Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar görmedi mi, kendilerinden evvel nice nesiller yok ettik de bir daha geri dönmediler.

Yâsin Sûresi: 31

05.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bile bile benim adıma yalan söyleyen Cehennemdeki yerine hazırlansın.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3745

05.10.2006


Ramazan’da evrad ve dersle meşgul olmalı

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin.

Saniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faydası ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevî olan Ramazan-ı şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u mânevîmizi haleldar edecekti. “Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır” sırrıyla, inşaallah bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hattâ kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkûm edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüz’î mektupların cüz’î hususiyâtı gibi cüz’î şeyleri medâr-ı bahis edip büyük ve küllî mesâil-i Nuriyeye ilişmeye çare bulamadılar. Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risâle-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risâle-i Nur ve talebelerine kader-i İlâhî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmâremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fâni ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.

Madem hakikat budur. Telâşsız ve ihtiyat içinde kemâl-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlâhî ve bizi himaye eden inâyet-i İlâhiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de hâlisâne ve tesellikârâne ve samimâne ve mütesânidâne hakikî bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.

Said Nursî, Şuâlar, s. 435 Lügatçe: evrad: Virdler, dualar. inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı. mütesânidâne: Dayanışma içerisinde.

Bediüzzaman Said NURSİ

05.10.2006


Muhsî

Allah (c.c.), Muhsî’dir. Yani, Cenâb-ı Hak bir anda tüm mahlûkatını görür ve gözetir. Her an, her yerde hâzır ve nâzırdır. En küllîden en cüz’îye kadar bütün varlıkları dertleriyle, kederleriyle, sevinçleriyle, saadetleriyle, istekleriyle, ihtiyaçlarıyla, duâlarıyla, niyâzlarıyla, tesbîhâtıyla bilir, tanır, duâlarına cevap verir, ihtiyaçlarını giderir, hiçbirisinin ihtiyâcını eksik bırakmaz, hiçbirisini unutmaz, hepsini sayar, hepsinin adedine vâkıftır. Kullarının zerre kadar da olsa, iyi-kötü hiçbir amelini görmezden gelmez. Sayar, yazar, muhafaza eder ve himâyesi altına alır. İndinde, her şeyin kaydı tutulur.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (asm) rivâyet ettiği1 Muhsî ismi Kur’ân’da fiil sîgası halinde mevcuttur.

Cenâb-ı Hak bir âyette, “Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz. Amellerini ve davranışlarını yazarız. Biz her şeyi İmâm-ı Mübîn’de saydık,”2 bir diğer âyette ise, “Biz her şeyi bir kitapta yazıp saydık”3 buyurmaktadır.

İnsanı tam bir şevk ile şükre sevk eden ve tam mânâsıyla minnettâr edip hamd ettiren tatlı nîmetlerin başta şifâlar, devâlar ve âfiyetler olmak üzere hadsiz olduğunu ve Zât-ı Akdes’in şefkatinin de bütün canlıları ihâta edecek derecede küllî bulunduğunu, binâenaleyh Cenâb-ı Allah’ın bütün insanları rızıklandırmakta eşit muâmele buyurduğunu beyan eden Bedîüzzaman, ebedî saadet ve bâkî mülk noktasında insanların en küçük amellerinin sayılarak derecelendirildiğini, bütün mü’minlerin derecelerine göre İlâhî lûtfa mazhar kılındığını kaydeder.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenneti ve ebedî saadeti cinler ve insanlar için hazırlayan, en küçük bir canlıyı unutmayan, en âciz bir kalbi tatmin ve taltif eden, rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrelerden gezegenlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkat cinslerini emirlerine itaat ettiren hâkimiyetinin sonsuz ihâtasını haber veren Rabbü’l-Âlemîn, kâinatı zerreleri adedince sayfaları bulunan büyük bir kitap hükmüne getirmiştir.

Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakkın, Levh-i Mahfûz defterleri olan İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînde bütün mevcûdâtın bütün hayatlarını kaydedip yazdığını; bütün çekirdeklerde ağaçların fihristelerini ve programlarını kaydettiğini; şuur sahiplerinin başlarında, bütün hâfıza kuvvelerinde, sahiplerinin hayat tarihçelerini yanlışsızca kaydettiğini belirtir.

Allah’ın kudsî ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatmıştır. Bunu, her bir mevcûda çok hikmetler takmasından, her bir ağaca meyveleri sayısınca neticeler vermesinden, her bir hayat sahibini hücreleri, uzuvları ve parçaları adedince zevk verici ölçücükler ile donatmasından kavramak mümkündür.5

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 86

2- Yâsîn Sûresi: 12

3- Nebe Sûresi: 29

4- Şuâlar, s. 14

5- A.g.e., s. 56

05.10.2006


Ahlâkta rehber, Hz. Peygamber (asm)

Cemiyetlerin maddî ve manevî kalkınması, asâyişi, huzuru ve refahı, fertlerinin ahlâkî yapısıyla yakından ilgilidir.

Gazete havâdisleri veya bizzat karşılaşılan hadiseler vesilesi ile, cemiyetteki bazı insanların ahlâkî zaaflarından sadece “dert yanmakla” kalınır ve gereği yapılmazsa, şikâyet sebepleri ortadan kalkmaz ve şikâyetler devam edip gider. “Kırk gün karanlıktan şikâyet etmektense, bir gün bir mum yakmak daha hayırlıdır.”

İnsanların ferdî ve içtimâî meselelerinin odak noktasında bulunan ahlâk, çok geniş ve çok mühim bir mevzudur. İnsanlara ahlâk olarak neyi, niçin ve nasıl telkin etmek gerektiği, ferdî ve içtimâî hastalıkları önlemek ve gidermek için iyi bilinmeli ve iyi yapılmalıdır.

İnsanların maddî hastalıkları için nasıl mütehassıs hekimlere müracaat ediliyorsa, manevî hastalıkları için de, bu sahada ulaşılabilecek en iyi mütehassıs araştırılmalı; onun teşhis ve tedavi usulleri dikkate alınmalıdır.

Beşeriyetin en yüksek temsilcisi olan Peygamberimiz (a.s.m.), ahlâk hususunda da en önde gelen rehberimizdir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”, “İslâm güzel ahlâktan ibarettir” gibi hadis-i şerifleriyle ahlâkın mahiyetine ve ehemmiyetine dikkatimizi çeken Resûlulllah’ın (a.s.m.) ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda Âişe validemiz; “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıydı” şeklinde kısa ve tatminkâr bir cevabı vermeyi kâfî görmüştür. Bediüzzaman da, “Yaşayan Kur’ân” olan Peygamberimizi (a.s.m.) anlayabilmemiz için, onu “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarriften biri” olarak tanıtmağa çalıştığı Risâle-i Nur eserlerinde, aynı zamanda bize en mühim ahlâk derslerini de vermiş olmaktadır.

Ahlâkı çeşitli bakış açılarından ele alan çok sayıda kitap vardır. Ahlâkın temeli semavî dinler ve onlar arasında da asliyetini bozulmadan muhafaza etmiş olan İslâm dinidir. İnsanı kâinatın misal-i musağğarı (kâinatın küçültülmüş bir misali), eşref-i mahlukât ve arzın halifesi olarak yaratan Allah (c.c.) elbette uyması için ona yapması ve yapmaması icap edenleri de bildirmiştir ki, bunlar da âyetler ve hadisler başta olmak üzere İslâmî kaynaklarda mevcuttur. Bu sebeple, ahlâk mevzuundaki İslâm dışı çeşitli felsefî görüşlerde boğulmamalı; İslâm ahlâkı üzerinde durulmalı; İslâm ahlâkının bilhassa Peygamberimizin (a.s.m.) örnekliğiyle lâyıkı ile tanıtılması yolunda mesai sarf edilmelidir.

Bediüzzaman Said Nursî, âyet ve hadislerden süzülmüş manâlar halinde İslâm ahlâkı ile ilgili olarak eserlerinde geniş olarak bahsetmiştir. Bunlardan, kısaca ve özet olarak misâl verebileceğimiz bazı mevzular şunlardır:

1- Güzel şeylerimiz gayrimüslimler eline geçtiği gibi, Batı ülkelerinin bize güzel görünen bazı ahlâkî hususiyetleri de semavî dinlerden ve bilhassa İslâm dininden alınmıştır. Sanki İslâm’ın yüksek ahlâkının bir kısmı İslâm ülkelerinde revaç bulmadığından darılıp onlara gitmiş ve onların bir kısım ahlâksızlıkları da, kendileri içinde çok revaç bulmadığından, İslâm ülkelerinin ahlâkî değerler pazarına getirilmiştir.

2- Bir ülkenin ilerleyebilmesinde en sağlam esaslardan biri olan; “Ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var” düşüncesi, aslında din-i Hak’dan ve iman hakikatlerinden çıkar; onun asıl kaynağı İslâmî imandır. Buna tamamen zıt olan, “Benden sonra tufan” kötü seciyesiyle yaşayan bir adam; “Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben saadet görmesem, dünya istediği kadar bozulsun” diyebilir ki, âhireti bilmemekten ve dinsizlikten çıkan bu sözler, insan cemiyetleri için manevî bir zehir gibidir ve cemiyetlerin içine düştüğü zaaf ve sefaletin de başlıca sebebidir. Çünkü, herkesin millet menfaatini düşünmeyip, şahsî menfaatini düşünmesi halinde, bin adam bir adam hükmüne düşer. Ruhuyla, canıyla, fikriyle ve vicdanıyla; “Biz ölsek hakikat dini İslâmiyet hayattadır, milletim sağ olsun; sevab-ı uhrevî bana kâfîdir. Milletimin hayatındaki manevî hayatım beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder” diyebilenlerin teşkil ettikleri insan cemiyetlerinin yüksek özellikleri ve bunların semereleri, tarihin şahadetiyle de sabittir. Bu yüksek haslet, aslında hakikî dindarlığın, İslâm dininin muktezasıdır ve cemiyetimizin maddî ve manevî bir çok hastalıklarına karşı bir devâ hükmündedir. Bunun gibi, ahlâkın esası olan ahlâk-ı İslâmiye’yi lâyıkı vechile, mantıkî, ilmî, delilleriyle tanıtmak, hem fertlerin hem de onların teşkil ettikleri cemiyetlerin ve bütün küre-i arzın sulhu, sükûnu, huzuru, refahı ve saadeti için büyük bir ihtiyaçtır.

–Devam edecek–

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

05.10.2006


Işık veren değnek

Hazret-i İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidi’l-Hudrî’den tahriç ve tashih eder ki:

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Katâde ibni Numan’a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana, lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et.”

Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, tard eder.

Mektubat, s. 138

05.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

RUM:

1. Ey evvelce de, sonra da hüküm Kendisine âit olan! Ey o gün mü’minleri nusretiyle sevindiren ve dilediğine yardım eden Azîz ve Rahîm! (4-5)

2. Ey ilkin mahlûkatı yaratıp ölümünden sonra bu yaratmayı tekrarlayan ve bu Kendisine pek kolay olan ve ey göklerde ve yerde bulunan en yüce sıfatlar Kendisine âit olan mutlak güç ve hikmet sahibi! (27)

05.10.2006


Risâle-i Nur hakkında fikir edinmek

Risâle-i Nur hakkında bilgi soran arkadaşlarımıza gelince; bu hususta bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yoktur. Siz bu feyyaz eserleri okuyun, bizzat kendi cehd ve şahsî gayretinizle onu anlamaya ve tanımaya çalışın. O ilim ve irfan hazinesine bizzat giriniz, işte ancak o zaman arzu ettiğiniz malûmatı hakkıyla elde etmiş olacaksınız.

05.10.2006


Bir Ramazan günü...

Merhum Muhiddin Yürüten anlatıyor:

“Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ’a gitmek için vasıta beklerken zil-zurna sarhoş biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, ‘Aman hocam, üşüme, üşüme’ diyerek Üstadın yorganını düzeltiyordu.

“Üstad sarhoşa, ‘Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım’ dedi. Sarhoş edepli bir şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, ‘Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana duâ edeceğime söz vereyim’ dedi. Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

“‘Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün abdest alacağım ve bu gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana duâ et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı, hem de orucumu terk etmeyeceğim.’”

(Son Şahitler, c. 3, s. 199)

05.10.2006


Takvim

Kur’ân’a fedadır canım

Fikirle zikir her ânın

Allah’a açılan elim

On iki gün huzurdayım

Celal YALÇIN

05.10.2006


Dörtlük

Şeytanın hilesiyle dağılmaktan korkarım.

Nefsânî emirlere, eğilmekten korkarım.

Ya Rab, Sana sığındım, Rahmetine muhtacım.

Günahların selinde boğulmaktan korkarım.

Abdülkadir MENEK

05.10.2006


Az zaman

Yanıp sönen lamba gibi geçiyor günler… Akşamı ve sabahı yakalayamaz olduk… “An” halkaları hızla birbirine eklenirken diğer yandan da her “an” bir daha gelmemecesine elimizden çıkıp gidiyor...

Giden fırsatlar gelenleri müjdeliyor bir boyutuyla… Değerlendirmeyi bilmeyen için, zaman değirmeninin dönüyor olması hiçbir şey ifade etmiyor… Dikkatli olanlar kaybedişlerin içinde kazanmayı, kazanma içinde kaybedişi görüyor…

Çoğu kez küçük şeylerin içinde kayboluyoruz… Basit bir şey bizi boğabiliyor… Dünya daralıyor, kâinat üzerimize çöküyor sanki… Başka “an”lara taşındığımızda fark ediyoruz bunu… Geçen geçmiş yeni güne bakalım desek de bir müddet sonra benzerlerini yaşıyoruz tekrar… Bat-çık adımlarla ilerliyoruz zaman nehrinde…

Günler adedince ömürler yaşıyoruz… Vehmî bir ebediyet hissi hissizleştirebiliyor bizi… Kalıcılık kandırmacasına kanabiliyoruz… Kalbi köreltiyor bu…

Asıl sevinç ve asıl üzüntü, vehmî perdelerin ardında…

Perdeleri aralamak zamanı ziyan etmeyenlerin harcı… Hayat harcı bitmeden sonsuz saadet binasını tamamlamaya çalışmak çabaların en akıllacası, yatırımların en sağlamı…

Kendine zaman ayırıp mekânda tefekkürle yürüyen “an”lardan O’na giden sonsuz yolları bulabilir. Yanıp sönse de günler, içinin aydınlığı her mekâna yansır. Kederler zerreler kadar küçülür, “an”lar kadar hızlı akar…

Kederleri bir kenara bırakıp kaçmak değil üzerlerine basıp yürümek bize mutlu zamanlar kazandıracaktır. Zaman kaybetmeden böylesi adımları hızlandırmalıyız çünkü zaman hızla geçiyor.

Az zamanda çok iş yapmak istiyorsak, az kalmış zamanı çok iyi değerlendirmeliyiz. Zaman sonsuzluk diye eriyor çünkü…

Hüseyin EREN

05.10.2006


İnsan farklılıkların temsilcisidir

Vücudumuzu bir topluluk gibi düşündüğünüzde, çokluğu ve farklılığı temsil ettiğini hemen fark ederiz. Beş duyumuz başta olmak üzere, tüm organlarımızın, hislerimizin, duygularımızın, her birisinin lezzeti, gıdası, elemi, acısı farklıdır. Böyle bir farklılıklar topluluğu, harekete geçtiğinde öylesine bir yardımlaşma ve dayanışma örneği sergilerler ki şaşırıp kalırız. “İnsan” böyle olunur işte!

Kişi ile birey arasındaki fark…

İnsanı diğer insanlarla “aynı” kılan ve onlardan bir farkı olmayan ortak yönleri vardır. Herkeste bir çift göz, bir çift kulak, bir çift böbrek, bir burun, ağız, dil vb. vardır. Üstelik bu nimetlerin herkeste olması ve bu nimetin umumî olması, herkesi kapsaması onun değerinin azlığına ya da değersizliğine delil olamıyor. Siz, örneğin, şöyle şikâyet eden bir insan gördünüz mü: “Ya, benim gözüm çok değersiz, çünkü herkeste de var. Hatta hayvanlarda bile var. Ben hayvanlara benzemek istemiyorum!” Ya da diyebilir miyiz ki “Kulağımın benzerleri herkeste var, artık işe yaramaz!”, “Şuna bak, şu başparmağa, herkeste de var, benim için artık bu parmak anlamsız!”

İnsanların dış organları “aynı” olduğu halde, yüzleri, bakışları, sesleri ve parmak izleri “farklı” farklıdır. Aynı malzemeden yapıldıkları halde her insan farklıdır. Çünkü o maddeyi ayakta tutan ruhları farklıdır.

İşte insanı, diğer insanlarla “aynı” yapan özelliği onun “Kişi (Zat)” olduğunun; “farklı” kılan özellikleri ise onun “Birey (Ferd)” olduğunun göstergesidir.

Hayvanlar ise öyle değildir. Her hayvan türü ruh olarak da, cisim olarak da aynıdır.

Bu farklılıklarından dolayı, birer ferd (Birey) konumunda olan insan, sahip olduğu mal, mülk, evlat, makam ve mevki vb. özellikler yönünden de aynıdır. Bu mal-mülkü kullanma yönünden farklıdır. Yani bir zengin, sahip olduğu varlıklar nedeniyle sıradan bir insandır, bir kişidir. Ancak varlıklarını kullanma yönünden bireydir, yani ferdiyeti vardır. Zenginlerin mal ve mülklerini kıskanan ya da onlara haset eden insanların kulakları çınlasın!

Bir insan kendi dünyasında böyleyse, her biri farklı olan insanların oluşturduğu toplumda da farklılıklar hâkimdir. Bu farklılıkların sebebi, bir vücudun organları gibi, yardımlaşma, dayanışma, birbirinin açığını giderme içindir. Sürtüşme, kavga ve savaş gibi farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik eylemler için değildir.

Mükemmellik yolculuğunda kimi insanın geride kalması, kimilerinin ise ilerilerde yolculuğa devam etmesi kaçınılmazdır. Her insan kendi hayatını bir minare olarak görse ve kendi hayat minaresinin en üst basamağında yer alsa, bu konum o kişi için ne kadar mutluluk verici olur değil mi? Öyleyse, kişi, bulunduğu minareyi başkalarının hayat minarelerinin yüksekliğiyle değil, kendini kendi hayat minaresi içinde kalıp, kendi içinde kıyaslayarak değerlendirmelidir. O zaman görecek ki, dünyada yalnız kendisi vardır ve kendi dünyasının kaptanı olarak gemisini sahil-i selâmete ulaştırmakla yükümlüdür.

Ne mutlu o insana ki, kişisel yolculuğunda kaza yapmaksızın amacına doğru ilerler.

Teklif:

Kişisel ve toplumsal farklılıklara saygı duyun ki, size de saygı duyulsun!

B. Sait ÇİFTÇİ

05.10.2006


NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR

Onuncu, Yirmi Sekizinci Sözler ve Lâsiyyemâlar

“Onuncu Söz bütün hakaikiyle, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurub etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir kat’iyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurubundan sonra, şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır.” (Sözler, s. 492)

Onuncu, Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu

Söz, Dokuzuncu Şuâ ve Münâcât

“İşte, iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki, nasıl ki âzâ-yı insanîden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder; öyle de, insanın hakikati ve kemâlâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faydalarını isteyen hakikatleri ve istidatları daha kat’î olarak âhirete ve Cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi, bu kâinatın hakikat-i kemâlâtı ve mânidar tekvînî âyâtı ve insaniyetin mezkûr hakikatlerle alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (iki makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şua ve Münacât risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler.” (Şuâlar, s. 206)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

05.10.2006


YAKARIŞ

Ey desteği olmayanların desteği! Ey dayanağı olmayanların dayanağı! Ey övünülecek bir şeyi olmayanların övüncü! Ey imdada koşacak kimsesi olmayanların imdadı! Ey koruyacak kimsesi olmayanların koruyucusu! Ey iftihar edecek kimsesi olmayanların iftiharı! Ey izzeti olmayanların izzeti! Ey yardımcısı olmayanların yardımcısı! Ey dostu olmayanların dostu! Ey zenginliği olmayanların zenginliği! Sen bütün kusurlardan, aczden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzehsin! Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin! Eman ver bize, eman diliyoruz! Bizi Cehennem azabından koru! Âmin...

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006


Takvim

On iki gündür okunuyor,

Sevap yüklü hatimler.

Kalplerin pası silindikçe,

Şevkleniyor mü’minler.

Ferhat ÖĞMEN

05.10.2006


Seccadelerin saltanatı

Hemen herkesin evinde var. Hem de birden fazla.

Her anne, kızının çeyizine birkaç seccade koyar.

Yeni evlilerin evinde namaz kılmanın en meraklı tarafı nakışlı, süslü seccadelerin üzerinde ibadet yapmaktır her halde.

Oruç ayı olan Ramazanların dikkat çekmeyen bir yanı da budur galiba.

Uzun zaman çekmecelerden, bohçalardan çıkmayan seccadeler Ramazanın gelmesiyle ortaya çıkarılır.

Oldukça genç olan birilerine iftara davetliydik.

Hem tesettürlü, hem hacı olunca namaz kılacağımız yüzde yüz tahmin edildiğinden gül yağı kokulu, saten seccadeler önceden çıkarılmış, koltuğun üzerine konulmuştu bile.

Evin yaramaz oğlu saten üzerine simlerle işli seccadeleri alıp alıp oynamaya, üzerine örtüp türlü maskaralıklar yapmaya başladığında annesi büyük bir hürmetle seccadeyi çocuğunun elinden alıp;

‘Dur yapma, günah, bak teyze onun üzerinde Allah diyecek’ deyip çocuğunu uyardı.

‘Bırak dedim. Seccadelerin saltanatlığından o da nasibini alsın!’

Anlamamakla birlikte, gülümsedi.

Sahi…

Bu ay ne güzel bir ay değil mi?

İbadet edenin de, etmeyenin de, oruç tutanın da, tutmayanın da pür dikkat kesildiği, Allah’ın emri olan namaza özen gösterildiği bir ay.

Secdelere varmanın, kulluğu ilân etmenin, ibadet emrini nerede, kimde olursak olalım, alenî ve iç rahatlığı ile başkalarının da teşviği ve saygısıyla yapmanın hazzını yaşıyor insan.

Namaz emrini yerine getirmeyen veya ihmal edenlerce de namaza teşvik edildiği bir ayın muhteşemliğini yaşıyoruz.

İftar sonrası beyler cemaatle namaz kılacaklar.

Bir akrabamız da paçalarını sıvayıp, abdeste girdi.

Oysa orucunu tutmasına rağmen namaz kılmadığını biliyordum.

O resmin bir parçası olmayı arzu etmesinden etkilendim.

Melekler bu görüntüyü kaydetmişlerdir dedim.

‘Yenge eksiğimizi yüzüme mi vuruyorsun?’ dedi.

‘Hayır, oruç ibadetini tamamlayan namaz kılma niyetini tebrik ediyorum’ dedim.

Seccadeler yılın on bir ayı olmadıkları kadar itibar görüyorlar bu ay.

İnsanlar yılın on bir ayı olmadıkları kadar secdelere kapanıyor.

Bir Müslümanın olması gerektiği gibi davranıyor oruç tutanlar.

Seccadelerin saltanatında, iman sarayının kapısını çalanlara, Rabbin rızasını kazananlara, mü’min olma sıfatına mazhar olanlara imreniyorum.

Evlatlarımız ve yakınlarımız, arkadaş ve tanıdıklarımız için de aynı şeyleri diliyor, makamlarının manevî âlemlerde en yükseklerde olması için duâlar ediyorum.

Hülya YAKUT

05.10.2006


Kul hakkı

Kul hakkı, insanın can, mal ve nâmus gibi dokunulmazlıklarına yönelik tecâvüz ve haksızlıkların ortaya çıkardığı hak. İnsana yönelik tecâvüz ve haksızlıklar, haram ya da mekruh eylemler içinde yer alır. Bu nedenle günah, dolayısıyla cezâ konusudur. Kul hakkından doğan günah ve cezâların Allah ya da devlet tarafından bağışlanması söz konusu değildir. Kul hakkı, ancak hak sahibi kulun bağışlaması ile ortadan kalkabilir.

Müfessirler, “‘Ey kavmimiz’ dediler, ‘Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah) günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azâbdan korusun’”1 âyetini yorumlarken bağışlanacak günahların Allah hakkını ilgilendirenler olduğu, kul hakkından doğan günahların ise Allah tarafından bağışlanmayacağı sonucuna ulaşırlar. Hz. Peygamber’den (asm) gelen rivayetler de bunu doğrular niteliktedir. Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (asm), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin kendilerini mazlumlara bağışlatmalarını öğütler. Bunun yapılmaması durumunda haksızlık yapan kişinin sâlih amelleri, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verilir. Eğer verilecek sâlih amel bulunamazsa, o zaman da mazlumun günahları zâlime yüklenir.2 Hz. Peygamber (asm), başka bir hadisinde Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gelen kimseyi müflis olarak tanımlar ve şöyle buyurur: “Müflis şu adama derler ki, dünyada yaptığı bütün ibâdet ve tâatın sevabı ile Kıyâmet gününde Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayırlar, ibâdetler yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş... İşte bu hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler: ‘Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al ya Rab!’ diye dâvâcı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden hâsıl olan sevapları bunlara taksim edecek, fakat borcu yine kapanmayacak. Nihâyet onların günahlarını bunun üzerine yükleyecek, Cehennem’e gönderecek. İşte asıl müflis böyle bir adamdır.”3

Bu hakikatler inanan her gönlü hareketlendirecek derecede önemli hakikatlerdir. Haksızlığa teşebbüs edenlerin nasıl hesap vereceklerini düşünmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur.

Ne mutlu haksızlıktan kaçabilen, hakkı yerine getirmede titizlik gösterebilen kimselere!

Dipnotlar:

1- El-Ahkaf, 46/31, 2- Buhârî, Mezalim, 10., 3- Müslim, Birr, 60.

Necmi ÜNLÜ

05.10.2006


Sahur ne zaman biter? İmsak ne zaman başlar?

Cenâb-ı Hak imsak vaktinin girişini şu âyetle bildiriyor: “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın.” İki türlü fecir vardır: Fecr-i kâzib (beyaz-ı mustatil) ve fecr-i sadık (beyaz-ı müsta’razi).

Fecr-i kâzib, yalancı fecir demektir ki, birinci fecirdir. Gecenin sonuna doğru, doğu tarafta ufuk üzerinde görülen, göğe doğru dikey piramit şeklinde yükselen, etrafı karanlık bir beyazlık, yani karanlığı yırtan donuk, akçıl, ışığımsı, geçici bir beyazlıktır. Bu geçici beyazlıktan sonra yine kısa bir süre karanlık basar.

Bu birinci fecrin hiçbir fıkhî ve dinî hükmü yoktur. Ne yatsının bitiş vaktidir, ne sabahın giriş vaktidir, ne de imsakla ilgili her hangi bir başlangıç veya bir işarettir. Ancak ve ancak gecenin sona doğru yaklaştığına bir alâmet olabilir. Bunda ittifak vardır.

Fecr-i sadık ise, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan dağınık ve enlemesine bir aydınlıktır. İşte bu ikinci fecir aydınlığı ile beraber yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının da vakti girmiş olmaktadır. Aynı zamanda oruca başlama vakti, yani imsak vakti de bu vakittir. Yani bu ikinci fecirle artık sahur yemeğine son verilir ve oruca başlanır. Oruç yasakları bu ikinci fecrin girmesiyle başlamış olur. Bunda da ittifak vardır.

Bu meselede ihtilâf olarak nazara verilen husus, içtihadî bir meseleden başka bir şey değildir. O da şudur: Kimi âlimler doğu ufkunda dağınık beyazlığın “doğuşu” ile birlikte ikinci fecrin başladığına kanaat getirmişler; âlimlerin çoğunluğu ise bu beyazlığın biraz uzayıp, genişleyip, “dağılmaya” başladığı anda ikinci fecrin başladığına kâni olmuşlardır. İhtilâfa konu olan, yaklaşık on dakikalık bir zaman diliminden ibarettir.

Ekser âlimler, Kur’ân’ın fecri “beyaz ipliğin siyah iplikten seçildiği vakit” olarak tarif etmesi ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) de sahuru geciktirmenin daha faziletli olduğunu beyan buyurmasını dikkate alarak, oruç tutanlar lehine, imsakın, ikinci görüşe göre, ışığın biraz uzayıp dağıldığı zaman başladığını söylemişler, bu vakte kadar yenilip içilebileceğine hükmetmişlerdir. Birinci görüşü temsil eden âlimlerse, daha ihtiyatlı olduğu gerekçesiyle ikinci fecrin ilk doğuş anına itibar etmişlerdir.

Aradaki on dakikalık vakti “temkin vakti” görerek, temkin vakti girmeden yeme içmenin kesilmesinin ihtiyata daha uygun olacağını düşünenlerle, temkin vaktine gerek duymadan, beyazlığın dağılmaya başladığı vakti tercih edenler arasında, görüldüğü gibi sadece bir içtihat farkı bulunmaktadır.

Yukarıda bildirdiğimiz Kur’ân ayeti, fecrin tam ortaya çıkışına kadar yemeyi ve içmeyi mubah kılmıştır. Dinde aşırılık ve zorluk yoktur. Ahmed bin Hanbel’e göre, fecir vaktinin girip girmediğinden şüphede kalan kişi, fecrin doğduğundan emin olana kadar yemeye devam edebilir. Kaldı ki günümüzde fecir ve imsak vaktinin başlangıcı takvim ve saat vasıtasıyla, şüpheye ve tereddüde mahal bırakmayacak ölçüde belirlenmiştir.

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006


Nimetlerin farkına varmak

Son zamanlarda yaşanılanların aksine Ramazan’da birbirimizi davet etmek yerine yoksulları soframıza davet ederek yapay olarak ortaya çıkarılan sınıf farkını kaldırabiliriz. Onların halini daha yakından hissedip, gözlemleyerek, başka zamanlarda görme imkânı bulamadığımız ya da görmeye engel perdeler oluşturduğumuz sonsuz nimetleri hakkıyla görme imkânı buluruz.

Yasemin Uçal ABDULLAH

05.10.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hz. Ömer (ra) neden ağladı?

Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem Efendimiz’in (asm) yanına girmişti. Peygamber Efendimiz’i (asm) hurma liflerinden örülmüş bir hasır üzerinde uyur buldu. Hasır mübarek vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (ra) ağladı.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Ey Hattab oğlu! Neden ağlıyorsun?” buyurdu.

Hazret-i Ömer (ra):

“Ya Resulallah! Senin Allah’ın sevgilisi ve Resulü olduğun halde bir hasır üzerinde uyuduğunu görünce, Kisra’yı, Kayser’i ve onlarda bulunan mülk ve saltanatı düşündüm. Gözyaşlarıma hâkim olamadım.” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Dünyanın onlara, ahiretin de bize olmasını istemez misin?” buyurdu.

Hazret-i Ömer (ra):

“İsterim ya Resulallah!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Mesele budur.” buyurdu.

(Buhari, Müslim)

Süleyman KÖSMENE

05.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004