Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Gençlik

Risâle-i Nur'un neresindeyiz? (2)

Üstad Hazretleri şu üç vasfa sahip olan insanların, ne tür harika ihsanlara mazhar olacağını söylemiştir: Birinci vasıf olan Risâle-i Nur’a dostluk ile hakka davet etmek suretiyle, Kur’ân-ı Kerim’in içinde bulunan manevî incileri ve cevherleri kendisinden veya Sözler’den ders alabilmek. Sadece Üstad Hazretlerinden ders alabilmek bile, başlı başına büyük bir şerefti. 'Ve dost olan kimse feraizi kılar ve kebairi (büyük günahları) terk ederse, kardeşlerin tamamı olarak duâmda dahildir', diyordu.

İkinci vasıf olan kardeşlik için ise, daha güzel mükâfatlar bulunuyordu. Birkaç defa hususî (özel) ismiyle ve suretiyle kardeşin, duâ ve kazancında hazır olup ibadet itibarıyla uhrevî (ahirete ait) kazancına hissedar olacağını söylüyordu Üstad Hazretleri. Aman Allah’ım, bu ne büyük bir ihsandı! Ahirzaman müceddidi olan Said Nursî Hazretlerinin özel isim ve suretle duasında yer alıp uhrevî kazancına hissedar olabilmek!.. Ve akabinde devam ediyordu cümleler. Sonra bütün kardeşler içinde dahil olup Allah’ın(c.c.) sonsuz rahmetine teslim ediyorum ki, dua vaktinde ‘’ihveti ve ihvani(kardeşlerim)’’ dediğim vakit, onlar, içinde bulunur. Ben bilmesem, rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor. Üstad Hazretlerine kardeş olabilmek şerefi ile Rahman ve Rahim olan Halık-ı Zülcemal’in (c.c.) rahmetine teslim olmak!..

Üçüncü ve en önemli vasıf olan talebenin mazhar olacağı ihsanlar ise bambaşkaydı: Üstad Hazretleri ile beraber Cenab-ı Hak’ın (c.c.) kapısına yönelip kalp ve gönül bağı kurarak, Kur’ân-ı Hakim’in hizmetinde el ele verip tevfik(başarı, muvaffakiyet) ve hidayet (doğru inanç ve yaşayış üzere olmak) istemek idi. Eğer talebe ise, her sabah sürekli olarak ismiyle, bazen hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar(hisse sahibi) olur, diyordu şefkat kahramanı Üstadım.

Zaten bu çok değerli üç vasıftan birine kendimi tam olarak oturtamamanın ezikliği içimi kemirirken, bir de çok ulvî, paha biçilemez meyveleri kaçırıyor olmanın verdiği üzüntü de yerini almış bulunuyordu kalbimin derinliklerinde. Bir yandan kendime çok kızarken, bir yandan da bu güzelim meyveleri düşünyordum. Tüm bu düşünceler kalbimde ve beynimde uçuşurken, sohbetimizin de sonuna gelmiş bulunuyorduk. Gözleri ışık ışık bakan, nur yüzlü çocuklara bir şeyler öğretebilmenin düşüncesiyle kitabın satırlarını okumaya başlamıştım. Lâkin sohbetimizin sonunda asıl ben o kadar çok şey öğrenmiştim ki...

Çocuklarla haftaya buluşmak ümidiyle vedalaşmamızı yaptıktan sonra, yavaş yavaş dışarı doğru adım atıyordum. Kendi kendime sorgulamam ise, asıl yeni başlıyordu. O kadar çok şeyin kendimi sarıp sarmalamasına izin vermiştim ki... Maalesef uhrevî hizmetlerle iştigal etmeme onlardan bir türlü sıra gelmiyordu(!) Bu sorgulamalarla devam eden zaman içerisinde, şimdi açık yüreklilikle soralım hepimiz kendimize. Uğruna nice canların şehit olduğu, zehirlerin su gibi içildiği, hapislerin geçildiği, çile yıllarının doldurulduğu, asırların dâvâsı olan Risâle-i Nur hizmetinin neresindeyiz acaba?..

Acaba bir türlü bitmek bilmeyen dünyevî işleri-miz, okul derslerimiz, kariyer planlarımız, pahalı elbiselerimiz, yeni arabalarımız, daha mı önemli de(!) bu mukaddes dâvâmızdan da, bir türlü bunlardan sıra gelmiyordu hizmetimize... Elbette hepi-nizin, içinizden “Hayır! Asla!” gibi ifadeleri haykırdığınızı duyar gibiyim. Hepimizin içerisinde hizmetlerimizle ilgili tertemiz fikirlerin, coşkuların, düşüncelerin yer aldığını da tahmin edebiliyorum. Lâkin elimizi vicdanımıza koyalım.

Düşündüğümüz ulvî güzellikleri ne kadar gerçekleştirebiliyoruz, ya da gerçekleştirebilmek için ne kadar çaba sarf ediyoruz?

Elbette tüm bu iç sorgulamalardan sonra şeytanın tuzaklarında da dikkat etmeliyiz. Bütün bütün karamsarlığa asla düşmemeliyiz. Zira bu yolda bir dirhem hizmet bile bizler için büyük bir kâr olarak durmaktadır, bu ulvî hizmetimizde yer almak için önemli bir sebeptir. Hepimizin bunun idrakinde olarak bu yüzleşmeyi yapması daha sağlıklı olacaktır. Amacım asla bir karamsarlık, ümitsizlik oluşturmak değil. İmanlı kimse zaten karamsar ve ümitsiz olamaz. Elbette çok ulvî nur hizmetlerinin yapıldığını da biliyorum. Fakat bunlar bizlere asla yetmez. Bizler isteyip inandıktan ve bu uğurda tüm müspet duygularımızla canla başla çalıştıktan sonra Allah’ın izniyle çok daha hayırlı ve büyük işler başarabiliriz.

İşte benim bu noktadan hareketle amacım; bu ve bunun gibi daha geniş açılımlı fikirler ışığında hepimizin bir iç hesaplaşma yapması, bir iç yolculuk düzenlemesi. ‘’Bizler Risâle-i Nur’un neresindeyiz?’’ sorusuna, gönüllerimizde ve kalple-rimizde hakikî bir cevabın bulunmasına çalışılması.

Unutmayalım ki; kendimizde, çocuklarda, gençlerde, baylarda, bayanlarda, kıyıda köşede büyük bir heyecanla duran bir çok insan da bizleri ve bu ulvî hakikatleri beklemekte. Onları bekletmeye ne hakkımız var? Mademki hiç hakketmediğimiz hâlde ihsan-ı İlâhî olarak bu kudsî dava omuzlarımıza yüklenmiş, o hâlde hakkını vermeye çalışmak da boynumuzun borcu olsa gerek.

Elhâsıl; Risâle-i Nurlar bizleri beklemekte. Hem de tüm güzellikleriyle... Ve dost, kardeş, talebe sıcaklığıyla... Siz hangisini tercih edersiniz?...

Bilal YÜKSELTEN

16.08.2006


Bağdat düştü

Basra’dan sonra yazık ki,

Bağdat düştü.

Hayallerimizden de öte bir düştü.

Kirpiklerine yüreğimiz bağlıydı,

Asılı duruyordu pınarlarına,

Bağdat düştü.

 ***

Kahrolası bombalara eşlik ederek,

Coni’lerin postallarına bakarak,

Tanklarının paletlerine ram olarak,

Yüreğimiz gibi paramparça,

Aykırı bir gülüştü,

Bağdat düştü.

  ***

Kalbimiz yerlerde parçalandı,

Bahar çiçekleri kanla filizlendi.

Feryadım, isyanım, aşkım ve kavgam,

Muhalif bir görüştü,

Bağdat düştü.

 

 ***

Kahhar isminle tecelli et Ya’rabbi,

Küresel me’le ve mütrefin üstüne.

Mazlûmları yardımınla teselli et Ya’rabbi,

Enbiya, sahabi ve selefin üstüne.

 

 ***

Kalbimiz damladı gözlerinden,

Cennet ırmağı göz pınarlarından,

Ipıslak uzun kirpiklerinden...

...Bağdat’ın...

Ümmet düştü...

Biz düştük...

Halis BİLGİN

16.08.2006


Varlıkta yok olmak

“Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”

(Bediüüzzaman Said Nursî)

Dünyanın cazibesine kapılıp ebedî saadet yurdunu terk eden, unutan insanlar nefse hoş gelen varlıklar içinde yok olmuştur. Fenaya giden varlık âlemi, bütün gösterişli ve çekici hâliyle gâfil insanı kendine çekmiş ve günah çukuruna atmıştır. Haram sevmekteki, tatmaktaki uğursuz hazır lezzet, ölümden sonra gelecek olan ebedî hayatın sonsuz güzelliklerini perdelediği için, Rabb’ini tam bilmeyen insanlar dünyanın aldatıcı ve geçici güzelliğine kapılmışlardır.

Ölümün kendilerini dünyadan ayırıp yokluğa götüreceğini düşünen ve öyle inanan insanlar, ölümü unutmak ve hatırlamamak için kendilerince sanal bir âlem kurup içinde kaybolmuşlardır. Bediüzzaman’ın tabiriyle, “aldatıcı ve uyutucu medeniyet fantaziyeleri” küçük olmasına rağmen, çok büyük olan latifeleri yutmuştur. Yani cam parçası, elmasa tercih edilmiştir.

Dünya ehlinin varlıklar içinde yok olması, bir noktada kabul edilebilir.Onlar için sadece bu dünya vardır. Fakat biz iman ehli olan insanlar için iki âlem vardır. Âhireti bile bile dünyayı tercih etme hastalığı bu acayip asırda en büyük tehlike olarak görülmektedir. Geçim derdi için âhiret feda edilip mukaddes değerler rüşvet verilebilmektedir. Bediüzzaman Said Nursî, “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenâb-ı Hak’tır. O hem Rahîm, hem Kerîm’dir. Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette, gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir!” demekle bu tehlikeye dikkat çekmekte ve bizi de uyarmaktadır.

Biz varlıkta yok olmamak ve kötülüğü sürekli emreden nefsin tuzaklarına düşmemek için kıyamete kadar söz sahibi olan Risâle-i Nur’a kulak vermeliyiz. “Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedten ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan O sultanına itaat et, kurtul!..”

“Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden müfarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyi’ etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husûlü anında seni terkeden fâni şeylere kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir” gibi nurlu hakikatler bizi varlıkta yok olmaktan ve dünyevîleşmekten uzak tutmaya çalışmakta, şu an yaşadığımız varlık âlemini kalben terk edip bâkî olan Rabb’imize yönelmemizi sağlamaktadır.

Allah’ı bulan ne kaybeder? Allah’ı kaybeden ne kazanır?

Veysel HIDIROĞLU

16.08.2006


Erzincan'dan bir mektup...

Hayatımız Allah’ın rengi ile renklenir.

(Bakara Sûresi 138.)

Sevgili Sedat, Yoğun bir senenin ardından tatil için memleketim Erzincan’a gittim. Bunu dört gözle beklediğimi söylemeliyim. Zira iş hayatının koşuşturması, insanı tefekkür noktasında fakirleştiriyor. Bunu orada daha iyi fark ettim. Tabiatla başbaşaydım.  Köyümüzün tam karşısında geniş ormanlık bir alan vardı: Yemyeşil… O ağaçların altında oturup Kur’ân okudum. Dağın hemen yanında çıkıp nereye döküldüğünü bilmediğim bir akarsu. Suyun rengi: Bembeyaz…  

Amcamın biçtiği otların arasında rengârenk kelebekler gördüm. Kanatlarındaki desenlere hayran kaldım. Müthiş bir işçilik, ustalık… Kelimelerin renkleri kifayetsiz kalıyor bu güzellik karşısında.

Camiden dönerken küçük bir su birikintisinin yanındaki otlarda çocukluğumun şarkısını gördüm: Kırmızıyı, siyah noktalar süslemiş. ‘Uç uç böceği annen sana terlik pabuç alacak.’ Bu şarkıyı söylemeyeli yıllar oldu sanırım.

Gökyüzü… Hızla akıp giden hayatın tersine dinginliğiyle akıyor: Daha mavi… Başımı yukarı her kaldırışımda, akıp giden hayat içersinde kirlenmeyen bir şeylerin olduğunu fark edip, şükrettim. Asıl mekânım, toprağa bastım: Kahverengi… Yürüdüm, çıplak ayaklarımla. Ne kadar özlemişim anlatamam, asfalttan sıyrılmayı.

Sevgili Sedat,

Bunlarla birlikte, hayatımızda var olan tüm renklerin kirlenmemiş hâlini gördüm. Bunu sana da salık veririm. Koşturduğun hayattan başını bir an dışarı uzat ve Rabb’imin renklerle nelere hayat verdiğini ve dünyamızı nasıl güzelleştirdiğini gör. Yaşamak o zaman gerçekten daha keyifli ve anlamlı… Rabb’imin renkleri tefekkür etmek için bizi bekliyor. Duâ ile kardeşim…

Başar OLGUN

16.08.2006


Arkadaşlıklar

Arkadaşlık vardır, öylesinedir. Aslında arkadaşlığın öylesinesi olmamalıdır! Çünkü arkadaşlık “arka daşlık”tır. Arkadaş dayandığın taş değilse, dayandığında yıkılıyorsa, o arkadaş değildir. Hele dost, hiç değildir.

Arkadaş vardır. Taşlık görevini yapmak için kendi arkasındaki taşlara bile karşı çıkar. Kendi dayanak noktasını dahi sarsar insan için. Hakkını gözetmek için kendi hakkından feragat eder. Arkadaş vardır. Tam bir taştır arkanda, yıkıldığın an Allah tarafından sana gönderilen bir moral kaynağıdır.

Arkadaş vardır. Bildiğin; fakat uygulamadığın bilgileri hatırlatır. Yani Sırtındaki akrebi gösterir. Öldüresiye kadar uğraşır. Ve insan çoğu zaman anlamaz bu iyilikten, “kendisine baksın” der. O taşa en büyük hıyaneti yapar. Ve ‘haklıydım’ der, küser! Bir arka taşını devirir insafsızca…

Arkadaş vardır, artık insanın mutluluğu onun mutluluğudur; insanın üzüntüsü onun üzüntüsüdür. Artık insana fâni olmuştur. “Ben”i yoktur, “biz” vardır; hatta artık “Sen” vardır. Hep muhatabını düşünen bir felsefesi vardır. Ve artık o arkadaş değildir. Dosttur, senle hemhal olmuş sendir. Ve o artık dosttur. Arkadaşlığın, uhuvvetin, kardeşliğin ulvî mahiyetini anlayan ince ruhlu fedakâr bir dosttur.

Artık o dereceye gelir ki, arka taşın sana kızsa, bağırsa, dövse, mahvetse kırılmaz olmuşsundur. Artık sen de onun gibi taşlaşmış, sağlam kırılmaz olmuşsundur. Ve seni taşlaştıran, adam eden, yine o arkandaki taştır. Bu yüzden hadislerde iyi arkadaş şiddetle tavsiye edilmiştir. Ve körle yatan, asırlardır şaşı kalkmıştır. Kötü arkadaşla da, taş olabilecek kabiliyetteyse muhabbet devam edilebilir. Yoksa irşad olmazdı.

Arkadaş dostluk seviyesine gelince, artık kayalaşmıştır. Kimin haddine ki, o kayayı devirsin. Şeytan yakınlaşamaz dahi olmuş, nefis ‘bunları kandıramam’ der olmuştur! Bütün arka taşlarınıza dayandığınız gibi, bırakın onlar da size dayansın ve muhabbet kıvılcımlarıyla dostluk ateşi kurulsun, şeytanın ve nefsin o şiddetli ateşi söndürmeye iktidarı olmasın.

Hatice DURAK

16.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004