Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

Necati Akten- Nail Aladağ

Van seyahat notları (2)

Gürül gürül akan ve tertemiz görüntüsü ile gönüllerimizi okşayan Dicle Nehri kenarındaki çay bahçesine oturuyoruz. Çaylarımızı içerken İlçenin Belediye Başkanı Sayın Naci Orhan Bey geliyor. Sohbet koyulaşıyor. Başkan Dicle Nehrinin coşkulu bir şekilde akması ile ilgili olarak;

“Arkadaşlar ben her zaman düşünmüşümdür. Bu Bahçesaray’ın etrafındaki dağlar tamamen su olsa, yine de bu nehre yetmez eriyip biterdi. Saniyede 14 m³ olarak akan bu suyun çıktığı yere baktığınızda sebeplerle izah edilmesi mümkün görünmüyor. Demek ki Cenâb-ı Allah’ın hazinesinden geliyor değil mi?” diyor.

Biz de Bediüzzaman Hazretlerinin 20. Söz’de bahsettiği, Dicle’nin mühim bir kolunun çıktığını söylediği Müküs mağarasında Sözler’deki o kısmı okuyoruz:

“‘...öyle taşlar vardır ki, bağrından nehirler akar.’ (Bakara Sûresi: 74.) Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:

“Şöyle azim ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına muvâzeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife karşı, gàliben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridât olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeânları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir sûrette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazîne-i gaybdan akıttırıyor. “İşte, bu sırra işareten bu mânâyı ifade için hadîste rivâyet ediliyor ki: ‘O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.’ Hem bir rivâyette denilmiş ki: ‘Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir.’ (Müslim, Cennet: 26)

“Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Mâdem esbâb-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kàbil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazîne-i rahmetten gelir ki, masârif ile vâridâtın muvâzenesi devam eder.

“HAŞİYE: Nil-i mübârek Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi, Dicle’nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nâhiyesinden (yeni ismi Bahçesaray) bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimâd etmiş taşlar olduğu fennen sabittir.” (Sözler, s. 227-228)

Belediye Başkanı, akrabalarından Mir Mutiullah Efendi ile ilgili bir hatıra naklediyor. Bu zat Bahçesaray ve havalisinin yetkilisi imiş. Her zaman da hocalara ve âlimlere sualler sorarmış. Meselâ; “Namazın hikmeti nedir?” dermiş. Hocalar da “Kur’ân-ı Kerim’de emrediliyor, bizim Cenâb-ı Allah’a borcumuzdur” gibi cevaplar veriyorlarmış. Fakat Mir, bu cevaplarla pek tatmin olmazmış. “Bu nasıl borç ki hergün ödüyoruz, bitmiyor” dermiş. Kendisine “Nedenlerle ve niçinlerle uğraşan bir Molla Said var. Siz onunla görüşün” demişler.

Bediüzzaman Hazretleri ile görüşmüş. “Niçin namaz kılıyoruz?” diye sorunca Bediüzzaman;

“Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe’nindendir. Namazın erkanı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelâl tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir dâvettir. Bu dâvetin şe’nindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve mi’raçvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.

“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegâne İlâhi bir vesiledir. Zaten insan, medenî olduğu cihetle, şahsi ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhiye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hasir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer. ” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 46.) demiş.

Bu cevap karşısında çok memnun olan Mir Mutiullah Efendi, Bediüzzaman’a çok hürmet eder olmuş.

Halkın kendisine neden bu kadar hürmet ettiğini sorması üzerine diyor ki;

“O zümrüd-ü anka kuşunun yumurtasıdır ki Mirza-ı Nursî’nin evine Cenab-ı Allah bırakmış.”

Belediye Başkanı Naci Beye veda edip yolumuza devam ediyoruz.

Nurs’a doğru yol alıyoruz.

Nurs yeşillikler içinde. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin evi sarp kayalar üzerine yapılmış. Hemen yanında küçük bir cami var. Şu anda genişletme çalışmaları devam ediyor. Nurs’un kabristanına geçiyor, Bediüzzaman Hazretlerinin babası Sofi Mirza Efendi ve Annesi Nuriye Hanım’ın kabirlerini ziyaret ediyoruz.

Hizan üzerinden Van’a dönüyoruz. 77 yaşında ihtiyar bir köylü bahçesinden el ederek bizi durduruyor. Yaşlı hanımı da yanında. Onları arabamıza alıp köylerine götürüyoruz. Bediüzzaman Hazretlerini biliyorlar. İhtiyar “Ne yapmış da Bediüzzaman olmuş?” sorusuna; “Dünyaya ışık saçmış ve kâfirin belini kırmış” diye cevap veriyor. Salı sabahı Van’dan Doğu Beyazıt’a doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz üzerindeki Muradiye’ye uğruyoruz. Buradaki şelaleyi görünce, kupkuru dağların arasında adeta hayat veren bir güzelliği tefekkür ediyoruz.

Yolda büyük Padişah Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’i mağlup ettiği Çaldıran Ovası’ndan geçerken şanlı tarihimizi hatırlıyoruz. Yavuz Selim’in ittihad-ı İslâm için mücadelelerini, mukaddes emanetleri almak için o günün şartlarında Mısır’a kadar giderek Hz. Peygamberin (asm) Hırka-ı Şerifini ve diğer emanetleri alışını hatırlıyoruz.

Yavuz Selim iki rekât namaz kılıyor. Kendi eliyle mukaddes emanetleri İstanbul’a getirmek üzere yüklenmesine yardım ediyor. Orada askerlerin içinden 40 hafız görevlendiriyor. Gece gündüz Kur’ân okunarak emanetler İstanbul’a getiriliyor ve Topkapı Sarayına yerleştiriliyor. 40 hafız 24 saat Kur’ân okumaya devam ediyor. Bu âdet (400 seneden fazla) Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiş.

—Devam edecek—

Necati Akten- Nail Aladağ

23.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (22.08.2006) - Van seyahat notları (1)

  (18.08.2006) - Misafirperver Slovenlerin Türkiye'ye ilgisi büyüktü

  (17.08.2006) - Disiplin var; kaynak israfı, trafik derdi yok

  (16.08.2006) - Slovenya’da Anadolu havasını soludum

  (04.08.2006) - Neocon düşüncenin entelektüel kaynakları üzerine (3)

  (03.08.2006) - Doğu Anadolu (2)

  (02.08.2006) - Doğu Anadolu(1)

  (31.07.2006) - Rüya şehri Kahire

  (30.07.2006) - İsrail elinde bir kor tutuyor

  (29.07.2006) - Üç İlâhî dinin ortak değeri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004