklar, ne yazık ki 1918'den itibaren giderek artan bir zulüm ve istibdadın pençesine düştüler.
Bu vaziyet, değişen yönetimlere rağmen değişmedi. 1992'deki bağımsızlık hareketi de onlara çok pahalıya mal oldu. Üç yıl süren çok ağır bir savaş ortamının içine düştüler. 240 bin can kaybına uğradılar. Halen, savaşın acı izlerini silmekle meşguller. Bir yandan da Müslüman din kardeşleriyle münasebetlerini sıklaştırmaya gayret ediyorlar. Bu da, gelecek adına ümit vâdeden bir durum olarak görünüyor.
05.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|