— Dünden devam —
Mısır medeniyetine gelindiğinde artık kral tek tanrı dinini kabul ettirmek ister. Yeni tanrı Aton’dur. Yani Güneş’tir. Bu yeni din o zamanki san’atı, medeniyeti etkilemiş ve Aton adına bir çok tapınak inşa edilmiştir. Bir çok sülâlenin hakimiyetinde geçen Mısır medeniyetinde yine tanrı ve yarı tanrı olan Firavunları görmekteyiz. Ayrıca tahnid (mumya) san’atının çok gelişmiş olması da bu medeniyetteki beka arzusu ve ruhun ölümsüzlüğü düşüncesinin tezahürleridir.
Batı ve İslâm medeniyetleri
düşünce sistemleri mukayesesi
Eldeki verilere göre Eski Çağda yaşayan toplumlardan günümüze kapsamlı kültürel miras bırakan Yunan toplumu olduğu bilinmektedir. Bu kültürel mirasın en önemli unsurları san’at, edebiyat ve felsefe alanında kendini göstermiştir. Yunan medeniyetinin izlerinin günümüze kadar gelmesinin altında Batı’nın bu kültürel mirasına sahip çıkması ve aynı zamanda erken İslâmiyet döneminde Müslüman âlimlerin göstermiş olduğu ilginin sonucudur.
Eski Yunan medeniyetine Roma Medeniyeti ve o dönem Yahudiler sahip çıkmış, daha sonra gelen Hıristiyanlık ise bunların hepsini kendi bünyesine almıştır. Böylelikle bugünkü Batı medeniyetinin temelini Yunan ve Roma Medeniyeti oluşturmaktadır. Risâle-i Nur’da bu konu şöyle geçer: “Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası.”
Bu yüzden Batı medeniyetini anlamak için, kökleri olan Yunan ve Roma medeniyetini iyi tahlil etmek gerekir.
Eski çağlarda gelişimi tamamlayan büyük medeniyet ve kültürlerin klasik Yunan kültürü kanalıyla Batı’ya dolayısıyla Hıristiyanlığa geçmesi bir devamlılığı gösterir.
Arzî bir medeniyet olan Yunan ve Roma medeniyetinde çok tanrılı bir anlayış hâkimdi. Bu tarzdaki inanışların ortaya çıkışında, insanların korkuları, ümitleri, endişeleri, tabiatla mücadeleleri gibi unsurlar tanrı tasavvurlarını ortaya çıkarmıştır.
Yunan’ın inanç tasavvurlarında ve hayat tarzlarında tamamen dünya vardı. Gençliğe ait hevesler ve ilgiler revaçta idi. Bu yüzden yapılan heykellerde hep ideal insan tipi esas alınır, bu ideal tip de her zaman genç, güzel, cesur, atılgan, üretken, savaşçı yani dinamizmi simgelerdi. Nitekim Neistche ve Hitler gibi bozuk düşünce sahipleri, temeli Yunan felsefesinden gelen ideal insan tiplemesini esas almışlardır.
Nefsanî arzuların ön plana geçtiği, ben merkezci düşünen bu anlayış baskı ve zulmü olağan görürdü. Bu yüzden güçlü olanların aralarında bir dayanışma söz konusu olmazdı. Tanrı tasavvurlarını da beşerî ilişkilere benzer biçimde mücadele tasvirleriyle anlatırlardı (Tanrılar Devler savaşı). Yani hayatın esası olan yardımlaşmadan ziyade mücadeleyi esas almışlardı. Kuvvetli olan haklıdır prensibini benimsemişlerdi. Dayanışma, yardımlaşmanın yerini menfaat birliği almıştı. Hayat bir cidaldir görüşünün temelleri yani bugünkü Avrupa’nın felsefesini oluşturan bu görüşler, daha antik çağlarda Yunan’da atılmıştır.
Yunan medeniyetinin varisi olan çağdaş Batı medeniyetinin sadece bir unsuru durumunda olan Hıristiyanlık kendi başına bir medeniyetin kurucusu olma imkânı bulamamıştır. Yani Hıristiyanlık yayıldığı alanlardaki etkin olan medeniyetlerin (Yunan ve Roma) sonradan katılma unsuru olmuştur. Başlangıçta bu sistemler birbiriyle çatışmış daha sonra uzlaşarak, bugünkü batı medeniyetinin temel unsurlarını oluşturmuştur. Orta Çağ’da bu fikirler zayıflamış olsa da (İslâmiyetin Doğuşu ile) Rönesans hareketleriyle tekrar canlandırılmıştır.
Bu gün gelinen noktada ise, Hıristiyanlığı Yunan ve Roma anlayışından arındırmanın çarelerini aramaktadırlar. Bu da Bediüzzaman’ın müjdesiyle, ‘İsevilik din-i hakikisi tasaffi edecek ve İslâmiyetle müsalâha edecektir’ anlayışının bir tahakkuku olacaktır. Çünkü Batı medeniyeti insanlığa huzur ve güveni sağlamadığı gibi, buhranlara, sıkıntılara, zulümlere sürüklemiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘sanemperestliği Kur’ân şiddetle men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur’ân’a muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya heves-i mütecessimdir ki beşeri zulme ve riyaya ve harama hevesi kamçılayıp teşvik eder.’
Bütün bunlara karşı nev-i beşere rahmet olan Kur’ân ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. İşte İslâm medeniyetinin Batı medeniyetinden ayrılan en önemli noktalarından birisi budur.
Risâle-i Nur terminolojisi içinde İslâm medeniyetine, medeniyet-i fazilet denir. Buna göre hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüttür. Teavünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir.
İşte medeniyet-i hazıra (Batı medeniyeti) medeniyet-i fazilete bu hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.
Bu medeniyet semavî dinleri dinlemediği için (İsevilik ve Musevilik) veya tahrif ettiği için beşeri hem fakir etmiş, ihtiyacı arttırmış, iktisat ve kanaat esaslarını bozmuş, israf, hırs ve tamahı ziyadeleştirerek zulüm ve harama yol açmıştır.
İslâm medeniyeti, Batı medeniyetiyle aralarındaki düşünce sistemlerindeki farklılıklardan dolayı soğuk durmuştur. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder: “Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması kabulde ıztırabı cay-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel olunmaz, tabi olmaz” demiştir.
İslâm medeniyeti veya Şark medeniyeti dediğimiz medeniyete, İSLÂM ismi verilmiştir. Ama Batı medeniyetine Hırıstiyan medeniyeti tabiri kullanılamamaktadır.
Hiç şüphesiz ki İslâmı, medeniyete taşıyan en önemli unsurlar Araplar ve Türkler olmuştur. Özellikle Osmanlı İslâm medeniyetinin en güzel eserlerini vermiş ve tarihe damgasını vurmuştur. Osmanlıdan önce de Arapların gerek mimarisi, gerek ilim ve felsefedeki çalışmaları onları Avrupa’nın içinde (Endülüs’te) bir kültür merkezi olma özelliğine taşımıştır. Fransız müsteşrik Gaston Care İslâmiyet hakkında şöyle söyler: “"Yüz milyonlarca insanın dîni olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvâmı olan bir dindir. Bu aklî dînin menbâı ve düsturu olan Kur’ân, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir; o kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizâcından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakîka bu âlî din, Avrupa’ya, dünyanın îmarkârâne inkişâfı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir... İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu sûretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur."
— Son —
|